Administrators Atakan Sönmez
Üyelik tarihi: May 2006 Bulunduğu yer: istanbul
Mesajlar: 5,723
Tesekkür: 2,852
3,132 Mesajinıza toplam 17,384 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
| Kenya'da Öğrenilmiş Çaresizlik (Video) MASAİLER
Doğu Afrika'nın en büyük ve eski kabilelerinden birini oluşturan Masailerin nüfusu bugün 850 bin civarında. Yarısı Kenya, yarısı kuzey Tanzanya'da yaşayan Masailerin ülkeler arası serbest geçiş hakkı var. Nairobi'de vaktimiz kısıtlı olduğundan ve bulunuş amacımızdan dolayı yaşadıkları yeri görme fırsatım olmadı fakat Mombasa'da tanıştığım Josephole Nkere, kabilesinin yaşamını, geleneklerini ve inançlarını tüm içtenliğiyle benimle paylaştı ve kameraya kaydetmeme izin verdi. Cenazelerini gömmek yerine doğaya bırakan, 'vahşi', inatçı, güçlü ve savaşçı özellikleriyle tanınan Masailer, misyonerler tarafından barbar oldukları gerekçesiyle ve köle ticaretini yaygınlaştırmak için Hıristiyanlaştırılmaya çalışılmışlarsa da bu girişim başarısız olmuş. Tüm ülkede olduğu gibi Masailer de açlık, kıtlık ve salgın hastalıklarla mücadele etmişler fakat geleneklerine sıkı sıkıya bağlılıkları sayesinde bugüne kadar dejenere olmadan sürdürebilmişler varlıklarını.
Josephole hayvancılıkla uğraşan, 6 çocuk babası, kendine güveni tam, İngilizce’si mükemmel, açık görüşlü bir Masai. Onunla konuşmamda dikkatimi en çok çeken nokta, bana ilginç gelebilecek geleneklerini anlatırken şaşıracağımı bilerek, kendisinin de benimle birlikte gülmesi ve hoşgörülü tavrıydı. Genel olarak inanış ve geleneklerinden ziyade günlük hayatlarını sordum.
Köyleri 15 haneden oluşuyor. Sabah güneş doğmadan kalkan ailede çocuklar okula hazırlanıyor ve yola çıkıyor. Her gün orman içinden 4 km yol yürüyerek okullarına ulaşıyorlar. Bu sırada baba, ineklerin sütünü sağıyor, eve gelip eşiyle kahvaltı ediyor ve sonra ormana gidiyor. Özellikle saat kaçta kalkıyorsunuz, ormana kaçta gidiyorsunuz diye sorduğum organize zaman odaklı sorulara cevap verirken uzun uzun düşündü Josephole. Ortalama 7’de ormana gidip, hava kararana kadar burada geçiriyor vaktini. İneklerin etinden, sütünden ayda 200 dolar kazandığından ortam koşullarına göre çok zengin bir adam. Bu yüzden avlanmasına gerek yok. Ormanda bitkiler, otlar toplayarak ve düşünerek geçiriyor vaktini. Akşam eve geldiğinde yemek yiyorlar beraberce ve erkenden yatıyorlar. Aile ilişkileri, ev dekorasyonu konusunda sorduğum sorulara tam cevap alamıyorum. Normal işte diyor, oturacak yerler var, yatak var, ama kafamda canlandıramıyorum. Onun normaliyle benimkinin aynı olmadığını hissediyorum. İnekler onlar için kutsal ama Hindular kadar değil. İneğe hem tapıp, hem de yiyorlar. Bir de kanını içiyorlar. Aslında diyor, fakirler daha çok içiyor karınlarını doyurmak için. Kan, çok önemli Masailer için, yaşamı, hayatta kalmayı simgeliyor. Poligami yaygın ve sünnet, ergenliğe geçiş, savaşçılık, evlenme, orta yaşa geçiş, yaşlılığa geçiş, ölümle ilgili birçok törenleri var. Kıyafet ve takılarına çok özen gösteriyorlar. Kıyafetlerinde en çok kullandıkları renk kırmızı. Et ve sütü aynı gün tüketmenin hastalık getireceğine inanılıyor. Doktora gitmiyorlar. Nesilden nesile öğretilen bitkisel ilaç yapımıyla ortalama yaşam ömürleri 45 yıla kadar uzuyor.
