Albay
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 145,988
Tesekkür: 45
92 Mesajinıza toplam 143 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
| İsmi güven kelimesiyle özdeşleşmiş gazeteci yazar Uğur Dündar ile sosyal iletişim zekâsı üzerine konuştuk Anneyiz.Biz dergisi olarak gençlerimizin meslek seçiminde doğru konumlama yapabilmelerine destek olmaya çalışıyoruz. Özellikle meslek seçiminde genetik faktörler, ilgi alanları, öne çıkan zeka boyutları ve karakter özellikleri önem arz eden konular. Sizin değerli görüşlerinizi almak için buradayız. Mevcut eğitim sistemimizde gençlerin doğru meslek seçiminde bulunmalarına pek destek olamıyor zaten. Sistem daha yolun başında gençleri seçeneksizliğe mahkûm ediyor. Sadece bir kulvar açılıyor önlerine ve haydi bu kulvarda ilerle! deniliyor. Gençlerimiz kendi istedikleri okulda değil, seçme eleme sisteminin istediği okulda okumaya mecbur ediliyor. Örneğin işletme okumayacak da felsefe okuyacak ama, aldığı puanlar onun işletme okumasını zorunlu kılıyor. O zaman genç ister istemez kendisini daha önce aklının ucundan bile geçmeyen bir alana doğru yönlendiriyor ve o alanda iş aramak, bulduğunda yapmak konumunda kalıyor. Bir kısmı da ailelerle ilgili, aileler matematiği öğrensin, Türkçeyi öğrensin, fiziği öğrensin, işletme okuyup her şeyi yapabilir diye yanlış yönlendirme yapabiliyorlar. Çocukların özel yeteneklerini ve ilgi alanlarını gözden kaçırabiliyorlar. Felsefe örneği verdiniz. Ben felsefe okuyacağım diyen bir çocuğun ailesi başlangıçta tamam seni destekliyoruz demez. Bizim bu projelerimizle amacımız bir yerde aileleri bu konuda bilinçlendirmek. Hatta felsefe okuyacağım diyen bir çocuğu acaba çocuğumuzun başına bir şey mi geldi? diye psikiyatri uzmanına bile götürmeye kalkabilirler.Mesela Arkeoloji okuyan bir çocuğu ele alalım. Benim için arkeoloji bir insanı tarihin derinliklerinde yolculuğa çıkartabilecek ve bir sürü bilinmeyeni ona anlatabilecek, gizemleri ortadan kaldırabilecek harikulade bir keşif yolu. Ama arkeoloji okuyan bir çocuk belki okurken çok keyif alacak ama daha sonra, hayata atıldığında ona imkân tanınmazsa, okuduğuna okuyacağına bin pişman olacak. Üstelik biz de tarihi değer taşıyan çok sayıda önemli eser var. Örneğin Ayasofya Müzesini ele alalım, Ayasofya 1500 yıllık bir uygarlık mirası, tüm insanlığın ortak malı, eşsiz bir başyapıt. Dünyanın harikalarından, ama orayı ayda 1.250 YTL maaş alan bir müdüre teslim edip, haydi bakalım bir taşına bile paha biçilemeyen bu müzeyi koru! diyorsunuz. Olacak iş mi bu Allah aşkına? Çok güzel tanımladınız. Topkapı Sarayı Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı zamanlarda gezmek için mekânlarda gezmek lazım. Bizim yanımızda Arkeoloji Müzesi var ve oraya kimse gitmiyor, insanlar Topkapı Sarayı'na geldiklerinde bile müze gezme bilinci olmadan bir gezinti şeklinde müzeyi dolaşıyorlar diyor. Türkiye'de öyle uygulamalarla karşılaşıyorsunuz ki, müzeye gittiğinize gideceğinize bin pişman olabiliyorsunuz. Çünkü bazen oradaki görevliler, ziyaretçileri gezdirmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Mesela ben başımdan geçen bir olayı anlatayım. Bizim büyük oğlan sanırım korsan filmlerinden, o filmlerdeki hazinelerden etkilenmiş olmalı ki, bir gün ben Topkapı Sarayındaki hazineyi görmek istiyorum! diye tutturdu. Biz de çocuğun arzusunu doğal karşıladık. Hem yavaş yavaş o kültüre doğru yaşam pencerelerini açsın istedik, hem de onun için büyük olay, adeta bir serüven olacağını düşündük. Güneşli bir tatil gününde annesi ve ben Bora'yı Saray'a götürdük. Gişelerin önünde uzun bir kuyruk vardı, kuyruk kültürüne de alışsın, o disiplini de öğrensin diye, özellikle kuyruğa girdik. Yoksa biz müze yetkilileriyle önceden görüşsek zaten zahmetsiz girerdik. Neyse sıramız gelince ben gişeye eğildim ve o zamanın parasıyla iki adet yirmi milyon