Geri git   Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri > Hayatım Değişti Klubü > Serbest Kürsü > Öğretici Bilgiler

Uyarılar

Osmanli da devlet yönetimi

Serbest Kürsü ve Öğretici Bilgiler Osmanli da devlet yönetimi Konusunu hayatimdegisti.com Konuğumuz olarak inceliyorsunuz hayatimdegisti.com sitemizde yaşamınızı hemen degistirecek bir cok telkinli hipnoz mp3 vardir tesaduf eseri de buradaysanız mutlaka inceleyiniz üst link TelkinCD tıklayınız Gerçekten, çok genis topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare etmisti. Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli ...

ayrıca bu konularda arama yapan konuklarımız var Öğretici Bilgiler telkin cd indir izle İstanbul Öğretici Bilgiler nerededir kimdir Öğretici Bilgiler çekirdek inanç temizliği İzmir bursa Öğretici Bilgiler hipnoz Öğretici Bilgiler olumlama seminerleri eğitimi çaresi tedavisi Öğretici Bilgiler hakkında bilgi bilinçaltı telkin cd telkin mp3 Öğretici Bilgiler kuantum düşünce kitap haberi

Osmanli da devlet yönetimi

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29-12-2008, 01:17 PM   #1 (permalink)
Albay
 
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 432,578
Tesekkür: 0
429 Mesajinıza toplam 518 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
bluemoon24 is an unknown quantity at this point
Standart Osmanli da devlet yönetimi

Gerçekten, çok genis

topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil,

irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare

etmisti. Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede

imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli yapidaki

topluluklari cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hakimiyet

anlayisinin sonucu olmasa gerekir. M. Fuad Köprülü'nün n bir madde halinde

siraladigi ve Rasonyi'ye göre batili tarihçilerce de kabul edilen basarinin bu

sebepleri de pek tatmin edici görünmemektedir. Zira onun isaret ettigi bu on bir

maddenin birçogunda diger Anadolu beylikleri de ortakti. Osmanlilarin din, irk

ve cografi ortam bakimindan Anadolu beyliklerinden pek farki yoktu. Hal böyle

olunca Osmanli basarisinin sebeplerini baska sahalarda da aramak gerekir. Öyle

anlasiliyor ki Osmanlilar, diger beyliklerin sahip olmadiklari veya

yapamadiklari bazi seyleri basarmislardi. Bu konuyu arastiran pek çok tarihçi

gibi Mustafa Nuri Pasa da baslangiçta küçük bir uç beyligi olan bu devletin

basarisini, maddî ve manevî sebeplere baglar. Ona göre bu sebepler

sunlardir:

1-Kurulus dönemindeki

hükümdarlarin tamami, Islâm dinine ve bu dinin prensiplerine bagli olan

kimselerdi. Onlar, hukukî ve ser'î meseleleri bütünüyle kadilara havale

etmislerdi. Bu mevzuda kendilerini halktan ayri görmezlerdi. Dolayisiyla halktan

herhangi birine yapilan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza onlar,

hukuk adamlarina baski yapmadiklari gibi, tamamen Islâm hukukunun ruhuna uygun

olarak verilen kararlarina da müdahalede bulunmazlardi. Bu da ülke içinde saglam

bir adlî mekanizmanin çalismasina ve adaletin gerçeklesmesine sebep oluyordu.

Iste bu adalet anlayisi sayesindedir ki, devletleri büyüyüp

gelisti.

2- Osmanlilar,

kuruluslarindan itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bagli kaldilar. Bu

baglilik, adi geçen devletin varligina son verildigi ana kadar devam etti.

Onlarin bu baglilik ve vefalarindan dolayi Allah, kendilerini mükâfatlandirdi.

Zaman zaman ortaya çikan isyan ve bas kaldirmalarda hep onlara yardimci

oldu.

3- Selçuklu

Devleti'nin ortadan kalkmasi ve Bizans'in içinde bulundugu sIkIntili durumlar

yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmamasi.

