Cannesda Sanat Sineması Dorukta
Cannesda Sanat Sineması DoruktaFestivalin bu son çeyreğinde filmlere karşı ilk yarıda duyduğum heyecanı kaybettiğimi hissettim maalesef. Son çeyrekteki filmler ‘sanat sineması kimliğinin ardında kaybolmuş fazlasıyla ağır ve deneysel filmlerdi. Öyküler minimalist, anlatımlar ağdalı ya da karmaşıktı. İzlemesi bu kadar zor filmlerin varlığı, festivalin çeşitli ülkelerden estetik olarak büyük farklılıklar gösteren sinemacılara vizyonda göremeyecekleri bir şans tanıdığını gösteriyor. Ancak bu aynı zamanda, zaman zaman festivalin seçimlerinin ardında filmlerin sinema değerlerini etraflıca değerlendirmeyi atlayabilen bir görev bilinci yattığına da işaret ediyor.
Bu son grup arasında yine de en kayda değer olan film, Güney Koreli yönetmen Lee Chang-dongun Secret Sunshine adlı filmiydi. Filmde ölen kocasının doğup büyüdüğü kasabaya oğluyla birlikte taşınarak hayatında temiz bir sayfa açmayı uman Shin-aenin (Jeon Do-yeon – büyük değişimler geçiren karakterini çok yönlü bir performansla canlandırıyor) beklentilerinden tamamen farklı olaylarla karşılaşması konu ediliyor. Shin-aenin kasaba sakinlerinin dindar ve önyargılı tavırlarıyla başlayan, oğlu Junun ortadan kaybolmasıyla devam eden çilesi onu bambaşka dünyalara itiyor. Baş etmekte olduğu karmaşık duyguları dinle, seksle, hırsızlıkla, taşkınlıkla ve yıkıcılıkla çözmeye çalışan kadının geçirdiği süreçler parçalanmakta olan bir kişiliğin portresini çizmekte çok etkili. Filmin öne çıkan mesajı, bireyin kendine inanması ve özgünlüğünü kaybetmemesinin önemi.
Rus yönetmen Alexander Sokurovun Alexandra adlı filmi festivalin olumlu bir havayla karşılanan filmlerindendi. Sokurov filminde bir büyükanneyi (Galina Vishnevskaya, ünlü bir opera sanatçısı) torununu görmek üzere askeri birliğin içine yolluyor. Savaş ve yaşam mücadelesinin tek ortak lisan olduğu bu erkek dünyasında Alexandra kendisine çok yabancı bir evren keşfediyor. Alexandra vasıtasıyla savaşı anlamaya ve tanımlamaya çalışan Sokurov, vahşi, görkemli ve şiirselleştirilmiş savaş sinemasını reddediyor; büyük bir dehşeti küçük, sakin sahneler, hatta ufak diyaloglar ve bakışlarla anlatmayı seçiyor. Sarı ve kahverengi renklerin hakim olduğu sinematografi boğucu bir sıcağı betimlerken, savaşın bunalımını da vurgulamış oluyor. Ağır ve durgun bir film olmasına rağmen Vishnevskayanın muhteşem oyunculuğu filmin ruhunu her an canlı tutmayı başarmış.
Japon yönetmen Naomi Kawasenin The Mourning Forest adlı filmi bana göre festivalin ortalama yapıtlarından biriydi. Japonyanın yas tutma kültürü ve ölüme yaklaşımını anlatan filmde bol orman ve doğa görüntüleri var. Ancak filmin estetik güzelliği Kawasenin üstün anlatım gücünden çok seçilen mekanların büyüleyiciliğinden kaynaklanıyor. Karakterlerin çok fazla kendi içlerinde yaşadıklarını, izleyiciyle iletişim kurabilecek açıklığa sahip olmadıklarını düşündüm. Performanslar da bu açıklığı ve duygusallığı yaratabilecek güçte değillerdi. Filmin yavaşlığı, uzun planların içerik bakımından hafif oluşu filmin gizemli ve ürkütücü ana temasını doğru yansıtamıyor, daha çok izleyiciyi boşlukta bırakıyor.
