GÖNÜL YORGUNLUĞU
Tek başınayken hissetmiyorsunuz yalnızlığı hakikatte.
Diğer insanlara ‘değdiğiniz’ noktada başlıyor bu duygu.
Çam fıstıkları gibi; kozalağınızın kalkanları açılmaya görsün, ellerine geçen ilk ‘taşla’ size vurup, kıran birileri çıkıyor mutlaka.
“Yalnızlık Allah’a mahsus” derler ama kalabalıkların parçası olduğunda insanlığından kaybediyor bazıları ve bu yüzden derin yaralar alıyor kimileri de topluma karıştıkça.
Sosyal yaşama katılmak her zaman bu ölçüde dramatik olmasa da bazen bir insanı tanımak, onu ancak başkalarının arasında gördüğünüzde mümkün oluyor.
Baş başayken ya da dar bir çevrede bilip tanıdığınızdan çok farklı bir kişilik çıkıveriyor karşınıza.
Hayret ediyorsunuz...
Etrafında kimseler yokken yahut birkaç kişiyle sınırlıyken mi gerçekten ‘kendisi’ olur insan, yoksa geniş kitlelerin içinde yer aldığında mı?
Siz size ne kadar benziyorsunuz, hep ‘aynı’ kalabiliyor musunuz, ‘kozanızdan’ çıktığınızda?
Zayıflıkları o zaman mı belli oluyor insanoğlunun, ya da kalabalıklarla olmak mı zaafa uğratıyor?
Toplum ehlileştireceğine vahşileştiriyor mu bir kısmımızı?
Neden yalnızken size mültefit, müspet ve sıcak davranmaya özen gösteren, dostluğunu esirgemeyen biri, ikiniz bir toplulukta beraberken adeta düşmanca bir tavır alıyor?
Niçin bir rakip diye algılıyor mesela veya niye kaba, kırıcı, uzak ve soğuk bir tutum takınıyor?
Bazen de sizinle ilişkisi değişmiyor fakat siz onun diğer insanlara yaklaşımındaki bir şeylerden rahatsız oluyorsunuz.
O ‘bir şeyler’in adı ister samimiyetsizlik, ister gösteriş, ister yaranma, ister kıskançlık, ister kibir, ister yalan, ister ayak kaydırma, isterse menfaat olsun.
Onda, hiç ummadığınız bu çeşit yönler bulunduğunu keşfederseniz, büyük bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz.
En korkuncu ise, size sevgisi mi, arkadaşlığı mı, ahbaplığı mı artık her neyse onun, sadece işine yaradığınız ölçüde var olduğunu anlamanız herhalde.
Onun nezdinde önemli biri ya da bir şey için kullanıldığınızı sezerseniz dehşete düşüyorsunuz.
Çevreniz genişledikçe artıyor, hoyratlıkla, riyakârlıkla, fesatlıkla, hasetle yüz yüze gelme ihtimaliniz.
Zamanla ya gardınızı almayı öğreniyorsunuz ya da kabuğunuza çekiliyorsunuz...
Yabancıların arasında gezinirken çok zor değil, görünmez camlarınızın ardına sığınmanız. Yine de asgari nezaket kurallarına bile uymayanların mütecaviz davranışlarıyla sersemleyip, sendeliyorsunuz.
Herkesi kendiniz gibi zannetmekten, güvenmekten, yakın durmaktan vazgeçmeyi başarsanız da kurtulamıyorsunuz ne kem bakışlardan ne kinayeli sözlerden ne de gıybetten.
Bu şartlarda yaşamaya mecbursanız deriniz kalınlaşıyor ister istemez, her şeye pek fazla aldırış etmiyor, umursamıyorsunuz.
Yalnızlıktan çok, bir azınlıkta kalma hissi belki de bu. Giderek alışıyorsunuz, hatta özel tercihiniz oluyor böyle yaşamak, böylesini seviyorsunuz. Küçük bir ‘çember’ oluşturup, içine aldığınız birkaç kişinin varlığıyla mutlu oluyorsunuz.
Huzuru sadece burada buluyorsunuz.
İşte oradan gelirse bir darbe, asıl o zaman yıkılıyorsunuz.
Deprem dalgası misali, ne kadar yakınsanız o kadar ağır hasar alıyorsunuz.
Bir fiske olsa, büyüyor şiddeti, bir şamar olup çarpıyor yüzünüze.
Hele ki gerçekten sert vurduysa, yediğiniz vurgunla bir enkaza dönüyorsunuz.
Hiçbir zaman hazırlıklı olamıyorsunuz buna, çünkü asla beklemiyorsunuz, orası gönül kaleniz sizin; sağlam surlarına düşünmeden sırtınızı dönüyorsunuz.
Yalnızlık neymiş, o kalenin içinden biri doğrultursa size silahını, işte o zaman anlıyorsunuz.
Gitgide siz de itimatsız, kuşkucu, kimseye bağlanmayan biri halini alıyorsunuz.
Ve yaşamınızı böyle sürdürmekten yorgun düşüyorsunuz.
‘Gönül yorgunluğu’ dinlenmekle geçmiyor, önceleri sevdiğiniz işleri yapmak bile ağır geliyor.
Heyecan ve sevinç eksiliyor hayatınızdan.
Hissediyorsunuz ki gönül yorgunluğu masumiyetin yitmesi demek.
Ve aslında, yaşlanmakla bitmiyor masumiyet, masumiyetiniz bitince yaşlanıyorsunuz.
Candan duygularınız azalıyor; sevmekten, âşık olmaktan, dostluktan, hayranlıktan, güvenmekten ümidini kesmek değil bu. Bunlara değecek birilerinin varlığına inancını kaybetmek.
Sık deneyimlediğiniz, alışkanlık peydah ettiğiniz, yaşamınızın rutini haline gelmiş, çok gördüğünüz, çok geçirdiğiniz şeylerden usanmaktan öte bir anlam taşıyor gönül yorgunluğu: Artık kendinizi kandıramıyorsunuz.
Keşke nasıl tanımışsanız öyle kalsa ‘elâlemin’ yanında da bütün sevdikleriniz...
Siz hâlâ birilerine kanabilseniz...
Belki yine yaşlanırsınız ama yaşlandığınızı fark etmezsiniz...
RENGİN SOYSAL
28.02.2009
TARAF