4- Osmanlilar, Islâm

dünyasinin hudud boylarinda kurulmuslardi. Cihad ve ilay-i kelimetullah için

devamli harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve söhretleri de artiyordu.

Onlarin bu durumunu ögrenen ve baska ülkeler ile topraklarda yasayan

Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardi. Bu da onlarin

kuvvetlenmesine sebep oluyordu.

5- Osmanli

hükümdarlari, ilim adami ile fazilet ehli kimselere karsi son derece hürmetkâr

davranip onlari gözetiyorlardi. Devlet için hizmet edip yardimci olanlara timar

arazisi vermek suretiyle onlari devlete ortak ediyorlardi. Ayrica topraklarini

genisletip Müslüman nüfusunu artirmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardi.

Çikardiklari kanunlara da sIkI sIkIya bagli kaliyorlardi. Mustafa Nuri Pasa'ya

göre, Osmanli Devleti'nin kisa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal

mertebesine ulasmasina ve emsâllerine göre daha uzun ömürlü olmasina sebep olan

âmiller, onlarin bu anlayis ve davranislaridir.

Selçuklu-Bizans

hududlarinda tesekkül eden bir uç beyliginin, yeni bir din ve kültürün

tasiyicisi olarak eski Bizans Imparatorlugu'nun enkazi üzerinde kurulan bu yeni

devlete bir Türk ve Islâm damgasi vurmasi hadisesi, çagdas tarihçiler arasinda

henüz tam anlamiyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir.

Öyle anlasiliyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edecege benzemektedir.

Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazi kimseler de bu gelismeyi padisah

sahsiyetlerine, askerî sisteme ve toprak uygulamasi gibi maddî manevî bazi

unsurlara baglarlar.

Tarihin uzak

dönemlerinden itibaren kurulmus bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre,

Osmanlilarda da ülke, ailenin müsterek mali olarak kabul ediliyordu.

Osmanlilarda saltanatin intikalinde yerlesmis bazi merasimler önemli yer

tutmaktadir. Bunlarin basinda bey'at, cülûs ve kiliç kusanma merasimleri

gelmektedir. Saltanatin intikali, baslangiçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört

padisahta amûd-i nesebî denilen babadan ogula geçmek suretiyle olmustur. Eski

Türklerdeki devletin, hânedanin ortak mülkü olma telakkisi Osmanlilarda

özellikle Fâtih döneminde degisIk bir anlayisa bürünmüstür. Kanunnâmenin meshur

olan maddesi ile saltanatin babadan ogula intikalinde kolaylik saglanmistir.

1617'de I. Ahmed'in ölümü üzerine ekberiyet usûlü benimsenmis. Daha sonraki

dönemde bir iki istisna disinda ekberiyet ve ersediyet usûlüne göre hânedanin

en yasli erkek üyesi padisah olmustur. Hükümdarlik ailesinin reisi olan ve Ulu

Bey adini tasiyan kisi, ayni zamanda devletin de reisi olurdu. Osmanli

Beyligi'nin ilk zamanlarinda da görülen bu âdet, I. Murad zamanindan itibaren

sadece hükümdarin çocuklari için geçerli hale gelmisti. Buna göre belirtilen

dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarinin hakki olarak

telakki edilmeye baslandi. Bununla beraber bir veliahd tayini söz konusu

degildir. Devlet adamlari ve askerlerce sevilip takdir edilen sehzade, ölen

babasinin yerine hükümdar ilan olunurdu.

Osmanli padisahlari

cülûslan münasebetiyle çikardiklari fermanda Allah'in lütfu ile bi'l-irs

ve'l-istihkak saltanatin kendilerine müyesser oldugunu ifade ederler. Öyle

anlasiliyor ki ilk dönemlerde devletin kurulus hamurunda mayasi bulunan ahi

teskilatinin da bu seçimde büyük bir payi bulunmaktadir. Çok nadir de olsa,

zaman zaman padisahlarin, yerlerine geçecek sehzadeyi devlet ileri gelenlerine

vasiyet ettikleri görülmektedir. Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslilarin yaninda

bulunan kardesi Mustafa Çelebi'nin tekrar hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikma

ihtimalini göz önüne alarak hayatindan ümidini kestigi sirada yanindaki vezir ve

beylerine oglu Murad'in hükümdar yapilmasini ve o yetisinceye kadar ölümünün

gizli tutulmasini vasiyet etmisti. Böylece Çelebi Mehmed, kardes kavgasinin

sebep olacagi politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almis

oluyordu.

