Yüzbaşı
Üyelik tarihi: Sep 2007
Mesajlar: 514
Tesekkür: 197
445 Mesajinıza toplam 3,041 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
|
Sevgi, doğal bir benlik durumudur.
Ne kolay, ne de zordur. Bu sözcükler ona uygulanamaz. Bir çaba olmadığı için, ne kolay olabilir ne de zor. Nefes almak gibi bir şey. Kalbin atması, kanın vücudunda dolaşması gibi bir şey.
Sevgi senin varlığındır. Ama bu, sevgi neredeyse imkânsız olmuştur. Toplum buna izin vermez. Toplum seni öyle bir şartlar ki, sevgi imkânsız olur ve ancak nefret mümkün olan tek şey olarak ortaya çıkar. O zaman nefret kolaydır; sevgi ise sadece zor değil, imkânsız olur. İnsan çarpıtılmıştır. Eğer insan en başta çarpıtılmazsa onu köleleştirmek imkânsız olur. Politikacılar ve din adamları çağlar boyunca derin bir komplo içinde olmuştur. İnsanlığı bir köle kalabalığına dönüştürmek için işbirliği yapmıştır. İnsandaki her türlü başkaldırı duygu- sunu yok ediyorlar. Ve sevgi ise bir başkaldırıdır, çünkü sevgi sadece kalbin sesini dinler ve başka hiçbir şeyi umursamaz.
Sevgi tehlikelidir, çünkü seni bir birey yapar. Ama hükümetler ve kiliseler kesinlikle bireylik istemez. Onlar insan değil, koyun sürüsü ister. Onlar sadece insan gibi görünen ama ruhları çok ezilmiş, çok büyük hasar gördüğü için bir daha tamir edilmesi imkânsız olan kişiler ister.
Ve bir insanı yok etmenin en iyi yolu da, onun içindeki doğal sevgiyi yok etmektir. Eğer insanda sevgi olursa, ülkeler varolamaz; ülkeler nefret üzerinde varolabilir. Hintliler Pakis- tanlılardan, Pakistanlılar da Hintlilerden nefret eder. Ancak o zaman bu iki ülke var olabilir. Eğer sevgi ortaya çıkarsa sınırlar kalkar. Eğer sevgi yeşerirse, o zaman kim Hıristiyan ve kim Yahudi olur? Eğer sevgi ortaya çıkarsa, din de kaybolur.
Eğer sevgi ortaya çıkarsa, kim tapınağa gider? Ne için gider? Tanrıyı aramanın tek nedeni sevgi eksikliğidir. Tanrı, eksik olan sevginin yedeğinden başka bir şey değildir. Mutlu olma- dığın, huzurlu olmadığın, coşkulu olmadığın için Tanrıyı arıyorsun. Aksi halde, ne gerek var? Kimin umurunda? Eğer hayatın bir dans ise, zaten Tanrıya ulaşmışsın demektir. Sevgi yüklü bir kalp Tanrıyla doludur. O yüzden aramaya gerek kalmaz, dua etmeye gerek kalmaz, herhangi bir tapınağa ya da rahibe gitmeye gerek kalmaz.
O yüzden rahip ve politikacı ikilisi insanlığın düşmanıdır. Onlar büyük bir komplo içinde, çünkü politikacı bedenine ve rahip de ruhuna hükmetmek istiyor. Kullanılan araç da aynı; sevgiyi yok et. O zaman insan içi boş ve anlamsız bir varoluştan başka bir şey olmaz. O zaman insanlığı istediğin gibi yönlendirebilirsin ve kimse başkaldırmaz, kimsede isyan ede- cek cesaret olmaz.
Sevgi cesaret verir. Sevgi bütün korkuyu siler atar. Ve baskıcı güçler senin korkuna daya- nır. Senin içinde bin bir çeşit korku yaratırlar. Etrafın korkuyla çevrili, bütün psikolojin korkuya dayalı. Kendi içinde titriyorsun. Sadece yüzeyde belirli bir görünüm sergiliyorsun; ama bunun altında derin korku katmanları bulunuyor.
