Her sakala tarak uydurmasını bilen bir adam varmış; Hoca’yı da her gördükçe, sakalının altından geçer:
“Efendi hazretleri, yüzünüzü gören cennetlik oluyor; ayda, yılda bir olsun, bir acı kahvemizi içip de bizleri ihya etmiyorsun!” der; daha da ne diller dökermiş.
Hoca içinden:
“bu mübarek adam, çarşıda, pazarda böyle yaparsa, ya evine, barkına uğrasam, kimbilir nasıl deli-divane olacak?” diye geçirirmiş.
Bir gün, ayakları o tarafa çekmiş de: “Bari, bir gönül alayım!” diye niyetlenip kapısını çalmış. Seninkinin başı, bir görünmüş, bir kaybolmuş pencereden. Herhalde, kapıya koşmuş olacak, derken, kapıyı uşağı açmış; kırk yıldır ezberlediği bir ağızla:
“Ayağınıza kul, kurban olayım, demiş; bizi bir adam yerine koyup geldiniz ama, ağa hazretleri, şimdi çıktı. Vah vah. Buraya kadar yoruldunuz! Duyunca, kimbilir nasıl üzülecek!”
Hoca’nın ekmeği dizinde, sözü yüzünde, lafını kimden esirger:
“Ya, öyle mi, demiş; o halde ağaya selam söyleyin; bir daha evden çıkıp giderken, başını pencerede unutmasın!”