DOĞA
Ekvatorun hemen altında bulunan Kenya, yaşadığı tüm sosyo-ekonomik problemlerin yanında bir doğa harikası. LOST dizisinin setini andıran kocaman yapraklı çiçekleri, envai çeşit ağaçları ve tropik meyveleriyle adeta yeryüzünde bir cennet gibi. Tüm bunlara rağmen hayvancılığın gelişmemiş olması, keçilerin ve ineklerin bir deri bir kemik olması ise ancak halkın hayvancılığı bilmemesiyle açıklanabilir herhalde.
Dünyanın pek çok yerinden özellikle batısından pek çok insan Kenya'ya yalnızca safari yapmak için geliyor. Bazıları günlük, bazıları neredeyse haftalık olan safarilerde hayvanları doğal ortamlarında görmek mümkün. Mombasa'da gittiğimiz timsah çiftliğinde yavru ve yetişkinlerden oluşan sayıları bini bulan timsah gördük. En can alıcı olanı ise timsahların besleniş zamanıydı. Bataklığın üzerine inşa edilmiş yüksek iskeleye çıkan görevli, büyük bir hayvan başına benzeyen ama kuyruğu olan ne olduğunu çözemediğim et parçasını iple aşağı sarkıttı ve timsahlar da yakalamaya çalıştılar. Üst üste 5 kez gerçekleşen bu durumun en ilginç yanı, insanların bu anı görmek için sıraya girmiş olması ve timsah eti kaptığında sevinç çığlıkları atanlar olmasıydı. Bir kez daha insanların vahşeti görmekten zevk aldığına kanaat getirdim. (Sanırım bu durumda ben de bu gruba dahil oluyorum) Diğer timsahları yiyecek kadar 'cani', ortamın ağır topu Big Daddy, ayrı bir bataklıkta tutuluyordu. 5 metre uzunluğunda 800 kilo ağırlığındaki yaşlı timsah, bakıcısı yemeğini getirdiğinde ağır aksak karaya çıktı ve soğukkanlılıkla bir defada eti kaparak bataklığa döndü. Yakalanmadan önce 5 insan yiyen timsahı izleyen insanların heyecanı ise görülmeye değerdi.
Nairobi'de katıldığımız Safari yürüyüşünde hayvanat bahçesi dediğimiz olgunun hapishaneden ibaret olmak zorunda olmadığını, hayvanların doğal ortamlarında da gerekli önlemler alınarak görülebileceğini anladım.
LİKONİ
Mombasa'daki son günümüzde Likoni kasabasına gitmek üzere yola çıkıyoruz. En hızlı gidiş yolu feribot. Minibüsle girdiğimiz kuyrukta sadece 20 kadar araç var, yanımızda ise tek sıra halinde dizilmiş bine yakın yerli. Feribot yaklaşınca önce arabalar çıkıyor. Sonra ayakta balık istifi şeklinde yığılarak gelmiş insanlar bir sürünün dağılması şeklinde terk ediyorlar feribotu. Manzara hayret verici, arabalar ve siyahlar arasında bile bir hiyerarşi var. Feribotta yayalar için oturacak yer yok. 5 dakikalık kısa yolculuk sonrası karaya geçiyoruz ve iki yanımızda insan seli, ilerliyoruz. Yollar, Avrupa'dan gelen giyecek yardımlarının bir şekilde ele geçirilip satıldığı teneke dükkanlarla dolu. Kadınlar yine başlarının üzerinde ekmekler, bavullar, sepetler, sırtlarında rengarenk kumaşlarına bağladıkları çocuklar yürüyorlar. Likoni'ye vardığımızda bizi genç bir muhtar/imam karşılıyor. Evlerin arasından yürürken çocuklar takılıyor peşimize, ayaklarında terlikleri bile olmayan, taşların çamurların üzerine bağladıkları naylonlarla top oynamaya çabalayan, herşeye rağmen yüzleri gülen çocuklar. Fotoğraf çekilmesine kızmayan tek grup olduklarından bol bol çekiyorum. Kimisi poz veriyor kameraya, kimisi ise korkup kaçıyor yine. Bir tanesi öyle korkuyor ki, ağlamaya başlıyor. Yaklaşmaya elini sıkmaya çalıştığımda yüzünde korku ifadesi. Hem korkuyor hem de nereye gitsem peşimden geliyor.