Korku dolu bir insan sadece nefret edebilir. Nefret, korkunun doğal bir sonucudur. Korku dolu bir insan aynı zamanda öfke doludur. Korku dolu bir insan, yaşamdan yana olmak yerine yaşama karşıdır. Korku dolu bir insan huzurun ancak ölümle yaşanabileceğini düşü- nür. Korku dolu bir insan ra meyilli olur, negatif yaşar. Hayat onun için tehlikeli görü- nür, çünkü yaşamak demek sevmek demektir. Nasıl yaşayabilirsin? Nasıl bedenin yaşamak için nefes almaya ihtiyacı varsa, ruhun da yaşamak için sevgiye ihtiyacı vardır. Ve sevgi zehirlenmiştir.
Sevgi enerjini zehirleyerek senin içinde bir ayrım yarattılar. Seni ikiye bölüp, içinde bir düşman yarattılar. Bir iç savaş yarattılar ve o yüzden sürekli çatışma halindesin. Bu çatışma senin enerjini dağıtıyor; o yüzden hayatın sana zevk ve neşe vermiyor. Hayatında bir enerji taşması yaşanmıyor; donuk, yavan, sönük oluyor, zekân köreliyor.
Sevgi zekâyı keskinleştirir, korku köreltir. Senin zeki olmanı kim ister? Herhalde gücü elinde tutanlar değil. Senin zeki olmanı nasıl istesinler? Eğer zeki olursan onların stratejilerini, oyunlarını görmeye başlarsın. Onlar senin aptal ve vasat olmanı istiyor. İş söz konusu oldu- ğu zaman verimli olmanı istiyorlar ama zeki olmana karşılar. O yüzden insanoğlu potansiye- linin ancak minimum seviyesini ortaya koyabiliyor.
Bilimsel araştırmacılar sıradan bir insanın hayatı boyunca zekâ potansiyelinin sadece yüzde beşini kullandığını söylüyor. Sıradan insan sadece yüzde beş kullanıyor. Peki ya sıradan ol- mayanlar? Peki ya bir Albert Einstein, bir Mozart, bir Beethoven? Araştırmacılar bu çok yete- nekli insanların bile yüzde ondan fazla kullanmadığını ifade ediyor. Dâhi olarak tanımladı- ğımız kişiler bile sadece yüzde on beş kullanıyor.
Herkesin potansiyelinin yüzde yüzünü kullandığı bir dünyayı düşünün ... o zaman tanrılar dünyayı kıskanır, o zaman tanrılar dünyada doğmak ister. O zaman dünya bir cennet olur. Süper bir cennet olur. Şu anda bir cehennem.
Eğer bir insan rahat bırakılırsa, zehirlenmezse, o zaman sevgi basit olur, hem de çok basit. O zaman bir sorun yaşanmaz. Yatağında akan bir nehir gibi, buharlaşıp yükselen su gibi, çiçek açan ağaçlar ya da öten kuşlar gibi olur. Bunlar kadar doğal ve anlık olur.
Ancak, insan rahat bırakılmaz. Çocuk doğar doğmaz, baskıcılar onun enerjisini ezmek için harekete geçer ve onu o kadar derinden çarpıtırlar ki, o kişi sahte bir hayat sürdüğünün, bir pseudo hayat sürdüğünün farkına bile varamaz. O yüzden yaşamak için doğduğu hayatı, ona bahşedilen hayatı yaşayamaz; gerçek ruhunu yansıtmayan, sentetik ve plastik bir ya- şam sürer. O yüzden milyonlarca insan bu kadar büyük bir ıstırap içinde. Çünkü bir noktada yanlış yola saptıklarını, aslında kendileri olmadıklarını, hayatlarında bir şeylerin yanlış oldu- ğunu hissederler.