Biraz önce temas

edildigi gibi, Osmanlilarda hükümdarin çocuklarindan kimin padisah olacagina

dair kesin bir saltanat kanunu yoktu. Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne

geçmek için kardeslerini öldürürlerdi. Kardes katli, Yildirim Bâyezid zamanindan

beri tatbik edilmekle beraber Fâtih kanunnâmesiyle yazili hale getirilmistir. Bu

kanunnâmede Ve her kim esneye evladimdan saltanat müyesser ola, karindaslarini

nizâm-i âlem içün katl etmek münasibtir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmistir.

Aninla âmil olalar denilerek memleketin selameti için kardeslerin katline bir

nevi izin verilmistir.

Töreye göre Osmanli

padisahi, memleketin sahibi sayilirdi. Bu sebeple tebeasinin mali ve cani

üzerinde tasarruf hakki vardi. Vasitali vasitasiz bunu kullanirdi. Her türlü

kuvvet padisahin elindeydi. Fakat o bunu keyfî olarak degil, kanun, nizam ve

ananenelere dayanarak muamelatin icaplarina göre yürütürdü. Fâtih Kanunnâmesi

(s. 16)'nde, padisahin yetkilerini nasil kullandigina isaretle söyle

denilmektedir: Ve tugrayi serifim ile ahkam buyrulmak üç canibe mufazzdir.

Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile yazila ve malima

müteallik olan ahkâmi defterdarlarim buyruldusu ile yazalar. Ve ser'-i serîf

üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar. Bu ifadelerden

anlasildigina göre bütün dünyevî ve dinî idare padisah adina yapilmaktadir. Buna

dayanilarak padisahin, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamlari, dinî

yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerleri, daha sonra da

seyhülislâmlari vekil tayin ettigi söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapilacak

tayin ve azillerde padisahin mutlak selâhiyet sahibi oldugu bilinmektedir.

Bundan baska divan toplantilarinda alinan her türlü kararin arz yolu ile onun

tasdikine sunulmasi da padisahin nihaî karar mercii oldugunu teyid

etmektedir.

Islâm hukukuna göre

devletin basinda bulunan hükümdarin, hakkinda nass bulunmayan mevzularda

tebeasinin maslahatini gözeterek çikardigi kanunlarina uymak dinin emridir.

Islâm hukukuna göre hükümdar her istedigini yapan ve her türlü arzusuna uyulmasi

gereken bir kisi degildir. O da ser'î hukukun gerektirdigi emirlere uymak

zorundadir. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in Allah'in emirlerine uymayana itaat

yoktur Hadis-i Serifi ile Hz. Ebu Bekir'in halife seçildigi zaman yaptigi ilk

konusmasinda dedigi gibi emirlerine itaat mecburiyeti

kalkar.

Müslüman bir topluma

istinad eden bünyesi ile Osmanli devlet adamlari, bundan baska türlü hareket de

edemezlerdi. Zira bu devletin geleneginde hâkim bulunan anlayisa göre devlette

din asil, devlet ise onun bir fer'idir Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dinî

anlayisin disina çikmamak için Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Islâm

fikhina (hukuk) yakindan âsina olan ulemâya devlet idaresinde yer veriyorlardi.

Nitekim Orhan Gazi'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarli Halil ulemâdandi.

Esasen, XIV. asir Türk dünyasini gezip onlar hakkinda canli levhalar gibi saglam

bilgiler veren Ibn Batuta'nin müsahede ettigi gibi, Anadolu Türkmen

beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yaninda en serefli mevkide yer

almakta idiler.