liralık banknot uzatarak görevliye bize iki büyük bileti, eğer alınıyorsa küçüğe de bir bilet verin. Üç kişiyiz, hazine dairesini gezmek istiyoruz dedim. Adam şöyle bir yüzüme baktı, Siz turist misiniz? diye sordu. Kardeşim ben sizinle Türkçe konuşuyorum ve Türkçem de anlaşılabilir bir Türkçe. Nasıl oldu da size turist izlenimini verdim, hayret ediyorum! dedim. Memur hiddetle Kimliğinizi göreyim! demez mi? O zaman kendimi tutamayıp İtiraf ediyorum, ben aslen Nijeryalıyım, zenciyim!.. Bakmayın böyle beyaz göründüğüme! Biz çok yıkanırız! dedim. Adam sert bir hareketle gişeyi yüzüme kapattı ve Vermiyorum bilet! diyerek koltuğunu arkası bize gelecek şekilde döndürdü ve bir sigara yakıp, tellendirmeye başladı. Neyse tabii bunlar İlber Hoca'dan önce oluyor. Üstlendiğiniz misyon sürekli yanınızda gibi öyle değil mi? Hep sizin başınıza geliyor bunlar herhalde...İyiki turistlerin başına gelmiyor, çünkü turistlere daha kötüsünü yapabilirler. Ben gittim müze yetkililerine anlattım vaziyeti. Çok garip bir uygulama bu dedim. Yetkili ne dese beğenirsiniz? Demek ki o (gişedeki görevli) bugün çok sinirli, kahve mi göndersek, yoksa çay mı? demez mi!.. Sonra, o elemanların bir şirkete bağlı olduklarını söyleyerek usulen şikayetimi dinledi. Siz ona ne göndereceğinize karar verin, biz müzeyi gezmeye gidiyoruz! diyerek oradan ayrıldık!.. Bazı aileler kalabalık olduklarından müzelerin giriş ücretini ödeyemeyecekleri için müzeleri dahi gezemiyorlar. Asgari ücrette geliri olan bir aileyi düşününce çok korkunç bir uygulama bu.Tarihten soğutmak için her türlü önlem alınmış sanki değil mi? Bugün dünyada çoklu zekâ teorisi, nöroloji ve genetik bilimleri anlamında kabul görmüş bir yaklaşım. Sosyal iletişim zekâsı bir insanın başka insanlarla olan ilişkilerinin güçlü olması, kazan kazana olması ve başkalarını anlama ve kendini ifade edebilme yeteneklerinin gelişmiş olması şeklinde tanımlanmakta. İsterseniz konuya şöyle başlayalım, sizin sosyal iletişim zekânızın gelişmişliğini küçüklükten itibaren destekleyen neydi? Anne ve babanızın bu konuda rol model olma açısından sizle etkileşimi nasıldı? Babam çok okuyan bir insandı. Hatta bir memur olarak o baskıcı iktidarlar döneminde bile okumaması istenen gazeteleri de ısrarla, göstere göstere okuyan ve kanunsuz emirlere uyulmaması gerektiğini bilecek kadar hukuka hakim ve dürüst bir emniyet amiriydi. Ben babamın vefatından sonra ondan kalan eşyaları değerlendirirken, aldığı takdirnameleri ve ödülleri kaydederken, anneme yazdığı mektupları buldum. Çok güzel bir üslupla kaleme alınmış, edebi değeri olan mektuplardı. Nişanlandıkları zaman bir ara ayrı kalmışlar babamın görevi nedeniyle, o zaman yazdığı mektuplardı. Annem de hepsini saklamış. Babam Türkçe'ye çok hakim bir İstanbullu'ydu. Dediğim gibi çok okurdu, hukuk bilgisi engindi. Üniversite bahçesinde 27 Mayıs 1960 darbesine sebep olan 28 Nisan Olayları yaşanmıştı… amiri o dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü, Anayasa Profesörü Sıddık Sami Onar'ı bir tokatla yere yıktığını övünerek anlatırken, babam yerde yatan kişinin ne kadar önemli olduğunu ve onun yazdığı kitapları anlayamayacak bir kafaya sahip amirle çalışmaktan dolayı fevkalade üzüntülü olduğunu söylemiş. Amirinin gençlere silah çekmesini emretmesine rağmen tabancasını çekmediği için, Demokrat Partililer'in yargılandığı Yassıada'ya tanık olarak gitmiş. Oysa bu kanunsuz emre uyup, silah çekenlerin hepsi tutuklu olarak gönderilmiş. Böylesine hukuka saygılı, yazan, çizen, okuyan ve Türkçeyi çok iyi konuşan bir babanın oğluyum ben. Bugün ben de Türkçeyi dinlenebilecek gibi konuşabiliyorsam, babamın, onun evimizde kullandığı dil sayesindedir. Babanız size çok güzel bir rol model olmuş.Evet babam dürüst, cesur, kimsenin hakkını yemeyen, haramdan korkan bir insandı. Çok ekonomik sıkıntılar çekti ama sonuçta bize çok onurlu, saygı