O nasıl bir enerjidir Allah’ım! O konuşuyor, sen öylece bakakalıyorsun. Ağzını zor kapatıyorsun. Yemin ederim. Bir süre kendine gelemiyorsun. Onu takip edebilmek için bile, ekstradan enerjiye ihtiyacın olduğunu hissediyorsun. İnsan heyecanlanıyor. Çok. Çünkü onun rüzgarı, havası sana geçiyor. Röportajdan sonra, “Yaparım” deyip askıya aldığım bütün planlarımı, projelerimi beynimin raflarından indirdim. Çünkü gaza geldim. Öyle biri.
Şimdi söyleyeceğim size tuhaf gelecek ama o insanda, resmen çalışma ve başarma isteği uyandırıyor. Bir de kendine güven aşılıyor. Ondan bir sürü şey öğreniyorsun. Çünkü çok acayip ilgi alanları var. Eski medeniyetler, Aztekler, Sümer tabletleri, astronomi, arkeoloji, gemi maketleri, eski iskeleler ve tabii otomobiller… Otomotiv sektörünün duayeni Jan Nahum’dan söz ediyorum. Meslek hayatı başarılarla dolu. Bir Doblo başarısı var ki mesela, Türkiye çapında. Ondan sonra gelen atılımsa çok daha büyük: Fiat başkanı oldu. Resmen milli bir heyecan yarattı. Dünya üzerinde böyle bir başarıya imza atan Türk sayısı çok fazla değil ne yazık ki. Ama konuşunca anlıyorsun ki, boşuna değil, boru değil. Kimseyi haybeye böyle pozisyonlara getirmiyorlar.
Ve işte şimdi Jan Nahum, Petrol Ofisi’nin tepesinde. Yeni bir rüzgar estiriyor Türkiye’de: Petrol Ofisi ve Formula 1’i yan yana getiriyor. Dünyanın en prestijli yarışlarından biri Formula 1, on yedi seçilmiş ülkede yapılıyor sadece. Petrol Ofisi de, Türkiye ayağının sponsoru. Kendisi de Formula 4’te yarışmış biri olarak, GP 2’de yarışacak bir takım kurdu. Derya gibi adam. Eee artık, eliniz mahkûm birkaç gün okuyacaksınız…
İşte, hep röportaj yapmak istediğim adamın karşısındayım. Sizi rol modeli almak isteyenler neler yapmalı? Nasıl Jan Nahum olunur? Nedir sırrı? Çok çalışmak mıdır? Hedefe kilitlenmek midir? Günde sadece üç saat uyumak mıdır? Kişilik midir, doğuştan mıdır?
- Benim iddiam doğuştan olmadığı. Bence insan kendini yetiştirir, yaratır ve konumlandırır. Nasıl mı? Ortamı “challenge” etmekten çekinmeyeceksin. Meydan okuyan bir tip olacaksın. Hem de her konuda. “Acaba aykırı düşer miyim? Yanlış anlaşılır mıyım?” endişesi taşımayacaksın. Kural şu: Salak yerine konmaktan korkmazsan, başarırsın!
Peki siz hep mi böyleydiniz?
- Nerdeee? İnanılmaz çekingen biriydim. Ama hayat bazen seçenek tanımıyor, iş hayatında elin mahkûm bir şeyle yüzleşiyorsun ve pişiyorsun. Fiat’a gittiğimin üçüncü ayında 7 bin kişiye bir konuşma yapmam istendi. Üstelik İtalyanca. Al başına bela! O 7 bin kişinin de bir şekilde güvenini kazanacağım. Ve topu topu 10 dakikam var. Ama kaçmak gibi bir şansım yoktu, çıkıp konuştum. Yani kural şu: “Korktuğun şeyin üzerine gideceksin.” Ama bunlar zart diye olmuyor, zaman alıyor. Yıllar evvel zırhlı araç tasarladık. Yabancıların ürettikleriyle rekabete soktuk. Komutanlar geldi, “Yerliyi de yabancı kadar iyi yaptınız mı?” dedi. “Tabii” dedim. “E madem kendine bu kadar güveniyorsun” dediler, “Gir içine ateş edeceğim!” Girmezsen o iş bitiyor. Yönetici olarak bir çalışanına “Ben girmiyorum sen gir” de diyemezsin. Mecbur giriyorsun. Sana ateş ediyorlar. Anlatabiliyor muyum? İş hayatında hep ateş ediyorlar. Ama sen işini doğru yaparsan, sorun yok.
