Şimdilik
bütün rolü, yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve
mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla
karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden
önce davranmasına meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün
daha elverişli ve hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti.
Söz hakkı, usta teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen
bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş
bulunduğuna göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.
Bu döneme kadar gaz teorisini kuranlar fizikçiler olmuştu; yani
gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın
ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne
kadar yalnız bir tür hava var sanılıyordu; o da soluk aldığımız hava;
Fransa'da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere'de Cavendish ve Priestley; İsveç'te
Scheele; Rusya'da Lomonosov genel olarak kullanılan hava teriminin birçok
gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772'de Priesley, bu konuda yazdığı bir
eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: ateş havası
(oksijeni kastediyordu.) sabit hava (karbonik gaz), güherçileli hava (azot
bioksidi), yanar hava (hidrojen), flogistikli hava (azot) vb. Ayrıca
bunların yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; sabit havanın
deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, yanar havanın hafif ve uçucu
olduğunu anlatıyordu. Briestley'in keşiflerinin yarattığı heyecana
kapılanlar arasında Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız
da vardı. Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile
birlikte Paris'te mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında
çalışmak üzere ülkesine dönmüştü. Fransa'da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni
yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını
buldu. Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu
kişiliğiyle de ağabeyi Joseph'in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve
parlak bir zekâya sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir
gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir
fikir ortaya attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı.
Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, suni bulut meydana
getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin
aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler... Buna bir
Etienne gülmemişti; çünkü Priestley'in kitabında havadan daha hafif ve daha
ağır ofan gazlar olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa doldurulabilse
havada yükselemez miydi?Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi
yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen
deneylere girişerek kağıttan bir kese yaptı, bunu demir parçaları üzerine
sülfirik asit dökerek elde ettiği yanar havayla (hidrojen) doldurdu.
Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya
karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi. İki kardeş, bu
defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar
yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi, saman-yün karışımının
kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu
İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.
Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre
küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana
gidip yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir
zarf imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar. Balon,
kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve 300 metreye
yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var güçleriyle çalışmalarına
verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde yeni bir balon imal
ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo
geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar
yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için deneylerini Vivarais
Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783'te uygulamaya karar verdiler.O gün
bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir balon
durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru ilerledi.
Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere
yükseldiğini göreceksiniz, dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar.
Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir küre
biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken ansızın
bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre
kadar gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa
ağır ağır düştü. Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada
büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan
dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma
gelmişti. Bilimler Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi.
Deneyin masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri
Paris'e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla
görevlendirdi. Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı;
yapımcı Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi
Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı.
Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques
Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. Uçan
bir makine meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla işe
koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki,
Robert'in Mariot Kanunundan haberi olmadığından kusursuz bir küre biçimi
vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783'te, Paris halkının yarısının
toplandığı Champ-de-Mars'da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan
balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu. İnsan
zekâsının bu 'mucize'si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor,
kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş,
patlamış ve Paris' ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü. Bu sırada Etienne
Montgolfier de, Paris'e gelmiş ve Montgolfiere imal etmeye başlamıştı. Bu yine
küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir
kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de kaz koydukları balonu Versay
sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar verdiler.
Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın parkları ve civar sokaklar
görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu. Saat ikide halatlar kesildi ve
balon 'yolcularını' alarak havalanmaya başladı. On dakika sonra da Vaucresson
koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek için
oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ
salim dışarıya fırladılar. Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için
solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan
olan Pilatre'i çok heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni
egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı
gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.
Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir
bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre
yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın
girdiği alt deliğin ağzına sorgun ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı
meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça
sorumlu kişileri bir korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir
tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis, Kurban olarak insan
verilmek isteniyorsa, ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe! diye emretti.