Eğer bir çocuğun doğal bir şekilde büyümesine yardımcı olunursa sevgi çok basit olur. Eğer çocuğun doğayla ve kendisiyle uyum içinde olmasına yardımcı olunursa, çocuğun doğal ve kendisi olması için her türlü destek ve cesaret verilirse, o zaman sevgi çok basit olur. İnsan zaten sevgi olur.
O zaman nefret neredeyse imkânsız olur, çünkü birinden nefret etmeden önce, bu zehri kendi içinde yaratman gerekiyor. Bir şeyi başkasına ancak sende varsa verebilirsin. O yüzden de nefret edebilmek için içinin nefret dolu olması gerekir. Nefret dolu olmak ise cehennemde yaşamak demektir. Nefret dolu olmak alevin içinde olmak demektir. Nefret dolu olmak, önce kendini yaralaman anlamına geliyor. Bir başkasını yaralamadan önce kendini yaralaman gerekiyor. Diğeri yaralanmayabilir, bu ona bağlı olacaktır. Ancak kesin olan bir şey var; nefret etmeden önce uzun bir sıkıntı ve ıstırap yaşaman gerekiyor. Diğer kişi belki nefretini kabul etmeyip, onu geri çevirecek. Diğer kişi bir Buddha olabilir ve senin nefretini tebessümle karşılayabilir. Seni affedebilir, tepki vermeyebilir. Eğer tepki vermiyor ise onu yaralaman mümkün olmayabilir. Eğer onu rahatsız edemiyorsan, ne yapabilirsin? Onun karşısında kendini güçsüz hissedersin.
Bu durumda, diğerinin yaralanacağı kesin değil. Ama kesin olan bir şey var: Eğer birinden nefret ediyorsan, önce kendi ruhunu sayısız şekilde yaralaman gerekiyor; başkalarına zehir atabilmek için önce bu zehri içinde biriktirmen gerekiyor.
Nefret doğal değildir. Sevgi bir sağlık belirtisidir; nefret ise hastalık durumudur. Tıpkı hasta- lık gibi doğal olmayan bir şeydir. Ancak doğa ile bağını kopardığın zaman, varoluşla uyum içinde olmadığın zaman, kendinle uyum içinde olmadığın zaman, en derinindeki özle uyum içinde olmadığın zaman ortaya çıkar. O zaman hasta olursun. Psikolojik, ruhsal hasta. Nefret, yalnızca bir hastalık simgesidir; sevgi ise sağlık, bütünlük ve kutsallığın işaretidir.
Sevgi en doğal şeylerden biri olmalıdır ama değil. Tam aksine, en zor şeylerden biri olmuş- tur ... neredeyse imkânsız sayılıyor. Nefret ise kolaylaşmış durumda; nefret için eğitilmiş ve hazırlanmışsın. Hindu olmak demek, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler için nefret dolu olmaktır; Hıristiyan olmak, diğer dinler için nefret dolu olmak demektir. Milliyetçi olmak, diğer milletlerden nefret etmek demektir.
Sevmenin tek bir yolunu biliyorsun, bu da başkalarından nefret etmek. Ülkeni sevdiğini, ancak başka ülkeleri nefret ederek gösterebiliyorsun. Kilisene duyduğun sevgiyi ancak başka kiliselerden nefret ederek gösteriyorsun. Dağılmış durumdasın!
Bu din denen şeyler sürekli sevgiden söz ediyor ama bu dünyada giderek daha fazla nefret yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Hıristiyanlar sevgiden söz ediyor ama din adına birçok savaş çıkartarak Haçlı Seferlerini yarattılar. Müslümanlar sevgiden söz ediyor ama onlar da cihat ilan ediyor. Hindular sevgiden söz ediyor ama eğer yazıtlarına bakarsan nefret dolu olduklarını, diğer dinlere yönelik nefret içinde olduklarını görürsün. Ve bizler bütün bu saçmalıkları kabulleniyoruz! Bunları direnmeden kabulleniyoruz, çünkü bunları kabul etmeye şartlanmış durumdayız. Bize hayatın böyle olduğu öğretildi. O yüzden de kendi doğanı inkâr etmeye başlıyorsun.
