Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18-02-2008, 03:52 AM   #4 (permalink)
shamanic
Administrators
♥Ozlem Şahin ♥
 
shamanic - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Feb 2007
Bulunduğu yer: istanbul
Mesajlar: 5,030
Tesekkür: 13,842
2,276 Mesajinıza toplam 13,392 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
shamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond reputeshamanic has a reputation beyond repute
Standart Ynt: bir yıldız daha kaydı... aysel gürel anısına..

[aşk çok güzel bir masal] aşk olsaydı genelevler olamazdı.
aşk çok güzel bir masal. çocukluğumuzda sindirella, uyuyan prenses gibi masallar anlatılırdı.
o masallarda yaşanan aşk yansıtılırdı. ama hayatta öyle değil aşk. grip gibi, ya da aids gibi de düşünebilirsin.
virütik bir şey. aslında olay şu; seks dürtüsünü, böyle birbirinin üzerinde tepişmeyi edepli hale getirmektir aşk.
insan önce kendini sever, bir de çocuğunu. üçüncü şahısı düşünemezsin.

söyleşi: deniz durukan

aysel gürel türkiye’nin en önemli söz yazarlarından biri. özellikle sezen aksu’nun seslendirdiği ünzile, firuze, sitem gibi
şarkı sözleri hala belleklerimizde. o yazdığı şarkılarla bu işte ne kadar usta olduğunu kanıtlamış, bir dönem oyunculuğu
ile de dikkat çekmiş biri. gürel, sadece sanatçı kişiliği ile değil; yaşamı, uçuk kaçık halleri, dobra sözleriyle de hep ilgi odağı oldu.
elbette merak uyandırıyor aysel gürel’in ardındaki diğer aysel gürel. şişli’deki evinde kendisini ziyaret ettiğimde inanılmaz
bir enerji ile karşıladı beni. o televizyondaki görüntülerinden daha güzel ve daha gençti.
üstelik o sıcacık halleri ile etrafa hoş bir koku bırakıyordu. o koku aysel gürel’in ta kendisiydi.

- dışardan bakıldığında özgür, çılgın, hafif delişmen bir kadın portresi çiziyorsunuz.
oysaki şarkılarınızda daha içsel, daha olgun, çok da duygusal bir kadın portresi var. nedir iki aysel’in arasındaki o ince ayrım.



iki ayrı aysel gürel var. biri perukasını takar, makyajını yapıp delimtrak hareketlerle ilgi çeker ve lafı patlatır.
sabah kalktığında kapıyı çekip amerika’ya gidebilecek bir aysel. bağsız, özgür bir kadın. diğeri de öğretmen kimliğinde, kültürlü;
bunu çekinmeden söylüyorum çünkü kültür türkiye’de tamamen dibe vurdu. alfabeyi okuyana, internetin başına oturup yazan
çizene ne kültürlü diyorlar. kültür sonsuza kadar okumaktan geçer. maalesef bizim sektör bu konuda çok zayıf insanlarla dolu.

müzik, türkiye’de geri kalmışlığın sembolü oldu. televizyon kanalları da buna çanak tutuyor.
hani “halk istiyor” gibi klişeler var ya, güya onlara uyuluyor. oysa yok böyle bir şey. türkiye’de şarkının, müziğin yerini bacak ve kalça aldı.
bunlar kötü demiyorum, bunlar çok güzel, cici, eğlendirici kızlar. şarkı söylediklerini zannediyorlar, bu da bir gayrettir, söyleye söyleye otuz
sene sonra belki öğrenirler. halkın hoşuna gidiyor deniliyor, onlara kaset yapılıyor. diğer taraftan, çok değerli müzisyenler revaçta değil.