Pilatre bundan gocundu, Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi
vereceğiz? Hayır, asla bu olmayacak, diyerek dostlarından D'Arlandes Marki'si
François-Laurent'ı kralı ikna etmeye gönderdi. Deney günü saat 13'te
balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D'Arlandes'i de alarak Muette
bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris'in
üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar insan almıyordu. Balon
Butte-aux-Cailles'a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular, yer çekiminin bin yıllık
zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp
başkente döndüler.
GÜDÜMLÜ BALONLARIN KISA SALTANATI
Patlamalı motorlar ve havalı lastikler, mekanik -uygarlığın iki temel
icadı olmuştu. Yöremize bir göz gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu
anlamaya yeter. Özel arabamızdan traktöre, motosikletten otobüs ve sanayi
motorlarına kadar her şey bunlara dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı
eklemek gerekir. Ikarus'un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu
patlamalı motor ve havalı tekerlek oldu. Ne var ki bu, sayısız bilim adamlarının
uzun ve inatçı çalışmalarına, Lalande gibi bazı bilginlerin, saçma şeylerle
uğraşıyor denilip alaya alınmalarına, hatta bazılarının hayatına mal oldu.
Bununla birlikte, kabul etmeliyiz ki, bazı çılgınların imal ettikleri ilkel
araçlarla kuşlar örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında, kuşku ve
inansızlık gösterenler, bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande'ın zamanında
aerodinamik bilimi mevcut değildi, ama bu girişimlerin iyi bir sonuca
ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek yeterliydi.
Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren cüretli mucit cahil kişi
olsa gerekti; çünkü o kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz
ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu, insanın kuş olmadığını, bunun sonucu
olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar güçlü karın kaslarına sahip
bulunmadığını da unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün uçan adam
deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı. Halkın aklı ancak havadan daha
hafife erebiliyordu. Böylesi, yolcusunu kazasız belâsız taşıyabilecek tek hava
aracıdır, deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir araç değildi ve ilerlemek için
rüzgârın sürüklemesine uymak gerekiyordu, ama günün birinde bunun da çaresinin
bulunacağına herkes inanıyordu. Güdümlü balon karşılarına yine o bildik
havadan daha hafif sorununu çıkartmaktaydı. Çünkü güdüm ancak motorla
olabilirdi. Bu durumda motor hem çok hafif, hem de dümeni ve pervaneyi
çevireceğinden aynı zamanda güçlü olmalıydı. Görülüyor ki, güdümlü balon, sadece
buharlı makinenin tanındığı bir dönemde gerçekleşebilecek bir tasan değildi.
Sözgelişi Giffard'ın, 1852'de kendi balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo
ağırlığında ve olup olacağı 3 beygirgücündeydi. Üç beygir de etkili bir güdüm
sağlayabilecek bir güç değildir. Elektrik motorlarının icadı
araştırmalara yeni bir yön kazandırdı ve mucitlerin hevesini körükledi. 1883'te
Gaston ve Albert Tissandier kardeşler elips biçiminde ve 28 m. uzunluğunda bir
balon imal ettiler. Buna, pillerle beslenen bir Siemens elektrik motoruyla
döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün bunların toplam ağırlığı 300 kiloyu
bulmuştu ve bir buçuk beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu girişimde de gerekli
güdümün elde edilmesi mümkün değildi. Balonlara güdümlülük verme fikri
yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye başlamıştı ki, 1884'te Charles Renard
(1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini kanıtlayabildi. Bu havacı 8
beygirgücünde ve 564 kilo gelen bir elektrikli motor koymayı başardı. La France
adını verdiği 50 metrelik balonuyla 7.600 km.'lik bir uzaklığı gidip döndü.
Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek vaat etmeyen bir
gösteri gibi görünüyordu. Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama güçle
birlikte ağırlık da artıyordu. Patlamalı motorların yaygınlaşması ve
gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897'de Alman Woelfert balona, bir Daimler motoru
yükledi. Deutschland adını verdiği bu balon 28 m. uzunluğundaydı ve iki
pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı, bu hacimdeki bir hidrojen balonunun içinde
alev saçan bir patlamalı motor oturtmanın barutla ateşi bir arada bulundurmak
demek olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda yaptığı deneme faciayla sona
erdi. Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü Brezilyalı
Alberto Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901'de Deutsch armağanını
kazandı. Bu armağanın, Sint-Cloud'dan hareket edip Eyfel'in çevresini dönecek ve
hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi kararlaştırılmıştı.