Bernard Lewis'in

dedigi gibi; Kurulusundan düsüsüne kadar Osmanli Devleti, Islâm gücünün ve

inananin ilerlemesine veya savunmasina adanmis bir devlet idi. Osmanlilar, alti

yüzyil, ilk önce esas itibariyla basarili olarak, Avrupa'nin genis bir kisminda

Islâm egemenligi kurma çabasiyla, daha sonra da Bati'nin amansiz karsi

saldirisini durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen

hemen devamli olarak Hiristiyan Bati ile savas halinde idiler. Yüzyillar boyu

süren bu mücadele, Türk Islâmliginin tâ köklerindeki kaynaklari ile Türk

toplumunun ve kurumlarinin bütün yapisini etkilememezlik edemezdi. Osmanli

hükümdarinin halki, her seyden önce kendini Müslüman sayardi. Daha önce

gördügümüz gibi Osmanli ve Türk, nisbeten yeni kullanilan deyimlerdir. Osmanli

Türkleri, kendilerini Islâm ile özdes görmüslerdir. Diger herhangi bir Islâm

ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini Islâmiyet içinde eritmislerdi.

Türk kelimesi, Türkiye'de hemen hemen kullanilmaz iken, Bati'da Müslümanin es

anlami haline gelmesi ve Müslüman olmus bir Batiliya, olay Isfahan veya Fas'ta

olsa bile Türk olmus denmesi ilginçtir.

Osmanli

pâdisahlarinin, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri,

onlarin keyfî bir sekilde hareket etmelerine mani oluyordu. Hatta öyle ki, bazan

devlet güvenligi için tehlike teskil edenlerin durumu bile hükümdarlarin fevrî

hareketlerine terk edilmiyordu. Nitekim II. Murad dönemi olaylarindan bahs

edilirken görüldügü gibi Haçlilarla birlik olup Osmanli vatandasi olan

Müslümanlari arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoglu Ibrahim Bey'in bu

tecavüzünü, Islâmla bagdastiramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine

müracaatla Karamanoglunu yola getirmek üzere onlardan fetva istemisti. Ibn Hacer

el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bagdadî, Bedreddin Tenesî ve

Bedreddin el-Bagdadî gibi dört mezheb otoritesi, onun, Karamanoglu ile mücadele

etmesi için fetva vermislerdi. Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoglu

üzerine yürümüstü. Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafina topladigi bazi

çapulcularla birlikte isyan baslatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike

haline gelen Seyh Bedreddin Mahmud, yakalandigi zaman hemen öldürülmedi.

Hareketinin Islâm'a uygunluk derecesinin arastirilmasi ve cezanin, âlimler

tarafindan kurulacak bir heyet tarafindan takdir edilmesini bizzat padisah

istemisti. Padisahlar, her zaman bir kurulun danisma niteligindeki kararlarini

almazlarsa bile hiç olmazsa en az seyhülislâm veya müftüden fetva aldiktan sonra

hüküm verirlerdi. Onlarin bu emir ve iradeleri, hatt-i hümâyun, biti, ferman,

berat, irâde, ahidnâme ve emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi. Bunlardan

hatt-i hümâyunun bizzat padisahin kendi el yazisi oldugu, digerlerinin onun

adina Divan-i Hümâyundan çiktigi bilinmektedir.

Osmanlilarda, devlet

islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüsülürdü. Bu

görüsmelerden sonra son karar hükümdarin olurdu. Hükümdarin herhangi bir mesele

hakkinda verdigi karar ve kesin olarak beyan ettigi fikir, kanundu. Bununla

beraber pâdisah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser'î ve hukukî konularda

gerekli gördügü kimselerle görüsüp onlarin fikirlerini alirdi. Bu durumdan

anlasilacagi üzere zâhiren genis ve hudutsuz selâhiyeti oldugu görülen padisah,

gerçekte bir takim kanunlarla bagli di. Bu da bir devletin devam ve bekasi için

sartti. Osmanli hükümdarlarinin ilk ve en kudretli zamanlarinda bile divan

kararlarina tamamen riayet ettikleri ve alinan kararlarin disina çikmadiklari

görülmektedir.