- gözlemlediğim kadarıyla doksanlı yıllarda pop müzikte bir patlama oldu, fakat her önüne gelen kısa bir süreliğine meşhur oldu.
pop müziğin içi boşaltıldı, şimdi rock müziğe de aynı şey yapılmaya çalışılıyor. özellikle pop müzikteki lirikler çok iğrenç.

evet, iğrenç değil ama tiksindirici diyebiliriz. bu eğlencelik oğlanların ya da kızların hatası değil. korsan kasetle mücadele eden
yapımcılar maliyeti düşürmek için sokaktan yakaladıkları herkesi, yüzüne bakılır bir genç kızı ya da delikanlıyı alıyorlar,
okuma yazma biliyorsa, biraz da beste yapabiliyorsa, tamam, hadi gel diyorlar. iyi bir şey beklemeye hakkımız yok. isim vermeyeceğim,
birkaç kadın şarkıcı var, insanlar onların karşısında ayılıp bayılıyor, yerlere atıyorlar kendilerini. tahsili, kültürü, öngörüsü olmayan,
hatta yazdığı şeyin farkında olmayan -büyük bir olasılıkla yazdıkları alıntıdır, hırsızlığa da alıntı deniyor artık- kişiler bunlar.

hayret etmiyorum bunlara, çünkü hitap ettikleri kitle ile uyuşuyorlar. tv kanalları bunları sunarak böyle bir kültürün yaygınlaşmasını sağladı.
gerçek değerler ise göz ardı ediliyor. çünkü bu değerleri sundukları zaman yapımcıların da maliyeti artacak. benden şarkı sözü alan büyük
isimler bile maliyet artar diye ürküyorlar. işte böyle, dibe doğru gidiyoruz. yani limonu yemeğin üzerine sıktığında o limonun dibe çökmesi
gibi bir şey bu. müziğe de limon sıkılmıştır.

- aşk peki?

aşk olsaydı genelevler olamazdı. aşk çok güzel bir masal. çocukluğumuzda sindirella, uyuyan prenses gibi masallar anlatılırdı.
o masallarda yaşanan aşk yansıtılırdı. ama hayatta öyle değil aşk.

- bir yanılsama mı?





tabii ki. insan patatese de aşık olabilir, bir tabloya da. örneğin ben çelloya aşığım . erkekle kadın arasındaki aşkın varlığına inanmak mümkün değil. hayvanlar alemine bakın; dişi maymunlar günde altmış maymunla çiftleşiyor. şimdi erkekler de öyle, boğa gibi. bir kadının üzerine çıkıp jimnastik hareketleri yapıyorlar. hatta bir spor salonuna gidip çevirmekle aynıdır onların aşk anlayışı. ama özel kişiler de var, şairler, ressamlar, yazarlar bu hayvani duyguyu idealize eder, kendilerine göre yapıtlar verirler. bu da bir uyutma sistemi aslında. her insan aynı derecede hassastır, şairdir, ama eğitim görüp dili iyi kullanması gerekir. şimdi kayahan bir şarkısında “bizimkisi bir aşk hikayesi” diyor. “bizimki” tamam da, “si” ne oluyor? artık gülüyorum, ikaz etmekten yoruldum. müziğe söz yazan, ama bunu şiire yakın durarak yapan kişiler ortaya kalıcı yapıtlar koyar. elli sene sonra dili iyi bilen birileri gelip baktığında “yuh” der, “neler yazmış böyle?” bu önemlidir.

- ahmet hamdi tanpınar desem...

o benim hocamdır. onlar yüz senede bir gelen insanlar. “su, mermer ve yeşil ve ölümsüz ilkbahar” hocamın şiiriydi, ya da ben etkilenip yazmışım, hatırlamıyorum. benzerlikler şair için yararlıdır. ilk şiir modellerini okuduğu zaman ona benzer şeyler yazar. ama kendi üslubunu bulmamış bir şaire, şair diyemeyiz. ben de çok bocaladım, kimi zaman faruk nafiz çamlıbel, ahmet haşim, pablo neruda oldum. ta ki kendi şiirimi bulana kadar. çünkü şiir duvarı çok geç ve güç örülüyor. bir şarkıyı dinlediklerinde bu aysel gürel’in sözleri diyebiliyorlar, bu benim için çok önemli. şarkılarımdan çok bu üslubu oturtmak bana gurur verir. ama ticari şarkılar yapmıyor muyuz? yapıyoruz. sanatçı öyle bir şey istiyorsa yapıyorsun. bu da işin işportası.

