Öğretilmiş çaresizlik
Pavlov ünlü köpek deneylerini yaparken.
Kafamıza vura vura "öğretilmiş" çaresizliklerin olduğu gerçeğini, çaresizce de olsa sadece gözlemleme ve ifade etme çabalarının bile nasıl algılandığını ve engellendiğini her gün görüyoruz ve hâlâ şaşırıyoruz
ERDAL YAVUZ (E-mektup | Arşivi)
1965 başlarındayız. Amerika'da bir üniversitenin laboratuvarında psikoloji profesörü Martin Seligman ve arkadaşları koşullanma ile öğrenme arasındaki ilişki üzerine kafa yormaktalar.
Hareket noktaları Pavlov'un meşhur deneyi. Hani yiyecek vermeden önce her seferinde bir zil çalınmasına koşullandırıldığı için, yiyecek olmadan da zil çalınınca denekte ağız sulanması olayı.
Seligman ve arkadaşları bu sefer ödül değil korku ve çaresizliğe koşullanmanın koşullarını araştıracaklardır.
Kafese kapatılmış bir köpeğe her zil sesinden sonra bir elektrik akımı verilir. Doğal olarak kaçmaya yeltendiğinde ise karşısına konulmuş bir çit engeldir. Belirli bir koşullandırma aşamasından sonra kafesin önündeki çit kaldırılır ve denek artık istese rahatlıkla kaçıp kurtulabilecektir. Deney tekrarlanır ve ne yazık ki "çaresizlik" öğretilmiş arkadaşımız artık zil sesinden sonra gelen elektrik şokuna rağmen kaçmaya yeltenmez. Duruşu, kalışı kendine ıstırap verici olsa bile yapacak bir şey yoktur. Çaresizliği öğrenir!
Bu deney bilimsel alanda "learned helplessness' öğrenilmiş çaresizlik" adı ile meşhur olacaktır ki biz de bunu bizim ve benzerimiz "otoriter" yapılanmalar açısından "öğretilmiş çaresizlik" olarak yeniden adlandırabiliriz.
Deneyimlerin ve beyhude tekrarlarının bir sonucu olarak görünürde kurtuluş fırsatları varken bile çaresizliğe koşullanmanın, "ne yapsak boş!" duygusunun toplumumuzda giderek öne çıkmasını açıklayabilmesi açısından bu deneyin üzerinde düşünmek güncel bir önem kazanıyor.
Böylesi koşullanmaların içinde yoğrulmaya alışık olsak bile, hem bireylerde hem de toplumumuzda "öğrenilmiş" veya bizim de pek çok deneyimlerle bildiğimiz gibi, kafamıza vura vura "öğretilmiş" çaresizliklerin olduğu gerçeğini, çaresizce de olsa sadece gözlemleme ve ifade etme çabalarının bile nasıl algılandığını ve engellendiğini hergün görüyoruz ve hâlâ şaşırıyoruz.
Kuşa bak! Kuş!
Koşullanmalarımız, bize bir şeylerin yedirilmeye çalışıldığı ilk çağlarımızdan başlıyor. Yedirilmesinin "doğru" addedildiği şeylerin "yutturulması" için olayın dışı da bir cazibe unsurunun bir illüzyonist edasıyla takdimi bizim yabancı olmadığımız ve sonra da artık alıştığımzı için yadırgayamıyacağımız bir şeydir.
Ayakların yere basmasından itibaren ise deneyimlerin oluşmasına izin verilmez. Bu türden bireysel çabalar kendine zarardan çok, çerçeveleri gelenekler tarafından çizilen bir rahata, huzura, rutine ve daha ilerdeki boyutlarda da "düzen"e zarar tehlikesi doğurabileceği nedeniyle zararlıdır.
Böylesi bir zarar sürecinin tehlike sınırlarını dar bir toplumsal veya dinsel çerçeveden ulus veya vatan kavramları gibi geniş bir alana kadar yayabiliriz. Kurgulanmış bir tehlikenin önceliğinden hareketle, çitlerin çatılması ve öğrenme süreci ile terbiye edilmiş bireylerin sindirilmiş bir bilince sahip olmasının tekrarlanan şoklarla sağlanması birincil gündemdir.
Bu süreçte bireyin hayatı kendi başına karşılaması ve ayaklarının üzerinde durması başkaları açısından da aykırılık ve bağımsızlık örneği olabileceği için sakıncalıdır.
Bunun içindir ki kişi, iki boyutlu bir dünyada kendi kişilik süreçlerinde ikilemlerle ve parçalanmış bir kişilik sorunu ile de karşı karşıya kalır. Yuva, hane, aile, töre, namus, onur, erkeklik vs. gibi değerlerle oyalanır göründükçe çok fazla bir sorun çıkmaz ama boyut atlamaya kalkınca sorunun ucu "rejim"e kadar uzanır.
Halbuki üst katların, suyuna sabununa dokunmadan katil bile olsa "kader kurbanı" olarak bir yeri vardır.
Buradan sonrası çaresizlerin dertleri ile ilgilidir.
Not: Radikal gazetesinden alıntıdır.