duyduğumuz bir yaşam öyküsü ve soyadı bıraktı. Bence bir babanın çocuklarına bırakabileceği en değerli miras budur. Dilin etkin kullanımından bahsettiniz. Bu aslında sosyal iletişim zekâsıyla yakından ilgili bir durum. Dilin farklı karakter özelliklerindeki kişilere hitap edecek bir zenginliğe ulaşabilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?Geçen sene kuş gribi paniği patlak verdiğinde, tavuk eti satışları aniden dibe vurdu biliyorsunuz. Sektör can çekişme noktasına geldi. Benden bu paniği giderici bir katkıda bulunmam, bir misyon üstlenmem istendi. Ben de seve seve kabul ettim. Kabul ederken de benim için topluma bilimsel doğruları söylemekten başka bir seçenek bulunmadığını anlattım. Malum bizim toplumumuz proteinden yoksun bir beslenme alışkanlığına sahip. Tavuk eti de en değerli ve en ucuz protein kaynaklarından biri. Eğer insanlarımız, özellikle çocuklar, kuş gribinden korkup da tavuk eti tüketiminden vazgeçerse, o zaman büyük bir sorun ortaya çıkacaktı. Ben bu düşüncelerle o misyonu üstlendim. Ekrana çıktım, konuştum ve inandırıcı bulunduğum için paniğe kolay atlattı Türkiye. Çok az sözcükle konuşan bir toplumuz, sözcük haznemiz maalesef çok yetersiz. Bu nedenle toplumun büyük kesimi sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyor. Türkçe hak ettiği özeni göremiyor… Maksimum günlük 400 kelimeyle konuşup derdimizi anlatıyoruz. Günlük hayatta ortalama bir insan 400 kelimeyle derdini anlatabilir. Ama bir kişi ekrana çıkıyor ya da yazı yazılarıyla topluma mesaj veriyorsa, o takdirde Türkçeye hakim olması gerekir. Ben İngiltere'de BBC'de okurken hocamızın bize söylediği şuydu, her gün sözlüğü açın 10 yeni kelime ezberleyin. Hem yazılmasını, hem telaffuzunu, hem de anlamını… O zaman konuşurken takılmazsınız, özellikle canlı yayında karşınıza çıkan sözcük bulamama sıkıntılarını kolaylıkla aşarsınız derdi. Sizin isminiz Türkiye'de güvenle özdeşleşti. Örneğin tarihte Hz. Peygamber emin insan olarak adlandırılmıştır. Yine Atatürk güvenilen lider olarak tanımlanıyor. Aslında sosyal iletişim zekası güven kelimesiyle çok ilişkili değil mi? Güvenin tesisinde hangi karakter özellikleri ön plana çıkıyor? Takdir sizin... Çocuk kendi kişiliğini bulurken içinde yaşadığı aile çevresi çok önemli. Çocuğa benimseyip, özdeş olmaya çalışacağı rol modeller sunulması gerekiyor. Dediğim gibi babam cesur, dürüst ve erdemli bir insandı… Bana göre bir kahramandı. Hatta hırsız kovalarken bacaklarına saplanmış iki kurşunla mezara gitti. Dolayısıyla benim kişiliğimin oluşmasında babamın örnek model teşkil etmesi çok önemlidir. Onun dışında çok değerli öğretmenlerle dolu Vefa Lisesi'nde okumuş olmam benim şansımdır. O dönemde gerçekten çok değerli hocalarımız vardı. Örneğin Reşat Ekrem Koçu tarih hocamızdı. Reşat Ekrem Bey başlı başına bir değerdi. O dönemin İlber Ortaylısı, yani tarih alimi... Onun gibi çok bilgili ve değerli hocalardan eğitim aldık. Onlardan esinlendik. Onların bize çizdikleri yolda ve istedikleri kişilikte olmaya özen gösterdik. Ayrıca lise yıllarından başlayarak sürekli okudum ve Konfüçyus'un niçin erdemli insan yetiştirilmesini savunduğunu anlamaya çalıştım. Aslında dürüst olmak için, güvenilir olmak için insanın çok fazla çaba göstermesi gerektiğine de inanmıyorum. Çünkü dürüst olmak bizim için vazgeçilmez bir tercih olmalı, bunun için ayrıca özel bir çaba göstermemeliyiz diye düşünüyorum. Bunun dışında başka bir seçenek olmamalı. Dürüst kalabilmek için de çok fazla gayret göstermedim açıkçası. Çünkü yanlışın ne olduğunu çok iyi biliyordum. Yapılmaması gereken davranışların ne olduğunu kendimi bilmeye başladığım yıllarda öğrenmiştim. Hak yemenin ne kadar kötü olduğunun bilincindeydim. Bazen de kendimizi korumamız için tuzaklarla dolu toplumda, o tuzakların ne olduğunu bilmeniz gerekiyor. Farkında olmanız gerekiyor. Onları belirledikten