Sevgi zehirlenmiştir ama yok edilmemiştir. Bu zehir atılabilir, sisteminden çıkarılabilir. Arına- bilirsin. Toplumun sana zorla benimsettiği her şeyi kusabilirsin. Bütün inançları ve şartlandır- maları geride bırakabilirsin. Özgür olabilirsin. Eğer sen özgür olmaya karar verirsen toplum seni sonsuza dek köle olarak tutamaz.
Artık eski kalıpları geride bırakıp, yeni bir yaşam biçimine başlamanın zamanı geldi; doğal bir hayat, baskıcı olmayan bir hayat, her şeyden mahrum kalan değil, şenlik gibi bir hayat. O zaman nefreti hayata geçirmek giderek daha fazla imkânsız olacaktır. Nasıl hastalık sağlı- ğın karşı kutbuysa, nefret de sevginin karşı kutbudur. Ama hastalığı seçmek zorunda değil- sin.
Hastalık, sağlığın sahip olmadığı birkaç avantaja sahiptir; bu avantajlara bağlanma. Nefretin de sevginin sahip olmadığı birkaç avantajı vardır. O yüzden çok dikkatli olmalısın. Hasta insana herkes daha duyarlı davranır; kimse onu incitmez, herkes sözlerini dikkatle tartar, çünkü o çok hastadır. Odak noktasına dönüşür, herkesin merkezinde yer alır ... ailen, arka- daşların ... merkezdeki insan olur, önemli birine dönüşür. Eğer bu öneme, bu ego tatminine çok fazla bağlanırsa bir daha sağlıklı olmak istemez. Hastalığa kendisi yapışır. Psikologlar birçok insanın hasta olmanın avantajları nedeniyle hastalıklarına bağlandığını ifade ediyor. Hastalıklarına o kadar uzun zamandır yatırım yapıyorlar ki, o hastalığa yapıştıklarını tama- men unutuyorlar. Eğer sağlıklarına kavuşurlarsa tekrar bir hiç olacaklarından korkuyorlar.
Bunu da sen öğretiyorsun. Küçük bir çocuk hastalandığı zaman bütün ailenin ilgi odağı oluyor. Bu tamamen bilime aykırı bir şey. Çocuk hastalandığı zaman gereğini yap ama çok fazla üzerine eğilme. Bu çok tehlikeli, çünkü eğer hastalıkla senin ilgin arasında bir bağ kurulursa ... eğer tekrar tekrar olursa, bu zaten kaçınılmazdır. Çocuk ne zaman hastalansa bütün ailenin odak noktası olur; baba gelir, yanına oturur ve nasıl olduğunu sorar, doktor gelir, komşular ziyarete gelir, arkadaşları arar ve gelenler hediye falan getirmeye başlar. Bütün bunlara çok fazla bağlanabilir; bu durum egosu için o kadar besleyici olmaya başlar ki, bir daha iyileşmek istemez. Eğer bu yaşanırsa, sağlığa kavuşmak imkânsız olur. Artık hiçbir ilaç faydalı olmaz. O kişi hastalığa kararlı bir şekilde bağlanmış olur. Birçok insan bunu yaşamıştır ... çoğunluk.
Nefret ettiğin zaman egon tatmin olur. Ego ancak nefret ettiğin sürece var olabilir, çünkü nefret sayesinde kendini üstün hissediyorsun, nefret sayesinde bütünden ayrılıyorsun, nefret sayesinde kendini tanımlıyorsun. Nefret sayesinde belirli bir kimliğe sahip oluyorsun. Sevgi- de egonun yok olması gerekir. Sevgide artık ayrı değilsin. Sevgi, başkalarıyla aynı potada erimeni sağlıyor. Bir buluşmadır, bir bütünleşmedir.