Sizdeki bu cesaret doğuştan mı?
- Yok canım, o da aşağılana aşağılana oldu. “Bir dahaki sefere, ben bunu yemem” diyerek biraz daha güçlendim, sesim daha gür çıkar oldu. Ve tabii çalışacaksın. Bu en en en önemli kural: Allah’ına kadar çalışacaksın.
Başka?
- Alçakgönüllü olacaksın. İnsanları rahatsız edecek hatta ezecek ölçüde…
O zaman bu, bir taktik?
- Kısmen. Kural dedin, ben sana kendi kurallarımı anlatıyorum. Mesela ben hiçbir zaman bir arabanın arkasına oturmam. Kendi arabamı kendim kullanırım. Ha park etme derdi varsa, şoför yanıma oturur, ben inerim, o park eder. Sonra kendi çantamı kendim taşırım. Taşıtmam.
Zaten bir başkasına çantanı taşıtmak hıyarlık değil mi?
- Ama öyle çok CEO ve üst düzey yönetici var ki bunu yaptıran. Üstelik sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde. Ben yöneticilik oynamam, bunu anlatmaya çalışıyorum.
Peki ilişkileriniz kuvvetli midir? Türkiye’de işler öyle yürür ya, hatırlı dostlar filan…
- Yok bu benim yolum değil. Bir dolu insan, benim kadar çalışmayarak, hiç alçakgönüllü olmayarak, sadece ilişkileriyle, yani network’leriyle iş kotarmış, becermiş olabilir. Ben onlardan değilim.
Sizin yöneticiliğinizin temel özelliği…
- Çalışmak. Hata yapmaktan korkmamak. Ve kitabın yazdıklarına uymak….
Anlamadım, hangi kitap?
- Ben tecrübeye ve piyasada pişmeye çok da itibar etmem. Esas olan alaylı olmak değil, okullu olmaktır benim için. Uzmanlaşmaya, bir konuda derinleşmeye inanırım. Teorik eğitime inanırım. Bir de birlikte çalıştığım insanlara da şunu söylerim: “Üç yıl boyunca ne biliyorsam size öğreteceğim. Ama gözünüzü seveyim üç yıl sonra konularınızı benden daha iyi bilin ve siz bana öğretin…”
İyi bir direnişçiyim, Koç’a saçımı ve sakalımı kestirmeden girdim
Babanız Bernar Nahum olmasaydı, siz Jan Nahum olabilir miydiniz?
- Bu soru, “Kapılar sana baban sayesinde mi açıldı?” ise, babamın Bernar Nahum olmasının işi zorlaştırdığı olurdu. Çünkü babamın şöyle bir kompleksi vardı: “Aman, oğullarımı kayırıyor gibi algılanmayayım.” O yüzden bize yüklenirdi, ya da beğenebilme ihtimali olan bir şeyi beğenmezdi…
İltimas sıfır yani…
- Evet. Bir dolu insanın damadı filan Koç Grubu’na genel müdür yardımcısı seviyesinden girmiştir. Abimle ben adım adım uğraştık. Hatta oradaki müdürler arasında şöyle bir sendrom vardı, “Aman Allah’ım! Bu, ortağın oğlu. Çok fazla ilerlerse, üç gün sonra başımıza çıkabilir.” İspat etmem zor ama nice müdür, işimin aksaması için uğraşmıştır.
Ama babanız olmasa, belki de Koç’a hiç giremeyecektiniz!
- Ben zaten girmek istemiyordum ki, babam mecbur etti. Bir arkadaşımla tasarım şirketi kuracaktım. Ama babam tutturdu: “Mümkün değil benim oğlum illa Koç Grubu’nda çalışacak!”
