"Ve Musa'nın çölde yılanı yukarı kaldırdığı gibi, böylece İnsanoğlunu da yukarı kaldırmak gerekir, ta ki iman eden her adamın onda ebedi hayatı olsun." Yuhanna 3:14-15,
"Maddenin niteliğini, başlangıcını, işlevleri, unsurları ve yüceltilmiş şeklini anlamak, üzerinde kesin ayrıntılarıyla İlahi niteliğin yansıdığı içimizdeki aynaya bakmaktır." Corpus Hermeticus'tan...
Tasavvufta "el insanü remz'ül vücud" diye bir tabir vardır, anlamı "insan varlığın sembolüdür" şeklindedir. Elbette maksadımız bu ifadenin detaylarını açmak değildir ama söz konusu yazımız kadim ilimlerden birisi olan simya olunca ister istemez simyanın en basit teşbihi anlamını göstermek istedik.
Mevzu kadim ilimler olunca hemen şunu da belirtmeyi faydalı görüyoruz: konusu, alanı ve malzemesi ne olursa olsun bir ilmi hakikate yönelir kılan şey yani onu gerçek bir ilim yapan şey kesinlikle onun maksadı ve yani niyetidir. Zaten bugün modern bilim ile bizlerin incelediği kadim ilimler arasındaki en büyük fark da budur; modern ilimler fizik âlemi var eden metafizik gerçekliği reddetmekte ve fiziği sanki kendi başına varmış gibi ele almaktayken kadim ilimler tüm varoluşu metafizik arketipler sahasında incelemekte ve neticeleri tüm varoluşu kuşatan insanoğlu açısından ele almakta, böylece varoluşu metafizik ilkelerin tespiti ile açıklamaktadır, bunu yaparken de merkeze insanın kendi varoluşunu koymaktadır. Çünkü insan, tüm varlığın sembolüdür.
Bu yönüyle hakiki ilimlerin tamamı insanın deruni varlığına dönük araştırmalar ve çalışmalarla doludur ve gerçekte bu ilimlerin tamamı mevcut zahiri neticelendirmelerine rağmen gerçekte batıni niteliktedir. Bundan anlayacağımız ise en kaba yaklaşımla fizik planda bir takım sonuçlara ulaşsa da tüm ilimler, psişik alana dair tespitler taşıması bir yana evvela ruhani tespitlerle dolu olmak yani maneviyata dönük olmak durumundadır.
Kısa değerlendirmemizin ardından simya ilmini bu perspektifte bir hakikat ilmi olarak değerlendirmemiz gerektiği açıktır: burada ise simyadan kastımız salt metallerin nitelik değişimleri adına yapılan çalışmalar ve simya adı altında yapılan kimya deneyleri ve hatta maji ile birleştirilmiş yüksek kimya değil lakin bunlara ilaveten ve bunlardan öte batıni manasıyla ya da makrokozmos mikrokozmos mütekabiliyeti gereği zuhur edenin ilkesi olan tezahür etmemiş gerçeklikten hareketle, insanın tekamülü adına ortaya konulmak istenen gerçek çalışmalardır.
Dilimiz açısından bakıldığı zaman Simya kelimesinin Türkçe'ye nereden ve ne şekilde girdiği net değildir: Dilimizdeki Simya kelimesinin Batı dillerindeki simyanın karşılığı olan "Alşimi" (alcehmie) kelimesi ile aynı kökten geldiği ise muhtemeldir. Etimolojik olarak "alcehmie" kelimesi Batı'ya Türkçe'ye olduğu gibi Arapça'dan girmiştir: Arapça'da; Mısır ülkesine atfen kullanılan "kara ülke" anlamındaki "khem" kökünden türeyen "el-kimya" [1] sözcüğü Batı'daki değişimle "alcehmia" halini almıştır.
Bu olasılık simyanın kökeninin Mısır olduğu iddiası ile örtüşse de tam bir kesinlik içermez.