Eğer egoya çok fazla bağlanırsan, o zaman nefret etmek kolay ve sevmek çok zordur. Dikkatli ve tetikte ol: Nefret, egonun gölgesidir. Sevgi için büyük bir cesarete ihtiyaç vardır. Çok büyük bir cesarete ihtiyaç vardır, çünkü egonun kurban edilmesi gerekmektedir. Sade- ce bir hiç olmaya hazır olabilen insanlar sevebilir. Sadece bir hiç olmaya hazır olanlar, egolarından tamamen arınmış olanlar, bilenemeyenden gelecek olan sevgi hediyesini almayı başarabilirler.
EGO KORKAKLIKTIR. Korkaklık, egonun sadece bir parçası değil, egonun tamamıdır. Böyle olması kaçınılmazdır, çünkü ego sürekli ifşa edilme korkusuyla yaşar; içi boştur, aslında öyle bir şey yoktur; o sadece bir görünümdür, gerçeklik değil. Ne zaman bir şey sadece bir görünümse, bir serapsa, merkezinde korku olması kaçınılmazdır.
Çöldeyken uzakta bir serap görüyorsun. O kadar gerçekçi görünüyor ki, aslında varolmayan suyun içinde, civardaki ağaçların yansımasını bile görüyorsun. Ağaçlarla birlikte seraptaki yansımasını bile görüyorsun; su dalgalanıyor ve ağaçların yansıması da bu dalgalarla birlikte titriyor. Ama bütün bunları uzaktan görüyorsun. Yakınlaştığın zaman serap yok olmaya baş- lıyor. Aslında orada bir şey yoktu; gördüğün sadece güneş ışıklarının çölün sıcak kumla- rındaki yansımasıydı. Bu yansımada ve güneş ışıklarının dönüşünde bir vaha serabı yaratı- lıyor. Ancak, bu durum sadece uzaktan baktığın zaman varolabiliyor; yakınlaştığın zaman böyle bir şey olmadığını görüyorsun. Yakınlaşınca sadece sıcak kumu ve yansıyan güneş ışıklarını görüyorsun.
Farklı bir bağlamda anlaması daha kolay olacaktır.
Aya baktığın zaman onun güzelliğini ve dingin ışığını görüyorsun. Ancak, ilk astronotlar çok şaşırdı; çünkü aya yaklaştıkları zaman bir ışık olmadığını gördüler. Ay sadece düz ve çorak bir toprak parçasıydı ... bitki örtüsü ya da herhangi bir yaşam yoktu, sadece cansız bir kaya parçası. Ancak, ayda dolaşırken dünyaya baktıkları zaman hayretler içinde kaldılar: Dünya çok güzel bir ışıkla parlıyordu.
Bu ışıkla kıyaslandığı zaman, ay ve ayın güzelliği çok sönük kalıyordu. Dünya, aydan sekiz kat daha büyük olduğu için ışığı da sekiz kat daha yoğundu. Astronotlar bunun gerçek olma- dığını biliyordu ama gözleriyle görüyordu. Böyle bir şey yoktu ... çok garip bir şey; astro- notlar dünyadayken, ayın çok güzel bir beyaz ışık yaydığını görüyordu. Ayın yüzeyinden baktıkları zaman ise ay sadece cansız bir kaya parçasıydı ve dünya çok güzel bir ışıkla parıldıyordu. Dünyayı biliyorlardı, hayatları boyunca burada yaşamışlardı ama hiç böyle bir şey görmemişlerdi. Güneş ışığının yansımasını görmek için uzaktan bakmak gerekir.