- size gelen kişilere verdiğiniz şarkıları neye göre belirliyorsunuz?

bana ünzile, füruze gibi bir şarkı yaz diyorlar. karşımdaki kişi onu okuyabilecek yapıda, ya da seste değilse, okuyamazsın diyorum. gücenmiyorlar!

- bu şarkılar size para kazandırıyor mu?

kimse heves etmesin, şarkı yazarak geçinmek imkansız. bende altı valiz dolusu şarkı var. eğer beni geçindirebilecek olsa, şimdi trilyoner olurdum. mesam’dan üç beş kuruş gelir, o kadar.

- aşka dönelim, takıntılı bir durum yok mu aşkta? belki bir çeşit obsesyon...

grip gibi, ya da aids gibi de düşünebilirsin. virütik bir şey. aslında olay şu; seks dürtüsünü, böyle birbirinin üzerinde tepişmeyi edepli hale getirmektir aşk. insan önce kendini sever, bir de çocuğunu. üçüncü şahısı düşünemezsin.

- şarkılarınızda vurgun sözcüğünü çok sık kullanıyorsunuz. nedir bu vurgunun hikayesi?

ben yüzücüyüm. karadeniz’de büyüdüm. bir anlamda denizkızıyım. karadeniz, bir adım attıktan sonra üç insan boyu olur. sekiz kere boğuldum, suni teneffüsle hayata döndürdüler. ağzımdan kanlı köpükler, kumlar gelerek... boğulma anındaki o renkleri ve resmi unutamıyorum. önce çok güzel filizi bir yeşil beliriyor, sonra o yeşil neftileşiyor, derken siyaha dönüşüyor. karadeniz’de lamboz dediğimiz anaforlar var. ayağının başparmağını oraya kaptırdığın zaman helezon halinde dibe kadar gidersin. çoğu arkadaşım daha on dört, on beş yaşlarındayken o şekilde boğuldu. muhafazakar bir yerdi, denize mayoyla girilmiyordu. ben hariç tabii. gece ay ışığında elbiseyle denize girerlerdi. o elbiseler su içinde şişip kabarırdı. o kızlar deniz perileri gibi el ele tutuşup giderlerdi. içlerinden birisinin ayağı lamboza takıldı mı, zincirleme hepsi peşinden giderdi. o nedenle sabahları vurgun yemiş gibi uyanırdım. “gitti kebire gittii, semiha gittii” çığlıklarıyla, tahta teneşirlerin üzerinde upuzun saçları arkadan sarkmış yıkanırken seyrettim bir çok arkadaşımı. geceleri hep hesaplarım; şimdi kebire kaç yaşında olacaktı diye... hepsi bakire olarak, öylece gittiler.

- elbiselerle denize girmedim dediniz, aileniz daha mı moderndi?

modern demeyelim ama daha akıllıydılar. çünkü denize, eğer balık adam gibi teçhizatın yoksa, üstünde fazla bir şeyle girilmez. dünyanın birçok yerinde insanlar suya çıplak giriyor. biz sudan geliyoruz. ana rahminin içindeki amnion sıvısında yüzerek hayata başlıyoruz. karaya çıkınca tekrar örtünmenin alemi ne!

- babanızın işi neydi?

babam savcıydı. cumhuriyetin örnek ailelerinden biriydik. annem ve babam cumhuriyet balolarına katılırdı. babam yetmiş sekiz yaşındayken bile, ben sigaramı çıkardığımda gelip yakardı. bu benim çocuğumdur demez, bir kadının sigarasının yakılması gerektiğini bilirdi. hiçbir zaman namaz kılın, oruç tutun diye baskı yapmadı bize. dört katlı bir rum konağında oturuyorduk. babam eğilip kalktığında karnının ağrıdığını düşünürdüm. namaz kıldığını annemden öğrendim. sonra iftarda, sahurda aileye işkence yapmaz, yemek nerede diye hesap sormazdı. akşam üstü biraz pestili suyun içinde ezer, pideyle yerdi. neden yemek yemiyorsun diye sorduğumda “barsaklarım bozuk” derdi. bunun neden otuz gün sürdüğünü anlamazdım. saygı ve namus gibi hasletler beyindedir. birinin elini öpüp başına koymak saygı değildir. hatta hijyenik değildir. apış arasını karıştırmıştır, altı yaşında bir çocuğa mikroplu elini öptürür, bir de başına koydurtur. zaten bu başa koyma hikayesi ilk çağlardan kalma. daha kavim halinde, mağaralarda yaşarken, ateş bile yokken ailenin en yağızı çıkıp avlanır. kış aylarında, avlanamadıkları zaman birbirlerini yerler. önce kimi yerler; elbette yaşlıları. bir insan bir insanı yiyeceği zaman ilk olarak elini kavrayıp kendine yaklaştırır, sonra kafadan, kulaktan, burundan yemeye başlar. modern toplumlarda, karşılaşan iki kişi önce elini uzatır ya, aslında o beslenme güdüsüdür. tam elinden tutup kendine çekerken “bizim dedeler de neler yiyordu, biz yemeyelim” diye düşünür, o eli öper, başına koyar. bu hareketin anlamı şudur; geçmişte birbirlerini yiyenlerin namına senden özür dilerim. bu saygı değil, pişmanlıktır.