Neden?
- Öyle bir bağlılığı vardı.
Eğitim paralarınızı Koç mu ödedi?
- Yok hayır. Sadakat duygusu işte. Bizim hayatımız Koç’tu. Koç konuşulurdu, Koç için yaşanırdı. Üniversiteyi bitirdik, geldik Koç’ta işe girdik. Başka türlüsü düşünülemezdi. Ama pişman mısın dersen, hiç değilim. İyi ki Koç’a girmişim.
Robert Kolej’in bütün bu başarınızdaki payı ne?
- İnanılmaz payı var. Oradaki düşünme biçimi, arkadaşlıklar, saçmalıklar, yaramazlıklar beni anlatamayacağım kadar çok şekillendirdi. O yüzden ben de çocuklarımın eğitimine dikkat ettim. Anglosakson eğitimi derim başka bir şey demem.
Ne öğrendiniz Robert Kolej’de?
- Yanlış yapabilmeyi…
Nasıl yani?
- Yanlış yapmaktan kokmamayı. Koç’a girdiğimde fark ettim ki, herkes yanlış yapmaktan korkuyor. Oysa bu saçma. Tabii ki yanlış yapacaksın. İlaç endüstrisinde 20 bin ilaçtan bir tanesi başarıyor. 19 bin küsur yanlış demek bu. O yüzden pekálá yanlış da yapılır, “Ben bilmiyorum” denebilir.
Peki farklı düşünebilmenizde ailenizin payı?
- Pek yok. Çünkü ailem bana belli kalıplar içinde düşünmeyi öğretti. İngiltere’den saçlar omuzlarımda geldim, sakallarım filan vardı. Koç’taki genel müdür, “Tamam saçını sakalını kes ve hemen bizde çalışmaya başla” dedi. Ben de dedim ki, “Saçımı sakalımı kesmem, Otosan’da da çalışmam. Otosan beni ya böyle kabul eder ya da buradan giderim.” Güldü ve şöyle dedi: “İyi ama senin baban kimseyi böyle kabul etmiyor…”
E n’aptınız? Kestiniz mi?
- Yok canım. Ben iyi bir direnişçiyim.
Otomobil dizaynı okumak baba mesleğini devralmak için miydi, yoksa içinizde bu konuda dünyaya meydan okuyacak bir enerji hissettiğiniz için mi?
- B şıkkı. Ben 12 yaşındaydım, yerli yabancı bütün kamyonları bilirdim. Çünkü evimizde konuşulurdu. Bizim hayatımız otomobildi. Ben de, çocuk aklı tabii, “Otomobil tasarlayacağım” dedim, “Niye başkası yapsın? Ben yapacağım!” Abim, motor dizaynı okudu, ben gövde dizaynı.
İki kardeşten sizin adınızı bilmeyen yok ama abinizin adını bilen yok.
- Çünkü ben Türkiye’de kaldım, o dışarıdaydı. Yoksa o 73’lerde, 74’lerde, beş arkadaşıyla birlikte Türkiye’de ilk rotatif motoru dizayn etmiş adamdır. O da en az benim kadar başarılıdır.
Sizin için hayattaki en önemli şey başarılı olmak ve çalışmak mıdır?
- Hayır ama verilen görevi iyi yapmak önemlidir. Ben bana ne görev verilirse verilsin dört dörtlük yaparım. Ama tabii bu benim baş belası olmadığım anlamına gelmez.
Nasıl yani?
- Bana görev verenler, genellikle beni fazla tanımaz. “Çok çalışkanmış ve başarılıymış” gibi şeyler duyarlar, beni o göreve atarlar. Nasıl bir karambole yol açabileceğimi kestiremeden. Mesela Otokar’da ne yaptığımı bilmeden, Tofaş’a götürdüler. Sadece Suna (Kıraç) Hanım dedi ki, “Gözünü seveyim, bu bizim iyi bir şirketimiz. Ortaklarla da aramız iyi. Ne olur aramızı bozma.” 15 gün sonra Fiat’tan yazı geldi, “Bu adam ortaklığı bozdu” diye. Benim kendi metotlarım var, ne yapmam gerektiğine bakıyorum, kararımı veriyorum ve ona göre ilerliyorum. Ama başarılı oluyorum.