sonra yapılmaması gereken bir davranışı o insan zaten yapmıyor. Ben biraz belki fazla abartım bunu… Bu meslekte 40 yıla yaklaştım. Bu süre içinde göğsüme hiçbir zaman bir giysi firması ismini sponsor olarak yazdırmadım. Şuna inanmıştım, sokakta yürüyen insandan daha fazla para kazanıyorum. Niçin? Çünkü ünlü bir televizyoncu-gazeteci olduğum ve başarılı bulunduğum için bu paralar bana veriliyor. Daha iyi şartlarda bu işi yapabilmem için veriliyor. O zaman benim gibi gazeteciler 2 metrelik bir bez için özgürlüğünü hiç kimseye kiralamamalı. Yani böyle zırhlar bazen gerekebiliyor insana. Eğer siz neyin inandırıcılığınızı zayıflatabileceğini size duyulan güveni sarsacağını bilirseniz, o yanlışı yapmazsınız. Geçmişte iktidarlar devletin aklınıza gelen tüm güçlerini kullanarak benim bir açığımı bulabilmek için çalıştılar. Eğer bulabilmiş olsalardı belki de bayrak gibi dalgalandıracaklardı. Yani üzerime pirzola demiriyle vurmak isteyen çok el oldu. Ama acımasız zalimler bile vurmalarını gerektirecek hiçbir şey bulamadılar. Aslında sizin mesleki başarınızın arka planında zorlukla yükselmek var. Gayet tabi... Belli yerlere gitmeyeceksiniz, belli elleri sıkmayacaksınız. Çünkü biliyorsunuz ki o elleri sıktığınızda oradan bir kir size bulaşacak. O zaman özveri göstermeniz gerekiyor. O özveriyi de işinizin bir doğası olarak kabul edeceksiniz. Herkesle aynı fotoğrafta yer almayacaksınız. Kiminle aynı fotoğraf karesinde yer alacağınızı seçeceksiniz. Lekesiz bir yaşamınız olacak. Bunları inanarak yaptığınız zaman çok da büyük sıkıntı çekmiyorsunuz açıkçası. Leonardo Da Vinci'nin not defterini okuyorum. Leonardo şöyle demiş. Sanattaki kariyerin için gerekli ahlaki davranışları kendi içinde nasıl ortaya çıkartıp uygulayacağını öğren!Çok doğru bir tanımlama.Geçenlerde iki tane söz okudum. Birisinde Arena aklıma geldi, diğerinde de siz. Bir düşünür diyor ki karanlıkta neyseniz, karakteriniz odur. Aslında Arena karanlığa kamera tutup insanların gerçek karakterlerini gösteriyor bizlere. Sizi anlatan diğer ifadeyse Montaigne'den Her insan bütün insanlığı kendinde taşır. Tabii korku önemli bir şey... Bizi korkutmak isteyen, korkutup vazgeçirmek, inandığımız istikametten başka yönlere sürüklemek isteyen çok oldu. Ama siz geride korkulacak bir şey bırakmadığınız sürece, bunun aslında o kadar korkulması gereken bir şey olmadığını da fark ediyorsunuz. Yeter ki arkanızda acaba bir gün bunu bulurlar mı diyebileceğiniz bir kirli iz bırakmayın. Ben gençlere konferanslarda diyorum ki, size bilgelik yapacak değilim ama şunu önerebilirim. İnsan gelecekte ne olacağını bilemez. Söz gelimi Ahmet Necdet Sezer, Afyon Lisesi'nde okurken, bir gün Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olacağını biliyor muydu? Asla. Dolayısıyla sizi gelecekte neyin beklediğini bilemezsiniz, ama sizi geleceğe götüren yolda hangi adımları atmanız gerektiğini bilirsiniz. Kirli ya da temiz ayak izleri bu yolda sizin tercihiniz olmalı. Bir gün çok önemli bir fırsat önünüze çıktığında birileri sizin belki de gençlik günahı olarak görüp önemsemediğiniz bir kirli izi, bir belgeyi asla ödeyemeyeceğiniz bir fatura olarak karşınıza çıkartabilirler. Aman bunları bırakmayın. Aman temiz adım atın. Eğer temiz adım atarsanız, zaten sizi mutlaka temiz ve güzel bir gelecek bekler diyorum ve bütün konferanslarda son sözler olarak bunları söylüyorum. Anlattıklarınız temiz ve bilinçli bir toplum olabilmek için çok önemli. Burada medyanın aynı bilinçle toplumla olan etkileşimine dikkat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yıllar önce televizyonda bir konuşmanızı dinlemiştim. Yurtdışında aldığınız bir eğitimden bahsederken, orada televizyonlarda kırmızı rengin kullanımına toplumun psikolojik sağlığı açısından ne kadar dikkat edildiğinden bahsetmiştiniz. Çok doğru. 