Dünya da ışık yayıyor. Güneş ışığı dünyaya ulaştığı zaman bir kısmı dünya tarafından emi- liyor; ancak, çoğu yansıyor. Bu yansıyan ışığı ancak dünyadan çok uzakta olduğun zaman görebilirsin; aksi halde göremezsin.
Ego aslında varolmayan bir olgudur. Senden uzakta olan insanlar onu hissedebilir, görebilir ve incinebilir. Senin tek endişen onları kendine fazla yaklaştırmamaktır. Herkes başkalarını belirli bir mesafede tutmaya çalışıyor, çünkü insanların fazla yaklaşmasına izin vermek de- mek boşluğunun kapılarını açmak demektir.
Ego diye bir şey yoktur. Ancak sen egonla o kadar özdeşleşmişsin ki, egonun ölümünü, egonun kaybolmasını sanki senin ölümünmüş gibi hissediyorsun. Bu, doğru değil; tam tersine, ego öldüğü zaman gerçek benliğini, içindeki özünü hissedeceksin.
Egoist biri her zaman korkak olacaktır. Hiçbir yakınlığa izin veremez. Dostluk, sevgi ve hatta normal arkadaşlık bile tehlikelidir. Adolf Hitler odasında birinin uyumasına asla izin vermez- di. O her zaman yalnız uyur, kapıyı içeriden kilitlerdi. Hiç evlenmedi, çünkü eğer evlenirse, eşini odaya almak zorunda kalacaktı. Sadece odaya değil, yatağına almak zorunda kala- caktı. Ama o zaman fazla yakın olacaktı ve bu fazlasıyla tehlikeliydi.
Hiçbir dostu yoktu. İnsanlarla arasına her zaman bir mesafe koyuyordu; hayatı boyunca onun omzuna elini koymuş tek bir kişi bile yoktu. Bu kadar yakınlığa izin veremezdi.
Neden korkuyordu? Bu kadar korkmasının nedeni neydi? Böyle bir yakınlığa izin verdiği an, “Büyük Adolf Hitler”in büyüklüğünün kaybolacağından korkuyordu. Çünkü o, sonuçta çok küçük, pigme gibi bir yaratıktı, hiçbir büyüklüğü yoktu. O büyüklük sadece posterlerde, yapılan o yoğun propagandalarda vardı.
Bir insan ne kadar egoistse, o kadar yalnız kalmak zorundadır. Yalnız olmak mutsuzluktur ama her şeyin bir bedeli vardır. Var olmayan egonun gerçek görünmesi için bir bedel öde- men gerekir. Bunu mutsuzlukla, acıyla ve ıstırapla ödersin. Her neyse, herkesi uzak tutmak- ta başarılı olsan bile, sen aslında bunun bir sabun köpüğü gibi olduğunu biliyorsun. Küçük bir iğne bile onu patlatıp yok eder.
Napolyon Bonapart, egoizm tarihinin en büyük egoistlerinden biridir. Ama yenildi. Bu yenil- ginin nedenini değerlendirmek gerekir.
Napolyon küçük bir çocukken, sadece altı aylıkken, bakıcısı onu bahçede bırakıp bir şey almak için eve gittiği zaman bir sokak kedisi çocuğa yanaştı. Altı aylık bir bebek için kedi, büyük bir aslan gibi görünmüş olmalı. Her şey izafidir, yani birbiriyle orantılıdır. O yüzden o bebek için kedi aslında büyük bir aslandı. Kedi sadece oyun oynamak istiyordu ama çocuk büyük bir şok yaşamıştı ve bu şok onu o kadar derinden etkilemişti ki, gençliğinde birçok savaş gördü, müthiş bir askerdi, bir aslanla bile savaşabilirdi ama yine de kedilerden korku- yordu. Bir kedi gördüğü an bütün cesaretini yitirir, birden altı aylık bir bebeğe dönüşürdü.
