hayatimdegisti Nickli Üyeden Alıntı
Niye sürekli olarak kontrol etme ihtiyacı hissediyoruz acaba? Bana sorarsanız, güvenlik için, güvende olmanın bize mutluluk getireceğine inandığımız için… Oysa ki bu olanaksız. Elbette pek çok şeyi az ya da çok kontrol edebiliriz; bedenimizin faaliyetlerini, bulunduğumuz şartları, zihnimizi, hissettiklerimizi, konumumuzu… Ancak, asla mutlak kontrole sahip olamayız, yine de çabalar dururuz, üstelik bu çabanın bizi ne denli yorduğunu, enerjimizi nasıl da tükettiğini fark etmeden, çünkü böyle alışmışızdır, küçüklüğümüzden beri kontrol etmeye inanmışızdır ve kontrol etme arzusunun temelinde sonucun nasıl olması gerektiğini bildiğimize dair megalomanca bir inanışa kapılmışızdır. İşte bizi yıpratan, strese sokan da bu inanıştır zaten, istediğimiz sonucu elde edemeyecek olmaktan dolayı o denli kaygılanırız ki geleceği düşünmekten yaşadığımız ânı da kaybederiz.
Nasıl ki yaşamımızdaki her türlü olumsuz duygunun kökeninde korku varsa, kontrol etme dürtüsünün özünde de korku vardır; ya sahip olduklarımızı kaybetmekten korkarız ya da sahip olmayı arzuladıklarımıza sahip olamamaktan… Ve hayatın akışına bir türlü güvenemeyiz, bu yüzden de sürekli olarak planlar yapar, önlemler alır, tedbiri elden bırakmayız.
Aşık oluruz, içimiz coşkuyla dolar, ama aynı anda zihnimiz yüzlerce korku üretir; "ya onu kaybedersem", "ya beni sevmekten vazgeçerse", "ya başkasına kapılırsa", "ya bir gün ayrılırsak" … Ve kontrol devreye girer, hem kendimizi hem de karşımızdakini olduğumuzdan başka türlü davranmaya zorlar, kısıtlamalar koyar, baskılar uygularız.
İşimizde de aynı şey olur; "ya yerime başka birini bulurlarsa", "ya projeyi rakip şirket alırsa", "ya ekonomi kötüye giderse", "ya maaşıma zam yapmazlarsa", "ya iflas edersem"… Bu korkular içinde "her ihtimali düşünerek" durumumuzu kontrol altında tutmak için işimizi en mükemmel biçimde yapmak yerine korkularımıza karşı gardımızı alır, rakiplerimizi yerden yere vurur, patronumuza riyakârca yaranır, hissettiğimiz stresi çevremizdekilere de yansıtarak terör yaratır veya vaktimizi savunma planları yaparak harcarız.
Kimbilir taa ne zamanlardan kalma koşullanmalar ve korkularla ha bire söylenir durur zihnimizin içindeki ses:
"Etraf ne der?"
"Erkekler ağlamaz."
"Duygularımı göstermemeliyim."
"Ben buyum, taviz verirsem küçük düşerim."
"Yaşlanmak istemiyorum."
"Ekmek aslanın ağzında."
"Dizginleri sıkı tutmak lazım."
"Dünya elden gidiyor!"
"Kemerleri sıkalım"
"Zaman geçiyor."
"Geç kalıyoruz."
"Kaybediyoruz."
"Ölüyoruz."
Hemen kontrolü ele alalım; kendimizi, çevremizi, koşullarımızı denetleyelim, planlar, programlar yapalım… Kontrolümüzü kaybedersek mahvoluruz, perişan oluruz, sürünürüz, aşağılanırız…
Hep kontrol, hep kontrol… Aman ha sakın bırakmayalım kontrolü, bizler ancak kontrol eder ve edilirsek güvende olur, huzur buluruz!
Her konuda olduğu gibi kontrol konusunda da dengeyi kaçırdığımızın farkında değiliz, çünkü korkuyoruz, deliler gibi korkuyoruz, kendimiz sandığımız kimliklerimizi kaybetmekten korkuyoruz, bilinmezlikten korkuyoruz, değişimden korkuyoruz, en çok da ölmekten korkuyoruz ve hayatımızı, yaşadığımız ortamı sürekli kontrol etme ihtiyacı duyuyoruz, sanki bir işe yarayacakmış gibi… İşimizi, ailemizi, ilişkilerimizi denetlemek için çırpınıp duruyoruz, böylece önceden bilinebilir durumlar yarattığımızı sanıyoruz. Üstelik bunu yaparken ne denli öngörülü, akıllı, mantıklı ve tedbirli davrandığımız için kendimizle gurur duyuyoruz. Düşüncenin baskısı o denli büyük ki ben-merkezimiz koşullar ne olursa olsun ipin ucunu bırakmıyor. Çılgınca mücadele ediyoruz; dinamik, özgür, kendiliğinden oluşan-yiten, geçici olan her şeyin durağan ve kontrol edilebilir olmasını istiyoruz. Lakin yaşam böyle değil, çünkü her an değişim var, bunu istesek de istemesek de daima deneyimliyoruz. Değişim; alışkanlıklarımızın, direncimizin, inkârımızın içinden akıyor daima, ama düşüncelerimiz bu gerçeği algılayamıyor, zihin kendi doğasını gözlemleyemiyor. Bu kör nokta ile özdeşleştiğimiz için de yaşamın denetlenmesi fikrine kapılıp değişim ile bağlantımızı kaybediyoruz, yani gerçek doğamızla… Öylesine yapışıyoruz ki karakterimiz olarak gördüğümüz o sahte imajımıza ve o denli sıkı sıkı bağlanıyoruz ki hikâyelerimize, her şeyi sıfırlayıp değişimi kucaklamak ölümden beter geliyor.