1980 yılı başında Türkiye'de renkli televizyona geçilecek. TRT'den öncü bir ekip olarak bir grup programcı, bir grup teknik eleman, Almanya'ya renkli televizyon seminerine gönderildik. ZDF'de SFB_Sender Frei Berlin Televizyonunda bir buçuk aya yakın renkli televizyon kursu gördük. Nasıl renkli televizyonculuğa geçilir? Renklerin önemi nedir? Renklerin insan ruhuna etkileri nelerdir? Bunları öğreniyoruz. O arada şunu söyleşmişlerdi. Bir dramada kırmızı renk çok abartılı, sürekli kan çağrıştıracak şekilde kullanırlarsa, insanlarda agresif bir etki yaratabileceği, agresif davranışlara sebebiyet verebileceği düşünülerek, ertesi gün basın savcıları tarafından o programın yönetmeni, yapımcısı hakkında soruşturma başlatılabilir. O nedenle kırmızı rengin çıplak olarak kullanılmasından kaçınmamız ya da beyazla kırarak kullanmamız önerilmişti. Mavi rengin de aksine insan ruhuna dinginlik verdiği, ana haber bültenlerinde de mavi arka planın bu nedenle kullanıldığı anlatılmıştı. Daha sonra şimdi bakıyorum BBC'de bile abartılı kırmızılar kullanılabiliyor. Çünkü dünyadaki kavramlar ve anlayışlar çok değişti. İlkeler bazen unutulabiliyor, kaotik bir atmosfer giderek her tarafa egemen olmaya başlıyor. Bizim çocukluk yıllarımızda rüyalar ve özgürlükler ülkesi olarak bildiğimiz Amerika için, şimdi aynı şeyi söyleyebiliyor muyuz? Amerika denildiğinde artık akla bir korku ülkesi geliyor, küçücük çocuklar bile ürküyor.11 Eylül'den önce doğum yapmak için Amerika'ya giden çok fazla aile vardı. Artık o durum yok oldu. Benim çocuğumun Amerikan vatandaşlığı olursa başına bir şey gelir mi endişesi taşıdıkları için, bu tarz uygulamalardan uzak durmaya başladı insanlar. Geçen akşam bir resepsiyondaydık. Masamızda Amerika'da yayıncılık yapan bir aile vardı. Zengin bir karı koca. Çok entelektüel insanlar. Şakalar falan yapılırken biri, Amerika'da başkan olmak için iki koşul aranıyor artık. 1- IQ'su düşük olmak 2- Başkan babası olmak dediler.
Öze dönersek, yayıncılık başlı başına sosyal sorumluluk gerektiren bir alan. Diyelim ki, siz ticaret yapıyorsunuz. Kumaş alıp satıyorsunuz. Kumaşı bir yerden çok ucuza alabilirsiniz. Vergisini vermek koşuluyla lüks bir semtte onu çok pahalıya satabilirsiniz. Bu ticarette rekabetin, serbest piyasa anlayışının getirdiği bir kazanç mekanizmasıdır. Kimse de size niçin bu kadar kazandınız diyemez. Televizyonculukta daha doğrusu bizim sektörümüzde durum farklı. Para da kazanabilirsiniz ama sosyal misyonu unutmamak koşuluyla. Biz bunu yeni anladık. Ben 6 ay Anne Oluyorum adlı bir program yapıyorum. Dergimiz ve internet sitemiz kendi başına kendini yöneten faaliyetlerdi. Televizyon yayınına başlayınca biz ne yapıyoruz olduk? Çünkü büyük kitlelere ulaşıyorsunuz. Dergidekinden farklı bir kitleyle karşılaştık. Yayın esnasında gelen telefonlarda bunu göstermekteydi. Sonra dedik ki, işi televizyon için en başından tekrar yapılandırmalıyız ve ben ilk annelik zamanlarıma döndüm. Yayınlarımızı hamilelik ve annelik konusunun ilk aşamalarından başlayacak şekilde yeniden yapılandırdık. Sevginizi gösterin, dürüst olun gibi yaklaşımları örneklemeye çalıştık. İşin alfabesinden başlamak zorundasınız. Hatta bakın çok sarsıcı bir örnek vereyim… Programımızda önce konuyu bizim soruşturmacı gazetecilik tekniğiyle hazırladığımız bölümüyle ekrana getiriyoruz. Daha sonra canlı yayında uzman konuklarımızla konuyu tartışıyoruz. Stüdyomuzda emniyet narkotik şube müdürü ve psikiyatri uzmanı konuklarımız var. Ayrıca gençlere örnek olabilecek cici, güzel ahlaklı birde genç kız konuğumuz da olsun istedik. Kim olabilir diye araştırırken Ihlamurlar Altında dizisinin sevilen oyuncusu Tuba Büyüküstün üzerinde duruldu. Onu da dahil ettik kadroya… Programdan önce şöyle bir altyazı geçiyoruz: Ihlamurlar Altında dizisinin sevilen oyuncusu Tuba Büyüküstün bir genç olarak uyuşturucu tuzaklarından nasıl korunduğunu anlatacak. Mesaj yanlış bir