Bununla birlikte sözcüğün kökeni ile alakalı olarak; "Chemie" sözcüğünün Sami kökenli "heme", "hema" kelimelerinden veya Yunanca "hima" (döküm) kelimesinden geldiği ya da Grekçe'de dönüştürme sanatı demek olan "chumeia" sözcüğünden ve hatta Çince'deki altına dönüştüren sıvı anlamındaki "kim-iya" bileşik sözcüğünden gelebileceği gibi değerlendirmeler vardır. Simya, doğrudan Batı kaynaklı olmadığı için bunların bizim için fazla da bir önemi yoktur.
Her halükarda tüm zamanlar ve mekânlarda bütün gelenekler için simya aynı anlama işaret eden farklı ifadelerle dile gelmiştir.
Geleneksel ilimlerin en önemlilerinden olan simya, kozmosta mevcut her şeyi fani varoluşlarından kurtararak mükemmele tekâmül etmesi için yapılan işlemlerdir. Bu tekâmül süreci hep bilinegeldiği biçimiyle sıradan metalleri altına çevirmek ya da insana dönük zahiri anlamıyla ölümsüzlük / uzun ömür ve batıni anlamıyla halasa ulaştırmak, kemale erdirmektir. Öyleyse bakırı altın yapmak fiili zahiri boyut olabildiği gibi aynı zamanda bir semboldür de.
Esasen burada yapılan simyevi işlemlerin neticelerini bir dönüşüm olarak adlandırmaktan ziyade ortaya çıkarmak diye nitelemek daha uygundur. Çünkü simyacı gerçekte çeşitli varoluş biçimlerinin hangi şartlar içinde olursa olsun temsil ettiği Öz'ü aramak ve ortaya çıkarmak için uğraşır yani onun işi; olmayan bir şeyi var etmek ya da olanı başka bir şeye çevirmekten ziyade eşyada mevcut kuvveyi meydana çıkarmaktır. Bu ezoterik anlamıyla insanın kaybettiği niteliğe kavuşması yani özgün Altın Çağ yetkinliğine geri dönüş demektir.
Açıktır ki simyacı için simyanın amacı, mistik veya ezoterik geleneğin amacı ile aynıdır: bu ezoterik anlamda simyanın insanı tekrar hakiki yüksekliğine ulaştırdığı nokta "Ars Magna" diye adlandırılır ki anlamı yüce sanattır. Bu sanatın ise ulaşmaya çalıştığı nihai netice nitelikleri değiştirerek her şeyi altına çevirebilen "Felsefe Taşı"dır (Lapis Philosophorum). Aslında bu yönüyle Ars Manga inisiyasyondan (irşad) başka bir şey değildir.
Şöyle ki Felsefe Taşı her şeyin başı ve sonudur ve bazı metinlerde - günümüz kimyasında geçen Azot ile alakası bulunmayan- AZOT ismi ile de anılmaktadır. AZOT; kadim dillerdeki ilk harf olan A ile başlayan ve Latin, Grek ve İbrani alfabelerinin son harfleri Z,O,T ile biten özel ve gizlenmiş bir isimdir. Böylece Yüce Sanat (Ars Manga yani inisiyasyon) Uluhiyeti temsil eden ezelden (Elif, Alfa) gelmekte ve fizik tezahürü temsil eden sonsuza (Omega) gitmektedir. Doğal olarak Felsefe Taşı, kuvve halinde mevcut olan töze kavuşturan yüksek bilinç yani irfandır.
Bu nedenle Yüce Sanat açısından simyanın ilk amacı Felsefe Taşını bulmaktır denilebilir: bu taş sayesinde elde edilecek olan ve sıradan metalleri altına çevirebilecek olan "Hayat Sıvısı" (el-iksir) ile esas amaca yani selameti temsil eden sonsuz yaşama kavuşturabilecektir. Bu arayışın ise gerçekte Büyük Gizli Bilgi'nin (gnos- marifet) arayışı olduğu ortadadır. Bu Gizli Bilginin elde edilmesiyle Ruh arınacak ve kişi aydınlanabilecektir.