Bir sürü seanstan sonra psikiyatrist hastasına "İyileştiniz" der. "Aman ne güzel!" diye yanıtlar hasta, "Size geldiğimde Napolyon'dum, şimdi ise hiç kimse!"
Benliğin yapısı özdeşleşmeyi gerektirir, bir şey olma duygusu ortadan kalktığında benlik çöker ve benliğin çöküşü bunalım ya da delilik olarak nitelendirilir. Kimse içinde bulunduğu durumun benliğin çöküşünden daha vahim ve daha çılgınca olduğunun farkında değildir; çünkü yaşadığı korkuları, kendisine koyduğu sınırlamaları, ona meydan okuyan dış güçlere karşı verdiği savaşı, huzursuzluğu, acıyı ve kederi kanıksamıştır…
Bilinenin güvencesi uğruna kişisel hapishanelerimizde yaşamayı sürdürürüz; zihnimizin duvarları arkasında ne olduğunu bilemeyiz, çünkü hiçbir zaman cesaret edip de oraya gidemeyiz. Benliğimizin çökmesine izin verip özgürleşmek yerine ailelerimizle doğru dürüst bir iletişim kuramadan, dostlukları derinlemesine paylaşamadan, yaratıcılığımızı gerçek anlamda kullanamadan ve zamana hak ettiği değeri veremeden dar alanlarda yuvarlanır dururuz.
Bugüne kadar gelmiş geçmiş en büyük mistikler ve aydınlanmış üstatlar, insanoğlunun ruhsal olgunluğa ancak kontrolü elinde tutmaktan vazgeçtiğinde ulaşabileceğini söylemişlerdir. Bu, pek çok kişinin tüm inançlarını alt üst eden bir anlayıştır ve karşı çıkmak için binlerce savunma yapılabilir, zira gerek ailelerin ve toplumun yapısı gerekse eğitim sistemi tam tersini iddia etmektedir. Oysa ki kontrol etmek yerine oluruna bırakmak ne ulvi bir pasiflik demektir, ne de hiçbir şeyden rahatsız olmamaktır. Kontrolü oluruna bırakmak insana derin bir rahatlık getirir, aynen yüzerken yorulup da sıkıca sarıldığımız şeyi bırakarak suyun bizi kaldırmasına izin vermek gibi. Belli bir hikâyeye tutunmak için sarf ettiğimiz zihinsel ve duygusal enerjinin farkına vardığımızda nasıl tükendiğimizi de fark ederiz ve kendimize bu eziyeti daha fazla çektirmemek için bırakırız her şeyi. İşte o zaman kontrol etmek, yönetmek uğruna kullandığımız zekâdan çok daha üstün bir zekânın devreye girdiğini hissederiz. Ölümle yüzleşmek gibidir bu, her şeyi kaybetmek ve herkesin kontrol gücünün ötesinde süregiden bir düzenin var olduğunu keşfetmektir.
Bu noktada kontrol etmenin yerini desteklemek alır. Duygularımızı, düşüncelerimizi, bedenimizi, koşullarımızı kontrol etmeye çalışırken elimizde olmadan gerilir, hatta acı çekeriz, olmakta olana karşı durmanın direnci yorar bizi. Desteklemek ise hayatımızın her anını, her koşulunu kontrol etmeksizin, sadece olmakta olana doğal bir biçimde karşılık vererek yaşamaktır. Boş vermekten ya da safça teslim olmaktan bahsetmiyorum, sadece koşullanmaları ve korkuları bırakıp evrenin sonsuz olasılıklarla dolu olduğunu anlamamız gerektiğini ve toplumsal zekâya güvenmek yerine olmakta olana karşılık verme yeteneğimizi kullanarak içimizde gizlenen kişisel zekâmıza güvenmenin vakti geldiğini söylüyorum. Dünyada en zor koşullarda mucizeler yaratan insanlar zekâlarını bu biçimde kullanmışlardır, verdikleri en önemli kararları zihinlerinin anlık açılımlarıyla vermiş, en kritik koşullarda evrenin sunduğu sonsuz olasılıklardan yararlanmış, daha da önemlisi herkesin kontrol gücünün ötesinde süregiden bir düzenin var olduğuna ve mucizelerin orada gerçekleştiğine inanmışlardır.
Hep kontrol, hep kontrol… Herkes gergin, herkes yorgun, herkes korku dolu… Kontrol, dünyaya kaostan başka bir şey getirmiyor. Zihnimizin serbest kalmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum; en derin, en gizemli ve en mucizevî açılımlar o özgürlük anında ortaya çıkacak, buna inanıyorum…
K iraz Kurdas |