İngiliz başkomutan Nelson bu durumu biliyordu. Nelson, Napolyon ile kıyaslanabilecek bir asker değildi ama buna rağmen Napolyon’un yenilgiye uğradığı tek savaş bu oldu. Nelson ön cepheye yetmiş kedi getirdi ve Napolyon yetmiş kediyi gördüğü zaman, sinir krizi geçirdi; adama bir tanesi bile yetiyordu. Yardımcısına döndü ve şöyle dedi: “Komutayı sen devral. Ben savaşacak durumda değilim; düşünecek durumda bile değilim. Bu kediler beni öldürdü.”
Tabii, savaşı kaybetti.
Onu Nelson’ın yendiğini söyleyen tarihçiler yanılıyor. Hayır, psikolojik bir oyuna yenildi. Kediler tarafından, kendi çocukluğu tarafından yenilgiye uğradı. Kontrol edemediği korkusu tarafından yenilgiye uğratıldı.
Saint Helena adında küçük bir adaya hapsedildi. Ada çok küçük olduğu için kelepçeye bile gerek yoktu, çünkü buradan kaçmak söz konusu değildi.
Burada geçirdiği ilk gün yürüyüşe çıktı. Yaşadığı sinir krizi ve yenilgi nedeniyle yanında sürekli bir doktor bulunduruluyordu. Doktorla birlikte küçük bir patikadan yürürken, karşı yönden gelen ve büyük bir ot yığını taşıyan bir kadınla karşılaştılar. Patika çok küçük olduğu için birinin yol vermesi gerekiyordu. Doktor İngiliz olmasına rağmen kadına bağırdı: “Kenara çekil! Karşında kimin olduğunu bilmiyorsun. Yenilmiş olması hiç önemli değil. O, Napolyon Bonapart!”
Ama kadın o kadar cahildi ki, Napolyon Bonapart adını hiç duymamıştı. Hemen karşılık ver- di: “Ne olmuş? O kenara çekilsin! Kendinizden utanmalısınız. Sırtımda bu kadar yük varken neden ben size yol verecekmişim?”
Napolyon Bonapart doktorun elini tuttu ve onu kenara çekerek konuştu: “Napolyon Bonapart adını duyan dağların yol verdiği zamanlar geçmişte kaldı; artık o köpük patladı. Sırtında ot taşıyan kadına yol vermem gerekiyor.”
Yenildikten sonra olanları idrak etmişti. Hayatı boyunca bir korkuyu sürekli bastırmıştı. Bu durum büyük bir sır olarak saklanıyordu, ancak artık açığa çıkmıştı ve korkusu herkes tara- fından öğrenilmişti. Napolyon Bonapart artık bir hiçti.
Büyük bir egoistin düştüğü durum bu.
O yüzden korkaklığın egoizmin bir parçası olduğunu düşünme; onun tamamıdır. Ego, kor- kaklık demektir. Egosuz olmak ise korkusuz olmaktır. Çünkü artık senden hiçbir şey alı- namaz; ölüm bile içinde var olan hiçbir şeyi yok edemez. Biri tarafından yok edilebilecek tek şey egodur.
Ego o kadar kırılgandır ki, her zaman o kadar ölümün eşiğindedir ki, ona yapışmış olan insanlar sürekli derin bir korku içindedir. Egoyu bırakmak bir insanın yapabileceği en büyük eylemdir. Bu senin yiğitliğini gösterir, göründüğünden daha büyük olduğunu ispatlar. İçinde ölümsüz, yok edilemez, sonsuz bir şey olduğunu ispatlar.
Ego seni korkak yapar.
Egosuzluk seni yaşamın sonsuz gizeminde korkusuz bir yolcu yapar.
---
Cesaret
__________________ Ateşli çaba,kendini eğitme ve Mutlak varlığı algılama Yoga faliyetidir
Paramahamsa Yogaçarya MAHA Yogi AKİF MANAF |