anlamaya yer vermeyecek kadar açık değil mi? Bunu okuyanlar hemen Tuba Büyüküstün'ü aramışlar, sana tuzak mı kurdular, sen tuzağa mı düştün, alt yazı geçiyor diyerek, kızı korkutmuşlar. Kötü niyet yok ama algılama tümüyle yanlış. Bazen de bir büyücü ya da üfürükçünün, insanları ne hale getirdiğini çok net algılanabilecek görüntülerle anlatıyorsunuz. Ondan sonra bir kanaat oluşması lazım değil mi? Ama öyle olmuyor. Seyirciler bize telefon açıp, biz bu değerli hocanın telefonlarını alabilir miyiz, nerede bu hoca diye soruyorlar. Samimi söylüyorum bunları sık sık yaşıyoruz. Geçen yıl algılama konusunu psikolog bir konuğumuzla konuşmuştuk. Kendisi, bizim toplumumuzda maalesef o alt yazı örneğinde olduğu gibi, kızın kötü bir durumda olduğunu düşünüyorlar ve aslında o olaydan da sevinç duyuyorlar. Bu sevinç psikolojik olarak iyiki benim başıma gelmedi şeklinde kendisini gösteriyor demişti.Gerçekten mi? Çok enteresan bir bakış açısı bu. Mesela bir herbalist var ya da herbalist geçinen alternartif tıp yöntemleriyle, modern tıbbın bugüne kadar tedavi etmeyi başaramadığı hastalıkları iyileştirdiğini iddia eden bir umut taciri var internette. Gittiğiniz anda 2500 doları alıyor. Vergi falan yok. Ben bu adam hakkında 3 defa haber yaptım. Birisinde ceza evine girdi. Ama insanlar hâlâ bana mail atıp bu insanın ilerlemiş bir pankreas kanserini tedavi edip edemeyeceğini soruyorlar. Dâhilerin hayatını incelerken hep sosyal iletişim zekâsıyla yakından ilgili olduğunu düşündüğüm iki husus karşıma çıkıyor. Birincisi tevazu. İkincisi de dahiler bu dünyadaki varlıklarını Tanrı'nın her insan gibi kendilerine armağan ettiği üstün yeteneklerle, insanlığı ileri götürecek hamlelerde bulunmak şeklinde tanımlıyorlar. Mesleki başarı ve sosyal iletişim zekası açısından sizin bu iki yaklaşım hakkındaki düşünceleriniz nedir? Ben içtenlikle söyleyeyim eğer TRT'nin sınavlarına girip de kurs adayı olarak kazandıktan sonra birisi çok ünlü bir televizyoncu olacağımı, gazeteci olacağımı söyleyip bunun belgesini vermiş olsaydı, haydi bana müsaade şansımı başka bir yerde deneyeceğim diyerek oradan uzaklaşabilirdim. Ben zannettim ki, benim gibi birçok ünlü televizyoncu olacak, onlar da benim gibi başarılı olacaklar ve ben hem hayatımı kazanacağım, hem de zamanın nasıl geçtiğini anlamayarak insanlığa hizmet edeceğim. Böyle çok az meslek vardır. Ben buna en yakın olarak cerrahları görüyorum. Bazen hastalıklı bir organı alıyorlar birkaç neşter darbesiyle insana sağlığını iade ediyorlar. Biz de toplumsal hastalıklarla uğraşıyoruz. Onların tedavi yollarını gösteriyoruz ve sağlıklı toplum nasıl olunur ona işaret ediyoruz. Ben hiçbir zaman açıkçası ah vah ne yaptım, ne kadar başarılı oldum demiyorum. Sonuçta çocuklarıma bırakacağım miraslar bunlar işte (Duvarda asılı Hürriyet Gazetesini gösteriyor) Devletin bile bulamadığı bir banka hortumcusunun, banka yağmacısının İsviçre'deki gizli rüşvet hesabını bulup ortaya çıkarttığımda ve o bankanın önünde rüşvetin belgesiyle fotoğraf çektirdiğimde, Hürriyet Gazetesi Bravo Gazeteci manşetini attı. Bu her gazeteciye nasip olabilecek bir başarı değil. Ayrıca uluslar arası ödüller kazandım. Ekibimle birlikte kazandık, tabii ki tek başıma yapmıyorum bu işi. Bunlar benim çocuklarıma bırakacağım miraslar, tıpkı babamın bize bıraktığı takdirnameleri gibi, aldığı ödüller gibi, namuslu dürüst öyküsü ve tertemiz soyadı gibi. Ben o tevazudan kopan insanları anlamakta zorlanıyorum açıkçası. Sonuçta biz işimizi yapıyoruz, herkes işini dürüstçe yapmalı. Ben de işimi ilkeler ve evrensel ölçüler doğrultusunda yapmaya çalışıyorum ve bunun sonucunu çok şükür utanacak bir iz bırakmadım arkamda… Sadece bu izle övünüyorum. Eğer insan zaten başarıya ulaşabileceğini bilirse ve kendi yaratıcılığının farkındaysa, ne başkalarına kötülük eder, ne de kasım kasım kasılarak ortalıklarda dolaşır.