Bu aydınlanış neticesi ise dönüşüm diye addedilmiştir.
Simyanın temel hareket noktası olan bu dönüşüm hem makrokozmik hem de mikrokozmik bir dönüşümü temsil eder: simyacı için kozmos tüm varoluşu ikmal eder, her şeyi mükemmelliğe yöneltir. Bu madenler, bitkiler, hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de böyledir. Doğa, kozmik yasalarla işlerken ona dışarıdan müdahale edilmediği takdirde içindeki madenleri yoğurup her zaman "kendi çocuklarını" yaratacaktır; yani tüm madenler özgürce gelişimleri için müdahale edilmeksizin bırakılırsa altın haline dönüşecektir. Ancak bu dönüşümü "evrim" olarak algılamak büyük bir hatadır ki maden, bitki, hayvan ve insanların durumları maddeci bakışla belki tersine evrilmekte ama asla nitelik yönünden hakiki orijinalitesine, altına evrilmemektedir.
Yasadaki bu işleyişi görüp tespit eden ve bundan istifade ederek zahiri bazı sonuçlara ulaşabilen bir kişi büyük tekabüliyet gereği batıni anlamda da bu sonuçlara ulaşabilmektedir. Bu halde simyacının işlevi her alanda kozmosun işleyişindeki yasaları görüp bu yasaları kozmolojik bütünsellik içinde değerlendirmekten ibarettir.
Simyacılar tarih boyunca bu noktada ısrarcı olmuşlar ve asla uğraştıkları ilmin kimyasal değerlendirmesini metafizikten ayrı olarak yorumlamamışlardır. Zaten modernizme kadar kadim ilimlerin hiçbiri, -tıpkı Hermes'e atfedilen "aşağıdaki yukarıdaki gibidir" sözü ile özetlendiği gibi- "metafizikten yoksun bir fizik" ya da "fiziksel tezahürden bağımsız bir metafiziği" asla kabul etmemiştir. [2] Bu esasen tüm kadim ilimlerdeki perspektifin ana kaidesidir ve bu nedenle bugün biz modern bilimi asla gerçek bir ilim olarak kabul etmemekteyiz.
Nitekim geleneksel kozmolojinin dünya merkezli evren düşüncesinin hakiki anlamını idrak edemedikleri için "bilimsel yetersizlikler sonucu ortaya çıkan hatalı sonuçlar" ya da dinsel dogmalar olarak değerlendirilerek modern fizik tarafından reddedilmesi gibi bugün kuantum fiziği ile mekanik evren teorisinin çöküşü de yine bilimsel bir devrim olarak addedilmektedir. Oysa bizce yüzyıllık geçmişi olan kuantum fiziği de her ne kadar ruhçu düşünceyi haklı çıkarmış gibi yorumlansa da mekanik evren düşüncesiyle aynı perspektiften doğmuş olması ve varoluşu afaki kaoston bağımsız, yine salt mekanik olarak algılaması onun da sonunu göstermektedir: çünkü bu fikriyatın tamamı müteal ilkenin idrak ve hazmından uzaktır ve bu nedenle varoluşun sembolik kozmik bilinebilirliği hiçbirisi için açıklayıcı olamamaktadır.
René Guénon'un işaret ettiği gibi hakikaten burası önemli bir husustur: Daha evvelde yazdığımız gibi bugün - matematik dahil- modern bilim asla kadim ilimlerin bir varisi ya da devamı değildir, sadece ondan aldığı bazı yöntemlerle ilmin kendisini inkar etmek suretiyle yapılan eksik, kusurlu hatta sapkın birer değerlendirmedir. Çünkü geleneksel ilimlerin hepsi, taşıdıkları inisiyatik perspektif gereği batıni niteliklidir ve kaynakları kesinlikle tümel akıl, çalışma sahaları ruh ve ulaştıkları neticeler marifet ve hakikatle ilgilidir.