Hep başarıdan söz ediyorsunuz. Çocukların sizce, sürekli başarmaya mahkûm yetiştirilmesi, sağlıklı bir şey mi?
- Mahkûm etmek kötü ama yönlendirmek önemli. Hepimizin bu dünyaya bir borcu var. Bu dünyaya sadece eğlenmeye, gülmeye gelmedik. Biraz da bu rahatlığımızı ödememiz gerekiyor çünkü sefalet içinde olanlar da var. Yani dalga geçme hakkımız yok. Hele parası pulu olanların, rahatı yerinde olanların çalışma ve başarılı olma mecburiyeti var. Aksini kabul etmiyorum ben. Ama bunun için illa bir ofise gitmek gerekmiyor. Eşim bir okulun vakfında yönetici, babamın okulunun yönetimini de yapıyor, üç oğlumuzun eğitiminden de sorumlu. Neredeyse benim kadar ağır çalışıyor. Ve şöyle bir ideali var: “Hangi sosyal sınıftan olduğu hiç mühim değil, etrafımızda okumak isteyen kim varsa okuyacak!” Hepsini üniversite mezunu yapmak için uğraşıyor. Buna ek olarak Bangladeş’te, Brezilya’da, Afrika’da 12 çocuk okutuyor.
Bu kadar çok çalışan bir adamın ailesiyle bir şeyler paylaşabilmek ve mutlu olabilmek gibi bir ihtimali var mı?
- Var valla. Hani insanın sevdiği ama dalga da geçtiği berbat arkadaşları vardır ya, oğullarım için biraz öyleyim. Bu da hoşuma gidiyor. Karıma gelince, çocuklar büyürken çok yardım ettim, devamlı taşıdım, yedirdim, altlarını değiştirdim. Şimdi durum şu: Cumartesi bulaşıkları ben yıkıyorum. Öğlenleri annem de gelir, hep birlikte yemek yeriz, masayı da ben toplarım. Oğullarım, “Otomotivin duayenine bakın” diye alay eder. Buna rağmen, keşke aileme daha fazla vakit ayırabilsem diyorum. Çünkü biliyorum bu zamanlar geri gelmeyecek, oğullarım yakında çalışmaya başlayacaklar, evlenecekler ve evden tamamen uçacaklar…
Evde en çok konuşan siz misiniz?
- Yok hayır, ben evde susuyorum. Zaten konuşunca, herkes kaçıyor, “Bu yine yıldızlardan ve astronomiden söz etmeye başladı!” diyorlar. Ama eşim maşallah, Binbir Gece Masalları gibi konuşur.
İyi bir dinleyici misiniz?
- Yok değilim. Dinlermiş gibi yaparım ama…
Bir insanın size derdini kaç dakikada anlatması gerekir?
- Üç dakika. Yoksa inanılmaz sıkılıyorum. İnsan bir meseleyi kısa anlatabilmeli. Ne var ki, ben bunu hiç beceremiyorum. Sonsuza kadar konuşurum.
En sevdiğiniz özelliğiniz?
- Sınırları zorlarım. Beni tanımlayan şey bu. Kendi sınırlarımı da zorlarım. Bu yüzden de insanları şoke ederim: Çok yorgun da olsam, beş dakika uyur, sonra tekrar beş saat çalışırım…
Şöyle bir görüş var: “İnsan gece yarılarına kadar çalışıyorsa bir yerde hata yapıyordur ya da işi delege edemiyordur! İş dediğin de 6-9 arası bitmelidir, hayat da sadece çalışmak değildir.”
- Böyle diyen herkes yanılıyor. Ya da işi başkasına yaptırıyor. Kendi katma değerlerini koymuyor. Sadece yöneticilik oynuyor. Ben o insanlardan değilim.
E peki, n’olacak bu işin sonu?
- Bilmem, erken öleceğim galiba!
Yazan : Ayşe ARMAN
Kaynak :
www.hurriyet.com.