Yardım yapacağımız evlerden birine gidiyoruz ve içeri giriyoruz. Çamurdan sıvama bu evin büyüklüğü on metrekare kadar. İçeride 8 yetişkin, 7 çocuk yaşıyor. Akrabalıkları anlatılamayacak kadar kompleks. Mutfak niyetine kömürlüğü andıran bir oda var, ortalıkta yanan odunun üzerinde topraktan bir tencere. Koridorda bir yatak üzerinde genç bir adam oturuyor, akli dengesi yerinde olmayan. Hemen yanında yerde genç bir kadın ve bebeği. Kadın bana bakıp gülümsüyor. Eğilip konuşmaya başlıyorum, muhtar tercümanlık ediyor. Bebeğin babası nerde diyorum, yok diyor. Nasıl yok diyorum. Aldığım cevap karşısında donup kalıyorum, bütün köyde neden erkek olmadığını da açıklıyor bu cevap. Kadınların çoğu fuhuşla sağlıyor geçimini. Bu kadın da para karşılığı bir erkekle birlikte olmuş ve bebek o geceden doğmuş. Nasıl olur diyorum, nasıl, kaç paraya oluyor bu iş? Söylemek istemiyor önce ama bunu öğrenmem lazım, insanın kaç paraya onurunu ayaklar altına aldığını bilmem lazım. 200 Şili (4YTL) diyor sonunda. Ve korunmuyorlar. Bu birlikteliklerden doğan çocuklarla dolu köy. Genç kadının annesinin de 9 çocuğu var, kocan nerde dediğinde öldü diyor, çocukların kaç babası olduğunu, hangilerinin yaşayıp, hangilerinin öldüklerini düşünmek istemiyorum.
Bire bir yüzleştiğim bu gerçeğin şokuyla ayrılmak istiyorum oradan, çok fazla geliyor tüm öğrendiklerim. Çocuklara bakınca ağlamak istiyorum, küçük kız çocuklarının geleceğini düşünüyorum masum yüzlerine bakıp. Benden korkup kaçan kız geliyor yanıma yine. Gel diyorum tutuyorum elinden ve çıkarıp başımdaki şapkayı veriyorum. Şaşırıyor, tebessüm ediyor ve alıp kaçıyor. Birileri karşılık beklemeden de sana birşeyler verebilir mi demek istiyorum, yoksa çocukluğunda hoş bir hatıra olarak kalmak mı bilmiyorum... Minibüse binip uzaklaşmak istiyorum bir an önce buradan. Koltuğa oturduğumda üzerime müthiş bir ağırlık çöküyor. Sanki beynim ve kalbim kaldıramıyor gördüklerimi, öğrendiklerimi, uykuya dalıyorum, düşünmek istemiyorum...
TÜRK OKULU
Uyandığımda Mombasa'daki Türk lisesindeyiz, Kenya'daki dört Türk okulundan biri olan bu okulda 200 kadar öğrenci eğitim görüyor. Çoğu burs alıyor ve başarı düzeyleri İngiliz okullarıyla yarışabilecek düzeyde yüksek. Hem İngilizce hem Türkçe eğitim veriliyor. Öğrenci kabulünde din ve etnik ayrım gözetilmiyor. Öğretmenlerin yarısından fazlası da Afrikalı. Noel tatili olduğundan öğrencileri görme fırsatını kaçırıyoruz. Okul müdürü ve öğretmenler bize faaliyetlerini anlatıp okulu gezdiriyorlar. Bu arada okulda çalışan Kenyalı işçiler çarpıyor gözüme ve hemen sohbete başlıyorum. Size iyi davranıyorlar mı diyorum, memnun musunuz burada çalışmaktan? Çok memnunuz diyorlar, bizimle aynı masada oturup yemek yiyorlar diyorlar da başka birşey demiyorlar. Birkaç Türkçe kelime de öğrenmişler. Türkiye onlar için neredeyse adaletin sembolü olmuş.
6 senedir Mombasa'da bulunan Ahmet'le konuşuyoruz otele dönüş yolunda. Burada uzun süredir bulunan bir Türk olarak sınıf farklılığını bana açıklayabileceğini düşünüyorum. Üniversitede diyor, arkadaş oluyor siyahla beyaz. Ama hocalarda bile yerleşmiş sömürge bilinci. Bir hocası kendisine ısrarla 'sir' diye hitap ediyormuş. Hocam benim size 'sir' demem lazım, yapmayın lütfen dese de vazgeçirememiş, adam kendisini suçlu hissettiğini, öğrencisi dahi olsa onun gözünde önce ‘beyaz’ olduğunu söylüyormuş.
Otele döndüğümde gözüme duvardaki tablolar ilişiyor. Bir bakıyorum yan yana dört tane dizilmiş ve hepsi de aynı! Birkaç ev ve aralarında yürüyen bir kandın ve çocuk resmedilmiş. Karşı duvarda ise yerden üç metre yukarıda bulunan aynalar var, yani kendini görmek mümkün değil. O zaman hakikaten düşünce sistemlerinin farklı çalıştığına inanıyorum.