Ancak bu hakikatin yansıtılması veya aktarılmasında haklı olarak kullanılan sembolik dil, modernler için esas bir zafiyet kaynağı olmuş ve "öğretilemez ancak işaret edilebilir" olan gerçekler, işaret edildikleri sembollere rağmen tamamen zahiri manalarıyla değerlendirilerek saçma bazı neticelere ulaşılmıştır. Bunun için bugün sözde inisiyatik sır sahiplerine, modern simyacılara veya gizlibilimcilere bakmak yeterlidir: hiçbiri gerek fizik açıdan, gerek psişik açıdan gerekse manevi açıdan ortaya bir netice koyamamaktadırlar.
Bunlara ilaveten insanın deruni dönüşümünden sonra metallerin altına dönüşümü konusuna bakarsak kozmik tekabüliyet gereği fizik alemde insan-ı kamil olarak altın sembolünü anlayabiliriz:
Geçmişten günümüze en değerli maden olan altın, denildiği gibi simya için sadece bir semboldür ve gerçek simyacılar asla halka göstermek ya da kişisel olarak kullanmak gibi sebeplerle metalleri altına çevirmemişlerdir. Simyacı için altın işleyen doğa yasaları sonucunda tüm metallerin erişeceği nihai sonuçtur; şayet doğa bir müdahale ile saptırılmazsa tüm madenler er geç altına dönüşeceklerdir. Zaten doğanın işleyişi hep bu yöndedir.
Altın en asil metaldir ve tüm gelenekler için kutsallıkla doludur hatta kutsal Hind metni Satapatha Brahmana bu nedenle "altın ölümsüzlüktür" der. Buna göre metaller demir, bakır, kurşun, kalay, cıva, gümüş, altın sırasını izleyerek nihayete ermekte ve bu süreç döngüsel bir biçimde sonsuzca devam etmektedir.
Yine Hermes'in aynı "aşağıdaki yukarıdaki gibidir" sözünün başka bir boyuttaki değerlendirmesiyle bu sıralama kadim astroloji ilmi ile ilişkilendirilmiş ve Satürn Kurşunu, Jüpiter Kalayı, Mars Demiri, Venüs Bakırı, Merkür Civayı, Ay Gümüşü ve geleneksel kozmolojide çok önemli bir yıldız olan Güneş Altını simgelemiştir. Bunlar bir açıdan daha doğrusu Ars Manga (Yüce Sanat) açısından nefsin yedi mertebesi olarak da değerlendirilebilmektedir.
Simyanın bir ilim olarak ortaya çıktığı bütün kadim geleneklerde ve hatta hemen her kültürde bir karşılığı ve ezoterik / mistik bir temeli vardır. Şöyle ki İslam geleneği içerisinde tasavvuf ve batıni okullarda, Hıristiyanlıkta özellikle ortaçağ mistisizminde hermetik biçimlerde, Yahudi dini içerisinde Kabala geleneğinde, Çin'de Taoculuk, Hindistan'da Hindu dini ve belki hepsini temellendiren Mısır'daki Gnostik okullarda her zaman Simya en önemli bir ilim olarak okutulmuş ve zaman içerisinde inisiyelere aktarılmıştır.
Bununla birlikte şu da ilave edilmelidir ki; tüm bu okullarda ve geleneklerde Simya bir şekilde hep okültizmin içerisine karışmış ve sıradan bir ilim gibi herkese öğretilmekten ziyade gizlilik içerisinde çalışılmış ve aktarılmıştır. Bugün ise günümüzde özellikle Avrupa'da ve Ortadoğu'da yaygın olan okült ilimler gibi modern simya da birçok yanlış anlamaya kurban edilmektedir.
Günümüzde tüm okült ilimler gibi simya da yüksek maji sanatına odaklanmış ve maalesef hakiki uygulayıcılar neredeyse hiç kalmamıştır.