Radikal filmlerin yönetmeni Fransız Catherine Breillatnın son filmi An Old Mistress yönetmenin hayranlarını bile hayal kırıklığına uğratacağa benziyor. Breillat daha önceki filmlerine göre dili daha hafif olan, daha az sarsıcı görüntülere yer veren son filmini kendini en çok anlatan filmi olarak tanımlıyor. Ama biz izleyiciler için filmin benzer yoğun duyguları uyandırdığını söyleyemeyeceğim. Asia Argentonun tam da rolünün kadını olarak izlenmeye değer olduğu filmin bunun dışında pek bir albenisi yok. Bol yakın planlar ve uzun diyaloglar klostrofobi etkisi yaratıyor. Breillatnın festivalde aradığını bulamayacağını düşünüyorum.
Amerikalı yönetmen James Grayin, Joaquin Phoenix, Mark Wahlberg, Robert Duvall ve Eva Mendesin başrollerini paylaştıkları filminde bir polisiyede olmasını beklediğimiz birçok öğe eksik. Ruhsuz öykü karanlık sinematografiyi taşımıyor; ses tasarımının vehametinden fısır fısır sarfedilen diyaloglar çoğu zaman anlaşılmıyor; sahneler arasındaki kopukluklar ve filmin merak uyandırmayan olay örgüsünden öykü akmıyor, sürüklemiyor. We Own The Night bana göre festivalin en anlamsız ve zevksiz filmlerinden biriydi.
En büyük hayal kırıklığım ise Emir Kustaricanın Promise Me Thisi oldu. Benim gibi yönetmenin karman çorman ve gürültülü filmlerinin hayranları için bile bu film biraz fazla ‘aynı geldi. Filmin neredeyse tamamı kavga kıyametin içinde geçiyor ve ilk dakikalarında ümit vaad eden görüntüleri ve yaratıcı sahneleriyle köy yaşamını çok güzel yansıtan film, yavaş yavaş korkunç kaderiyle buluşuyor. Bir önceki filmi Bir Mucizedir Yaşamakla da artık Kustaricanın farklı bir şeyler denemesi gerektiğini düşünmüştüm. Bu filmle beraber bu konudaki ümitlerim azalmaya başladı. Kısa Filmler...
Festivalin en keyifli bölümlerinden biri kesinlikle yarışma bölümündeki kısalardı. Dünyanın dört bir köşesinden, özellikle dünyanın değişen yüzüne karşı hissedilen ve daha çekirdek aileden başlayan yozlaşmadan kaynaklanan yabancılaşmayı konu alan onbir film, birbirinden özel yönetmenlerin öykücülük güçlerini ve teknik becerilerini sergiledi.
Polonyalı Grzegorz Jonkajtys Ark adlı animasyonunda dünyanın bir virüs tarafından yok edilme tehlikesine karşılık gerçekleşen büyük bir göç hareketini tek bir karakterin gözünden aktarıyor. Hastalık, ölüm ve çaresizlik kokan filmin sürpriz sonuna gelindiğinde ölümün belki de tek kaçış yolu olduğundan, insanın yok edici virüsün ta kendisi olduğuna, ve hatta toplumun bunları henüz göremeyecek ve kabul edemeyecek kadar kör olduğuna kadar çeşitli okumalar geliştirilebiliyor. Dikkatle izlenmesi gereken film aynı zamanda muhteşem çizimlerle dolu bir animasyon harikası.
Yeni Zelandalı Mark Albiston Runla, bir abla-kardeşin, baskıcı ve problemli babaları ve kendi tutkuları arasında bir denge bulmaya çalışmalarını anlatıyor. İki çocuğun babaları karşısındaki durumları ve çaresizlikleri hem çok dramatik hem de oldukça komik. Run, ‘hayattaki tüm engellere karşı sadece koş öğüdünü veriyor adeta.