- oyunculuk yönünüz de var. ilk oyununuz hangisiydi?

ilk kez romeo ve jüliet’te jüliet’i oynadım. on beş yaşındayım. trabzon halk evi’nde muazzam etkinlikler olurdu. orta sondaydım, devlet tiyatrosu oyuncusu talat gözbak askerliğini yapmak üzere oraya gelmişti. ağzında piposu, şal yakalı yeşil kıyafeti, başında fötr şapkasıyla çok şık bir adamdı. halk evinin kapısına “oyun oynanacak kız aranıyor” diye ilan astılar. hemen koştum. talat bey bana baktı, çok sıskasın dedi. ama başka müracaat eden olmadığı için ben oynamak zorunda kaldım. trabzon’daki bir kiliseden sinema yapılmıştı, orada sahne aldık. civardaki bütün valiler, erzurum, giresun valisi, hepsi geldiler. ertesi gün yerel gazetelerde “memleketimizin medarı iftiharı bir genç kız neşet etti” diye yazıldı. babam da “kimmiş bu çocuk, aferin” dedi.

- haberi yok muydu?

yoktu, çünkü babam çok çalışırdı. uhud seferinde hazreti muhammed’in devesinin sağ arka ayağının bir çivisi eksiktir, onları bile bilirdi. babam hem meşhur bir din adamı, hem de hukuk fakültesinin ilk mezunlarından biriydi.

- sonra?

lise yıllarında klasikleri oynadık. ismet inönü de gelip seyretmişti beni.

- niye bıraktınız?

şiire bulaştım. şiir beyinsel faaliyet isteyen bir iş. gerçi oyunculukta da var o beyinsel faaliyet, ama aynı zamanda bedensel faaliyet içersinde oluyorsun. şiirde ise, istersen şezlonga uzanıp yazabiliyorsun.

- yalnızlık desem size?

dört yatak odası, çok büyük bir salonu ve çok büyük bir mutfağı olan üç yüz metre kare bir evde yalnız yaşıyorum. bu bir tercih. sevgilim de var, ama o herhangi bir ziyaretçi gibi, takım elbiselerini giymeden kravatını takmadan gelemez, on beş dakikadan fazla da oturamaz. yatağıma giremez, burada bir bardak kahve içtiği zaman o bardağı yıkamadan gidemez. bir simit bile yedirmem. şimdi bu yalnızlık benim tercihim. ve bu yalnızlığın çok büyük bir lüks olduğunu biliyorum. o masallardaki rapunzel şatoda tek başına oturuyor, oğlan da saçına tutunup yukarı çıkıyor. benimkiler de asansöre çıkıp bana ulaşıyor. yalnızlık donanımsız insan için çok korkunç bir şey. el becerileri olan için biraz daha ehven. ben hiç yalnızlık hissetmiyorum. aslında tek başıma çok kalabalığım.

bu röportajı eklemem deki sebep ne kadar sıradışı olduğunu hatırlayalım diye..

sevgiler.. ağla



__________________
ben mevlana değilim, insan ol öyle gel..
shamanic isimli Üye şimdilik offline konumundadır Offline   Alıntı ile Cevapla