Santos-Dumont'un balona nasıl hâkim olduğunu görenler şaşmış ve hayran
olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı. Henüz uçak sözü edilmediği ve
Ader'in ordunun anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu dönemde meydan
güdümlü balonundu. Fransa'da ve Almanya'da mucitler ve halk heyecan
içindeydi. Cüretli zenginler yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin
Fransız sanayicisi Paul Lebaudy (1858 -1937), 1902'den başlayarak bir seri
güdümlü balon yapılması için bir servet harcadı, ama bunların çoğu facialarla
son buldu, içlerinde en şanslı olan, Mühendis Julliot'nun yapısı Liberte (1909),
63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120 beygirlik bir motor ona 40 km.'lik
hız vermekteydi. Almanya'da bu işlerin başında Graf von Zeppelin
bulunmaktaydı (1838-1917). Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu kişiyi halk
heyecanıyla ve imparator da lütuflarıyla desteklemekteydiler. Birçok acı
tecrübeler geçirdiği ve facialara tanık olduğu halde, bu manevi desteklemeler
sayesinde umutsuzluğa düşmedi ve gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi
başardı. Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları
hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar, ilkinin boyu 128 m. ve hacmi
11.000 metre küptü (1900). Ve iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi.
Sonuncusu (1936) Avrupa ile Amerika arasında ticari bir havacılık hattında
çalışıyordu: bunun hacmi 105.000 metre küptü ve motoru da 2.650
beygirgücündeydi. Salonu, yemekhanesi konforlu ve fresklerle süslüydü; ayrıca
bir sigara salonuna, duş odasına da sahip olan bu güdümlü balon 50 yolcu
taşımaktaydı. Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.'yi
buluyordu. Fakat o oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları hidrojen faciaya
sebep olmak için bir kıvılcım bekliyordu. Eninde sonunda güdümlü balon yok
olmaya mahkûmdu. 1914'ten başlayarak Graf von Zeppelin, 148 m.
uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir motorla işleyecek olanı Zeppelin IVün
montajıyla uğraşıyorken uçak deneme safhasından çıkmış, askeri ve sivil alanda
parlak bir geleceğe doğru uçmaya başlamıştı bile.
HAVACILIĞIN
BEŞİĞİBalon, XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir
yığın mucit güdümlüsünü de imal edebileceklerini ileri sürüyorlarken, havadan
daha ağır olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu.
Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı; çünkü tabiatta balona benzeyen bir
örneğin bulunmamasına karşılık kuşlar, havadan daha ağırın tipik örnekleriydi.
Uçurtma çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha büyüğünü imal
etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı işte bu mantığı yürütüyor ve bu uğurda
kurbanlar veriyorlardı, insan kaslarının uçmak için yeterli güçte olmadığını
çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı. Sorunu bilimsel
olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857) oldu; hatta vatandaşı
William Samuel Henson 1842'de elli metre boyunda tek kanatlı bir uçak bile imal
etti. Ama uçuramadı, çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz çözümlenmemişti; buharlı
makineyle çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki, yapılacak bütün denemelerin boşa
gitmesi kaçınılmaz bir sonuçtu. Gerçekten de 1895'te İngiliz mühendisi Hiram
Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi Samuel Langley'in (1834-1906)
1903'teki denemeleri başarısızlıkla sona erdi. Buharlı uçan makineyi
uçurmayı başaran tek mucit Fransız Clement Ader (1890 ve 1897) oldu. Balonun
aracılığı olmaksızın göğe yükselebilen ilk insanın Ader (1841-1925), P.T.T.'de
mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı. Başarılı oldu ve epey de para
kazandı. O zaman kendini rahatça, havadan daha ağır sorununu incelemeye verdi.