ABDli Timothy Cahillin The Oates Valorı babasının baskıları nedeniyle trombonist olma planlarını, bir ordu kariyeriyle değiştirmenin muhakemesini yapan bir gençle ilgili. Mizahi diyalogları; kısacık bir sürede içimize işleyen derinlikli karakterleri; emin adımlarla çok duygusal bir doruğa ulaşan sade yapısı ve yakışıklı planları filmi listenin üstlerine tırmandırdı benim için.
Hollandalı Marco Van Geffenin kısa filmi My Sister, kardeşi yeni doğan küçük bir kızın, ailede ikinci konuma geçmesiyle beraber dramatik bir biçimde yalnızlaşmasını konu alıyor. Şık ve duygusal kompozisyonlarla küçük kızı tasvir eden planlar kızın yaşadığı dışlanmayı, hüznü ve dehşeti elle tutulur kılıyor. Kısa film seçkisinin en iç acıtan filmlerinden.
ABDden Antonio Campos The Last 15le hayatta kalmanın ekonomisinden hepimizin duyduğu bıkkınlığı ve ekonomik ilişkilerin ve zorunlulukların getirdiği kültürel yozlaşmayı anlatmakta ne kadar yaratıcı olabileceğini gösteriyor. Onbeş dakikalık süresinde heyecan, gerilim, merak ve sürprizlerin tadına vardırıyor.
Fransadan Olivier Hems, Resistance aux Tremblements adlı filminde yaşlı bir kadının ölümlerle dolu hayatının yalnızlığını, üzerinde uzun uzun düşünüldüğü belli olan dikkatli çerçeveler, keskin renkler ve kimi zaman fantastik öğelerden yararlanan bir estetikle anlatıyor.
İsveçli Erik Rosenlund kültürel çöküşün kaynağı olarak televizyonu gösterdiği animasyonu Spegelbarnda çok basit bir çizimle televizyon bağımlılığı ve kuşkusuz bunu takip edecek kişisel erimeyi anlatıyor. Beş dakikalık kısa film, şeytansılığını sevimli görüntüsünün arkasında gizleyen dinamik ve etkileyici bir büyüye sahip.
Güney Kore yapımı My Dear Rosetta Yang Hea-hoonun fahişelik, doğum ve kürtaj temalarını işleyen güçlü filmi. Yang ilginç montaj yöntemleriyle tematik bütünlüğü sağlayarak kısa bir süre içinde bol çağrışımlı ve sosyolojik çıkarsamalara gebe bir film yaratıyor.
Meksikalı Elisa Millerın filmi Watching It Rain iki gencin birbirlerini ve hayatı keşfedişlerini anlatıyor. Film hayata maceralı ve riskli bir yaklaşımı olan bir kızla yaşamı zorunluluklara boğulmuş bir genç arasında geçen bir aşk öyküsünü anlatıyor. Filmin romantik öyküsü farklı seçimlerin ve hayatın getirdiklerinin yaşamlarımızı nasıl yönlendirdiğine dair bir meditasyon.
Kıbrıslı Kyros Papavassiliounun In The Name of The Sparrowu kısaların görece olarak benim için daha az ilgi uyandıranlarındandı. Kıyıya vuran bir adamla başlayan öykü kuru ama olgun bir sinematografi ve ilginç tema ve mekanları bir araya getiriyor.
Singapur yapımı Grandma, Anthony Chenin bir büyükannenin ölüm döşeği etrafında toplanan aile bireylerinin ölümle yüzleşmelerini işleyen, klasik konusuna pek de orijinal bir bakış getirmeyen filmi. Bana göre seçkinin düşük tempolu ve fazlaca heyecan uyandırmayan yapıtlarındandı.
Bu kadar farklı kitlelere hitap edebilecek farklı öykücülük ve estetik yöntemleri benimsemiş sinemacılara ödül dağıtacak jüri üyelerinin işi kuşkusuz çok zor. Festivalin 27 Mayıs pazar akşamı belli olacak sonuçlarını merakla bekliyoruz...
Selin Sevinç
selinlesinema@gmail.com
Selin Sevinç'in tüm sinema yazılarına filmbutik.net'ten ulaşabilirsiniz!... Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir? Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz. Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım? Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.
25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz. |