Şu konuda özellikle ısrar ediyoruz ki; bugün gerek sanat, gerek ilim gerekse de düşünce ve doktrinlerin çok büyük bir kısmı asla geleneksel dokusunu koruyamamış ve modern çağın niteliği olan -insanlık çevriminin sonu olması hasebiyle- devre sonu etkileri her yönüyle hakikate dair değerlendirme ve yönelişleri saptırmış ve her şeyin temelini oluşturan yüksek kişilik unutularak hemen hepsi fizik plana indirgenmiş, nihayetinde de tüm "inanç" alanı bu fizik planı inceleyen modern zihniyetin üretimi olan "modern fizik" ve onun alt kolları ile güya açıklanabilir hale getirilmiştir.
Örneğin yinelersek konumuz olan simya ile ilgili olarak şu söylenebilir ki; simya, birilerinin sandığı gibi hiç de geçmişteki kimya kültürünün bir benzeri değildir ya da bugün ki kimya asla ve asla geçmişteki simyanın temel işlevinden hareketle ortaya çıkarılmış değildir. Nitekim bugün Batı’da icat edilmiş ve devam edilen yüksek kimya da kesinlikle simyanın veya herhangi bir geleneksel sanatın ileri düzeyi olarak kabul edilemez.
Bugün özellikle New Age kuşağının artıklarından beslenen "modern spiritüalist" zihniyet ve teozofik ekol, her şeyden evvel Varlığın Aşkın Birliği ilkesini istismar ederek kendilerince bir takım neticelere ulaşmakta ve o kadar ileri gitmekteler ki dinin doğasına dönük bir ilke olan hakikati örterek "tüm dinlerin süresinin dolduğu ve artık bireyci doğanın hüküm sürdüğü" bir realiteden söz etmektedirler.
Bunun için de zemini elbette idealist felsefenin bir takım nihai açıklamaları, devre sonuna ait birey merkezlilik anlayışının suiistimali, modern dünyanın baskısı ve nefsani taşkınlıklar tüm bunlar için hazırlamakta ve bu tesirler altındaki genel insanlık "vahdaniyet" ve "ahadiyet" konularında olduğu gibi "hakikat" ve "uluhiyet" konularında da olabildiğince rahat ahkam kesebilmektedir.
Bu durumdan elbette genel manasıyla Ezeli Hikmet'in yorumlanışı ve değerlendirilişi de tahrip edilmektedir.
Kısa kısa değinmeyi şimdilik yeterli gördüğümüz bazı uygunsuz düşünce ve yaklaşımlar kendilerince dinlerin aşkın birliğini göremedikleri için hepsini zahiri bir bütünlük içinde eritmeye çalışmakta ve hiçbir gelenek içinde görülmediği kadar dini anlayışı ve doğal olarak da ilimleri yozlaştırmaktadırlar.
Elbette bu yozlaştırmanın kurbanlarından birisi de simyadır ki biz ona dair tarihsel ve geleneksel değerlendirmelerimize devam edeceğiz.
Ancak son olarak şunu söylemeyi uygun görüyoruz: Simya da diğer hiçbir kadim ilim gibi metafizikten yoksun bir bakış açısı içerisinde, tamamen yoz bir kültürün anlayışı çerçevesiyle değerlendirilemez ve anlaşılamaz. Evvela bu tür ilimlerin tamamı imana ait detaylarla kavranabilir ve kesinlikle belli bir geleneğin ürünü oldukları müddetçe bir anlam ve önemleri vardır. Bu ilimlerin tamamının mahiyeti itibariyle böyledir.
Bu yönüyle ilimlerin tamamının niceliğine dair değerlendirmeler "cehl" ile örtülüdür, çünkü "her bilenin üstünde bir bilen vardır" ve bu kozmolojik hiyerarşi için bir son, söz konusu değildir.
Es'semavi
Dipnotlar:
[1]: Burada el- Gazali'nin "Kimya-yı Saadet" eseri dikkate değer.
[2]: René Guénon, İnisiyasyona Toplu Bakışlar.
Kaynak:
http://www.moradogru.org/birkutsalilimsimya.asp