İdeolojiler en genelde ikiye ayrılırlar:
Kimine göre insan doğuştan günahkar ve vahşi yaratılmıştır. Kendi haline bırakılırsa çatışır. Kaosu durdurmak için kitleler, haklarını bir egemene devretmelidir. Ancak bu yolla iyilik kötülüğün hakkından gelebilir.
Buna karşıt ideoloji, insanın bembeyaz bir kağıt kadar saf doğduğuna inanır. Onu iyi ya da kötü yapan, içinde yetiştiği koşullardır.
Ben oldum olası ikinci düşünce sistemine yakındım.
İnsanın özündeki erdeme ve iyiliğin nihai zaferine inandım.
Uzun yıllar hayatı, iyiyle kötü arasında bir ip çekme yarışından ibaret sandım.
Doğduğunda herkesi iyi belliyor insan... Gülümsüyor her gülümseyene... her kucağa gidiyor.
Kötüyü, ancak karşıdan kötülük gördükten, ateşe elini sürdükten sonra öğreniyor.
20'li yaşlara kadar iyilikle kötülüğün ülkesi, kalın sınır çizgileriyle ayrılıyor birbirinden... Sıkı dostları ve düşmanları oluyor insanın. Onları ölesiye seviyor ya da öldüresiye nefret ediyor onlardan...
30'larında yalanı hakikatten ayırt etmeye başlıyor. Dost işi hançer darbeleri sayesinde, tanışıyor iyi sandıklarının hıyanetleriyle; ve en kötü zannettiği, şefkatle imdadına yetişiveriyor. Hasımlarının sardığı hısım yaraları, ezberini bozuyor.
Zaman kanatlanıp da 40'ına yaklaştığında insan, iyiyi kötüden ayıran hudut çizgileri birbirine karışıyor. İyilere nakşolmuş kötüyü ve kötülerin içindeki iyiliği de keşfediyor ademoğlu... Anlıyor ki, iyi insan / kötü insan yok; insanın içinde iyilik ve kötülük var.
...kötüyle iyi panzehiri değil birbirinin; kan kardeşi...
İyilerle kötüler çekiştirmiyor ipi; iyilik ve kötülükten örülmüş ibrişimin kendisi...
Bunu anlayınca insan, şaşmıyor nefretin birden şehvete dönüşmesine; acı girdaplarının içinde hazzın raks etmesine...
Tevazuyla gurur, haysiyetsizlikle onur el ele yürüyor.
Şuuraltındaki isyankarla sahtekarı, günahkarla tövbekarı bir arada fark ediyor:
Benim, hükmeden ve boyun eğen; zulmeden ve acı çeken...
Bunca şiddet kadar, onca merhamet de benim eserim...
Hürriyeti esarete, korkuyu cesarete, zaferi hezimete bulayan benim...
Kundak bezime tıpatıp benziyor kefenim;
Hayatım muhteşem ve sefil, mağrur ve rezil, hayasız ve asil...
Ben, hem örs hem çekicim...
İşte bu keşif kolaylaştırıyor yaşımı...
Anlıyorsun ki toplumlar gibi insanlar da kanlı iç savaşlarına borçlu ilerlemesini...
Önemli değil kaç kez yenildiğin, önemli olan; kaç yenilgiden sonra yerinden kalkabildiğin...
O zaman, iyileri kötülerden ayırmak gibi nafile bir uğraşı bırakıp - başta kendin olmak üzere - insanların içindeki iyiliğin peşine düşüyorsun; kıymet bilmeyi ve - yine başta kendin olmak üzere - herkesi hoşgörmeyi öğreniyorsun.
Tükendikçe pahalanıyor zaman; günler azaldıkça uzuyor.
Saçlar gibi, seyreldikçe değerleniyor dostlar...
Günahları ve zaaflarıyla da övünüyor insanlar, sevapları ve inançları kadar...
Bu paramparça ruhlardan, çelişik duygulardan, çatışmanın açtığı yaralardan mucizevi bir ahenk çıkıyor ortaya...
...ki olgunluk diyorlar adına...
Sonra?..
Derler ki, yaş günü pastandaki mumların masrafı pastanınkini aştığında; ve yaşadığın yılların sayısı ayakkabı numarana yaklaştığında...
Yani 40'ından sonra.
...sonrasını çok da bilmiyorum daha...
Belki bugünden sonra söyleyebilirim.
Çünkü 40. Haziranım bugün benim...
Ne mutlu ki, hala iyiliğin nihai zaferi mevzuunda iyimserim.
Kaynak:
http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=160