Zaman içerisinde bizden sonraki kuşakların yarışarak öne geçeceklerini bildiğim ve özgüven duygusunun onların genlerinde yerleşip sonraki kuşaklara da aktarılacağından emin olduğum için, o çocukların daha rahat ve daha mütevazı olacaklarından kuşkum yok. Ben mesleğe ilk girdiğim yıllarda dünyadaki televizyon yıldızlarıyla tanışma olanağı buldum ve hepsinin ne kadar mütevazı insanlar olduklarını gördüm. O insanlar yarışmışlar, bileklerinin hakkıyla ve sağladıkları başarıyla o noktaya ulaşmışlar. Ekranın karşısında bizi seyreden ve kararı asla temyiz edilmeyecek tarafsız jürinin verdiği notlarla o başarıyı tescillemişler. Dolayısıyla özgüven duygusu onların kişiliklerine yerleşmiş. Bizdeyse kayırmacı anlayışlar, torpiller, kapalı ekonominin ve soğuk savaş döneminin doğal sonucu olmuş. Bizi yönetenler, şu çocuk ülkesini çok seviyor, o bizden yana, onu şu mevkie oturtalım demişler ve o çocuk hak etsin etmesin oturmuş oraya. Yarışarak kazanılmış bir başarı olmadığı için kendisini geçebileceğini zannettiği herkesi oraya yaklaştırmamak için her türlü ayak oyununu yapabiliyor bu tip sahte şöhretler. Ama yarışarak gelmiş olsa onun hazzını keyfini yaşayacağından, kendi özelliklerinin de farkına varacağından böyle çirkin yöntemlere hiç gerek duymayacak. Şimdi ben yetenekli bir genç televizyoncudan niçin korkayım Allah aşkınıza. Ben yetenekli insanlar gelsin de onları parlatayım, bilgimi paylaşayım, başarının yollarını öğreteyim diye yol gözlüyorum.Sizinle ilgili ödül törenlerini ve benzeri haberleri izlediğimde hep tek tek ekibinizden bahsettiğinizi hatırlıyorum.Evet hep bahsederim. Hatta stajyer çocukları çağırıyorum sahneye şaşırıyorlar. Onlara al bakayım diyorum ve titreyen elleriyle kavradığı ödülü birlikte alıyoruz. Öyleydi. Bir kere Gazeteciler Cemiyeti'nin ödül töreninde siz yoktunuz, bütün ekibiniz çıkmıştı oraya, ben de rahmetli İbrahim Özkan ile oradaydım, siz yoktunuz, stajyerler dahil bütün ekip oradaydı. Uğur Ağabi için bunu alıyoruz dediler. O gün benim için bir dönüm noktası oldu. Bir gün benzeri bir ekiple çalışırsam ne mutlu bana, eğer yaratabilirsem böyle bir ilişki ne mutlu bana demiştim kendime.Bu liderlik. Alttan gelenlere sırt vermek, basamak olmak gerekir… Kendinizin ne olduğunun farkına varırsanız meseleler halloluyor zaten. Haldun Simavi'yi anlatırlar. Haldun Simavi gibi büyük zenginliklerin içindeki bir patron, bir matbaa makinası bozulduğunda, bir matbaa ustası gibi kolları sıvayıp makinenin altına yatar ve arızayı kendisi giderirmiş. Şimdi siz işi bildikten, işin en zor taraflarını becerebildikten sonra, zaten başkasından korkmanıza gerek kalmıyor. Korkan insan kendi başarısını sindirememiş olan insandır. Hak edilmemiş bir şöhrettir. Hak eden insan neden çekinsin, bir yıldız adayının pırıltısından niçin ürksün ki?Cerrahpaşa Genetik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Turgut Ulutin ile geçen ay konuşurken şuna dikkat çekmiştik, her insanın nasıl parmak izi farklıysa genetik şifresi de farklıdır. Bu nedenle her insan eşsiz, benzeri olmayan bir mucizedir. İnsanın bu benzersiz olma özelliğini başkası olma arayışına dönüştürmesi, potansiyelinin saklı kalmasına neden oluyor ve anlattığınız durumlar yaşanıyor. Gayet tabii ama bizim insanlarımız yarıştırılmamış. Soğuk savaş yıllarındaki kapalı ekonomi yarıştırmamış insanlarımızı. İktidar olanaklarından nasiplenen bir başarı modeli oluşmuş. Dikkat edin bizdeki zenginliklere. Vehbi Koç'un ve Sakıp Sabancı'nın başarı öykülerini çok az bulursunuz diğer zenginliklerde. Vehbi Bey yarışarak zengin olmuş bir müteşebbistir. Hatta Türkiye'nin ilk müteşebbisidir. Farklı zekâ boyutları birbirini destekler. Sizin mesleki başarınızda dolaylı etkisiyle olumlu katkıları olan ne gibi uğraşlarınız var? Örneğin yüzmeyle aranızın çok iyi olduğunu biliyorum. Sporu çok seviyorum. Yüzme benim için bir zorunluluk. Niçin zorunluluk? Eskiden yürümeyi çok severdim ama yaptığımız işler sonrasında iktidar gücünün bile ne kadar korkunç bir silah olarak kullanılabileceğini somut olaylarla yaşadığım için, şimdi herkesin görebileceği yerlerde maalesef yürüyemiyorum. Yürüsem bile bir gün yürüdüğüm yere