SON GÜN
Ertesi gün erkenden Nairobi'ye dönüyoruz. Son günümüzü Kibera'da sağlık taraması yaparak geçireceğiz. Doktorlarla birlikte terk edilmiş sağlık merkezine giriyoruz ve önümüze 2 sandalye koyarak hastaları içeri almaya başlıyoruz. Benim görevim tercümanlık. Ürkek bakışlarla içeri giren kadınlara soruyorum, problem nedir, ne zamandır devam ediyor diye. Çoğu hayatlarında ilk defa doktor gördüğünden sırtını açmaya çekiniyor, sorulara tam cevap veremiyor. Genel problem göğüs ağrısı ve öksürük. Hepsi enfeksiyon kapmış, pislikten mi olmayan içme sularından mı bilemiyorum. Bazılarının da gözleri bozuk. Doktor, televizyon seyrederken artıp artmadığını soruyor baş ağrısının örneğin, kadın televizyon mu diye şaşırıyor. Sıtma şikayetleriyle gelenlere birşey yapamıyoruz. Kimisi de hiçbir şikayeti olmadığı halde sadece popülaritesinden dolayı geliyor içeri. Gülüyor, etrafa bakıyor, tamam gidebilirsiniz deyince ama ilaç vermeyecek misin diyor, bari bir vitamin yazsaydın...
Bir kadın giriyor içeri üç küçük çocuğuyla. Kendisi yine akciğerlerinden rahatsız, büyük oğlunda üst solunum yolları enfeksiyonu var, ortancanın devamlı karnı ağrıyor ve en küçüğün kalbi delik. Hiçbirşey yapamıyoruz. Hiçbirşey söyleyemiyoruz. Gözlerim doluyor, arkamı dönüyorum. Sonra kadın ameliyat gerektiğini ve 200.000 Şili (50 bin YTL) gerektiğini söylüyor. Ama bir umut bir de bize getirmiş işte. Doktorların gözünün içine bakıyor kadın ufacık bir umut için, doktorla ben de birbirimize çaresizlik içinde. Biraz para veriyoruz ve gidiyorlar...
Birkaç saat içinde yüzden fazla hasta muayene ediliyor. Rahatsızlıklarının kronik olduğunu bu yaptığımızın pek bir işe yaramadığını düşünürken, ekipten arkadaşlar gelip kapıdan dışarı çıkanların sevinçlerini anlatıyor bize. Birinin onlara ilgi göstermesinden, birkaç dakikalığına da olsa tüm dertlerini dinleyen birilerinin olmasından, bir kutu vitaminden, bir şişe öksürük şurubundan duydukları mutlulukları. O zaman çabamız boşa gitmiyor diye geçiyor aklımdan ve ekiptekiler yakında buraya daimi bir poliklinik kurabileceklerinin müjdesini veriyorlar. Küçük de olsa bir başlangıç. Belki dağıtılan yardımlar yetersiz ve geçici, belki sağlık taramaları sembolik kalıyor ama bunlar büyük adımların başlangıcı. Politik ve ekonomik sorunları hiç bitmeyecek gibi görünen bu kara bahtlı ülkede sivil ve insani yardımların ucundan kıyısından yaraları sardığına inanıyorum. Burada yaşadıklarını, gördüklerini gazetelerine, televizyonlara taşıyan gazeteciler sayesinde insanların bu acılara bir nebze olsun merhem olmak isteyeceklerine, en azından kendi hayatlarındaki ufak sorunları bu zorluklarla kıyaslayıp daha pozitif olabileceklerine, ellerindekinin kıymetini anlayacaklarına inanıyorum.
Akşamüstü birkaç ev ziyareti daha yaptıktan sonra İstanbul'a doğru yola çıkıyoruz. Dubai'ye vardığımızda ben eski ben değilim. Free shoplar, cep telefonları, parfümler, bilgisayarlar hepsi daha da boş ve anlamsız görünüyor gözüme. Gözümü kapadığım an feribot kuyrukları, karanlık kasvetli evler, çocukların masum yüzleri geliyor gözümün önüne. Açtığımda ise Starbucks, kuyumcular ve paparazzi dergilerinin ücretini ödemek için sıraya girmiş, parfüm test eden kadınları görüyorum. İki arada bir derede aklım karışık, yüreğim kırgın İstanbul'a dönüyorum.
Selma Şevkli: Journal of Turkish Weekly yazarı. Ocak 2007 |