Yaklaşık bir milyon frank harcadı, ama amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890'da,
pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle dönen ve ağırlığı beygir başına 15
kg. olan aracı yerden kalktı. Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla
da kalmadı; bir hamle yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı gerçekleştirdiği aracı;
birer ufak buhar makinesiyle dönen, iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir
yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü, aşağıda yerin hızla
gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle, hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini görünce
soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi. Anlayışla
karşılanması gereken böyle bir telâş, buna rağmen aleyhine oldu; çünkü deneyde
hazır bulunan Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir başarı
saymadılar ve bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan Ader
havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı.Ader'in başarısızlığı,
havadan daha ağırın başarılı sonuca varabilmesi için hafif makinenin yeterlj
olmadığını, bu aracı kullanmayı bilmek de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın
itici bölümünde kusur yoktu; beygir başına 3 kilo gelmekteydi ki, bu gerçekten
büyük bir başarıydı. Ancak, resmi deney için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı
bile pratik bir makine haline gelemeyecekti; aracın itici bölümünü başarıyla
meydana getirmişti, ama aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader'in
pilotluğu bilmediği kadar aracı da uçmayı bilmiyordu. Bütün öncüler gibi
Ader de bir makinenin uçabilmesi için kuşa benzemesi gerektiğini düşünmüştü.
Buna inanıldığı için de leyleğin, akbabanın uçuşu inceleniyor, kanatları ve
bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama araştırmacılar tabiatı kılı
kılına taklit etmenin söz konusu olamayacağını tahmin edebilmeliydiler.
Hayvanların imkânları ayrıdır, insanınki ayrı. Onları inceleme, kopya etmeye
varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme mekanizması anlaşıldıktan sonra
insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca varmak gerekirdi. Bunu böyle
anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk bilim adamı Alman Otto Lilienthal
(1848-1896) oldu. Kendini bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa verdi; bu
sorunun bilgini, yapımcısı, akrobatı, fizyolojisti oldu. Kırk üç yaşında olduğu
halde kanatlar takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar yapmaktaydı. Aracı 4
m. kapsamlı ve 14 metrekare havayı kaplayan bir planördü. Yelkensi aracının
ortasında durur, kendini bir tepeden aşağıya atar, havada mümkün olduğu kadar
uzağa gidecek şekilde süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve yükselen hava
akımlarından yararlanma yöntemlerini araştırırdı. Yaptığı iş ölüme kafa tutmak
değil, onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de değil; aracı 1896
yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu serüvende kaybetti. Ama
gelecek kuşaklara hazine değerinde bilgiler ve havacılığın doğmasına imkân
hazırlayan gözlemler bıraktı. Bu hazineyi Fransız Ferber ve Amerikalı Chanute ve
Langley buldular, değerlendirdiler ve yararlandılar. Amerikalı mühendis
Octave Chanute'ün (1832-1910) özelikle kayda değer katkıları oldu. Mouillard'ı
tanımış ve Lilienthal'm deneylerini dikkatle izlemişti. Birinin teorik
çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar verdi. Kişisel
deneyleri onu, Almanın planöründe değişiklikler yapmaya götürdü: Onun tek katlı
kanadının yerine iki katlısını koydu ve bir de stabilizatör, yani doğrultuyu
düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı sırtına alır ve hava kendisini
kaldırsın diye bayır aşağı koşardı. 1897'de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı.
Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu dönemde Chanute'ün
kendisinin ve Lilienthal'in deneylerini anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz
yankılar yaratmıştı ve bir yığın heyecanlı genç, Ader'in deyimiyle uçucu olma
hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi, Dayton'da (Ohio)
satıcılığı yapan
otuz iki ve otuz sekiz yaşındaki Wilbur (1867-1912) ve Orville Wright
(1871-1948) kardeşler oldu.Wright kardeşler Chanute'ün deneylerinin
izinden gitmek kararında olmakla birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi
bir yana bırakıp ağır ama emin adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi
ayrıştırdılar ve güçlükleri tek tek bulup bunları gidermenin yollarını bulmaya
çalıştılar. Araştırmalarına, çift kanatlı Chanute planörüyle başladılar (1889).
Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek için arka planda karın üstü yatmanın,
stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik dümeni kullanmanın ve dümenin,
gözlerinin önünde olması için öne yerleştirmenin daha iyi olacağını gördüler.
Bundan başka geriye bir direksiyon dümeni eklediler, taşıma yüzeyini de
genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı 1902'de, binden fazla deney ve
uçmanın verdiği tecrübelerin sonucunda Lilienthal ve Chanute'ünküne kat kat
üstün bir planör durumuna getirdiler. 1903'te Wrightlar yerden kesilmek
için dıştan yardım almaya son vermeyi düşündüler ve bu amaçla araca bir motor
takmaya karar verdiler. Bunun için de 20 beygirlik bir Fransız motoru aldılar.
Yeni 'uçak' 17 Aralık 1903'te havalandı. En çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor
ve bu, o zamanlar binlerce kilometre aşan Conste Hation'un yanında hiçten öteye
gideceğe benzemiyordu. Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin
yanında saçmaydı: Havacılık doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun, hafif motor ve
aerodinamik tekniğin, zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe
gelişeceği kesindi. Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken
Avrupa da boş durmuyordu. Onun da mucitleri Lilienthal, Ader ve Chanute'un
deneylerini, kendilerine özgü dehalarıyla devam ettiriyorlardı, izledikleri
yöntem. Amerikalılarınkinden bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla
gitmelerine karşı, Avrupalılar çılgın bir cüretle ve ya batar ya da çıkar
zihniyetiyle ilerlemekteydiler. Yüce olmasına yüce bir yöntemdi bu, ama hem
insanca, hem paraca pahalıya mal oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909),
Mühendis Robert Esnault-Pelteri, Gabriel Voisin, ve Louis Breguet gibi
teknisyenlerden başka bir yığın spor meraklısı ve çılgın amatör de işin
peşindeydiler. Teknisyen, sanatçı, salon adamı olsun hepside Cyrano'nun ülkesine
yaraşır zarif bir gözü peklik gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı.
Santos-Dumont, Henri Ferman, Louis Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı.
Peki ya bilim? Bilim bu ampirik ve tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti.
Bilindiği gibi, Wright kardeşler buluşlarını 1908'de Fransa'da açığa
vurdular, ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş
bulunuyorlardı. İlk uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar Leon
Levavasseur'un (1863 -1922) V motorlu Antoinette ve Laurent Seguin'in ünlü
rotatif Gnöme'uydu. Birkaç ay önce de teknisyen Paul Cornu'nün yaptığı ilk
helikopter ve Breguet ile Fizyolojisi Charles Richet'nin ortak yapımları
Gyroplane'ı (jiroplan) havalanmış bulunuyordu. Bunları da çok geçmeden 1910'da
Marsilyalı mühendis Henri Fabre'ın hydravion'u (deniz uçağı) izleyecekti.
Siyaset, Bilim Ve Tarih Bilinci (Doğan Özlem )The Benefits Of TreesEnerji TasarrufuAlternatif Ucuz Enerji KaynaklarıErozyonun Tanımı Ve ÇeşitleriDünyamızın HareketleriDoğalgazDeve KuşlarıTeknolojik CellatlarımızKüresel IsınmaÇimento İşkolu Ve SorunlarıAtmosferin Başlıca Gaz KirleticileriNükleer EnerjiYapay KristallerHyrogen Fuel The Fuel Of FutureKentiçi Ulaşımı Ve Çevre SorunlarıPrcı HakkındaÇevre Kirliliği Ve SonuçlarıSivil SavunmaUluslararası Hukuk Ve Çevre