ertesi gün gitmiyorum. Onun için yüzmeyi tercih ediyorum. Yüzerken şunu da fark ettim; tek başınıza yüzdüğünüzde sıkılıyorsunuz. Ama bir şeyler düşünmeye başladığınızda saatin nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz. Ben çok düşünürüm. Akşam okuduğum bir kitabı ertesi gün yüzerken acaba şurası şöyle yazılsaydı daha mı iyi olurdu, burası böyle anlatılsaydı nasıl olurdu diye neredeyse tekrar yazarım. Ya da görsellik jimnastiği yaparak o kitabı bir film şeridinin kareleri gibi gözlerimin önünden geçiririm. O da yetmez bazen gelirim buraya onları kâğıda dökerim, resimleştiririm ve ekiptekileri çağırarak derim ki, televizyoncu olarak bir işi yapmaya kalktığınızda eğer onu kâğıt üzerinde başaramazsanız, masada halledemezseniz, bilin ki gittiğiniz yerde asla çözemeyeceksiniz. Onun için şimdiden kendinizi alıştırın. Diyelim ki kuş yemi satan dükkânda uyuşturucu satışı görüntülenecek. Gözünün önüne getir bu kuş yemi dükkânını, kareler çiz ve kendini o fotoğraf karesinde bir yere yerleştir. Kamerayı nereye koyman, nasıl kullanman ya da nerede durman gerekir? Bunları hayal et… Başka seslerin olup olmayacağını düşün, başka sesler yoğunsa bil ki senin konuşman zor kaydedilecektir. O zaman sesini yüksek perdeden kullanmayı unutma… Kendi kendine bunları telkin et. Benim en büyük hobim budur, hayal etmek. Gittiğim bir pastanede bile gözlerim kimseyi rahatsız etmeden insanlardadır. Çünkü insanların nasıl oturdukları, nasıl konuştukları, kahveyi nasıl içtikleri, bacak bacak üstüne nasıl attıkları benim hafızama tüm doğallığıyla adeta mıh gibi yerleşmeli. O yerleşmezse ben zaten gerçeği olduğu gibi anlatamam. Biz gerçeğin ta kendisi olmak durumundayız. Beyin hayal ettiğini yaşıyor aslında. Örneğin uluslararası boyutta başarıları olan tenisçimiz İpek Şenoğlu yurt dışında sakatlanan tenisçilere sakatlıkları süresince hayal kurdurulduğunu ve hayallerinde tenis oynayıp başarılı olduklarını görselleştirmeleri istendiğini söylemişti. Bu sayede sakatlık sonrası adaptasyonların çok daha hızlı olduğunu anlatmıştı. Birde insan hareket halindeyken beynine daha çok kan gittiği için, beyin performansı sportif faaliyetlerle olumlu yönde desteklenmiş oluyor.Mesleğin doğasında var. Çok hızlı yemek yeriz ve genellikle yürürken ve sürekli olarak düşünürüz. Bizim için işi buradaki çekmecelere kilitleyip, hadi artık sen sabaha kadar burada dur, bana eyvallah deyip gitme olanağı yok. İşimiz bizimle birlikte evimize geliyor, çocuğumuzla oynarken, yemek yerken, hatta rüyalarımızda bile işimizle birlikte oluyoruz. Çünkü iş, aynı zamanda çok büyük bir sosyal sorumluluk gerektiriyor. Ben mesela gece yatağımdan fırlayıp sabahı beklemeden, üzerinde çalıştığımız kasetlerdeki bir bilgi hatasını düzeltmek için televizyona gittiğimi çok hatırlarım. Sanki o an fırlayıp gitmezsem insanlara zarar verecekmişim gibi geliyor. İnsan sevgisi ve toplum bilinci.
Kesinlikle, abartılı derecede seviyorum işimi. Bin defa dünyaya gelsem, bininde de aynı Uğur Dündar olmak isterim. Bininde de aynı işi yapmak isterim ama bir şey daha isterim, çok sayıda Uğur Dündar olsun, ben çok ön plana çıkmayayım.İşinizi var oluş nedeniniz olarak tanımlayabiliriz belki de.Aslında erkeklerin hayatında önce işi geliyor. Ondan sonra ailemiz, çocuklarımız. Gerçi çocuklarım olduktan sonra belki geç baba olmanın da verdiği duyguyla çocuklarımı her şeyin üstünde tutuyorum. Çok daha merhametli, şefkatli bir gazeteci-televizyoncu oldum onlar dünyaya geldikten sonra… Bu vesileyle bana dünyalar güzeli çocuklar veren ve başarımda çok büyük payı olduğuna inandığım sevgili eşime de çok teşekkür ediyorum… Sn. Uğur Dündar'a Anneyiz.Biz ile paylaştıklarından dolayı teşekkür ederiz.
Dikkat: Bu röportajın tüm hakları Anneyiz.Biz'e aittir. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz. [/b] • Diğer röportajları okumak için tıklayınız.
Kaynak: Anneyiz Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir? Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz. Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım? Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.
25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz. |