Osmanli padisahlari,

XVI. yüzyil sonlarina kadar sehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun

kollarinda komutanlik yaparak memleket idaresinde ve muharebe usûllerinde

tecrübe kazaniyorlardi. Hükümdar olduklari zaman bu bilgi ve tecrübe

birikiminden istifade ediyorlardi. Osmanli hükümdarlari, ordularinin baskomutani

idiler. Büyük ve önemli savaslara bizzat kendileri istirak edip komutanlik

yapiyorlardi. Küçük savaslara ise selahiyetli bir komutan tayin

ediyorlardi.

Fâtih Sultan Mehmed

döneminin ortalarina kadar Osmanli padisahlari, Divan-i Hümâyuna baskanlik

ederlerdi. Divan'da halki ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri

verirlerdi. Hastalik veya baska bir sebepten dolayi padisahin istirak etmemesi

halinde onun yerine vezir-i azam baskanlik ederdi. Solakzâde'nin bir ifadesine

dayanilarak Fâtih'in, Divan baskanligini terk edisi söyle bir hadiseye baglanir:

Bir gün Fâtih'in baskanliginda Divan toplantisi yapildigi sirada isini takip

etmek üzere payitahta gelmis olan bir Türk köylüsü, Divan çavuslarinin

ellerinden kurtularak toplanti yerine girer ve Devletlû Hünkâr kanginizdir,

sIkayetim var demis. Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket,

padisahin canini sIkmis. Vezir-i A'zam Gedik Ahmed Pasa'nin tavsiyesiyle

hükümdarin Divan müzakerelerini bir perde arkasindan dinlemesi ve vezâret

mührünün yani mühr-i hümayunun vezir-i a'zama verilmesi sistemi kabul edilmisti.

Bundan sonra adi geçen vezir-i a'zamin teklifi üzerine padisahlar için toplanti

mahallinin arkasinda biraz yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapilmisti. Bundan

sonra padisahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye

baslamislardi.

Bu hadiseden sonra

Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine baskanlik etmeyip bir perde veya kafes

arkasindan dinlerdi. Meshur kanunnâmesinde de Cenab-i serifim pes-i perdede

oturup demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmisti. Görüldügü gibi

II. Murad da dahil olmak üzere Osmanli hükümdarlari devamli olarak halkla

temasta bulunuyor, bizzat davalari dinleyip devlet islerini

görüyorlardi.

Öyle anlasiliyor ki,

Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her

firsatta halka yardimci olmaya çalisiyorlardi. Bunu bilen halk, sIkâyet, taleb

ve arzularini çesitli vesilelerle hükümdarlara ulastiriyordu. Bu anlayis,

kökleri mazide olan eski bir an'anenin yerlesmesine sebep oluyordu. Bu

an'anelerden biri, Hz. Peygamber'den beri devam edegelmekte idi. Buna göre

Medine sehir devletinde, oldukça sade bir yapi içerisinde halk, külfetsizce Hz.

Peygamber ile görüsüyordu. Süphesiz ki bu davranis, daha sonraki Müslüman

hükümdarlar için ideal bir örnek teskil ediyordu. Hulafa-i Rasidîn döneminde

gelisen fetihlerle büyüyen idarî yapida, çok farkli inanç ve düsüncede olan

kimselerin mevcud olmasi, bazi suikast ve cinayet ihtimallerini de akla

getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarinda bazi tedbirlerin

alinmasi ihtiyaci dogdu.

Halk ile Osmanli

hükümdarlari arasindaki münasebeti saglayan çesitli vesileler vardi. Cuma ve

bayram namazlari, ava çikma, Istanbul'un içi ve çevresindeki mesire yerlerine,

saray ve kasirlara yapilan ziyaretler, halka hükümdara ulasma imkani veren

firsatlardi.

Osmanli hükümdarlari,

daha Osman Bey'den itibaren mesru mazeretlerinin disinda Cuma namazini sarayin

disinda ve halka açik bir camide kilmaya büyük bir itina gösteriyorlardi. Bu

durum, vekayinâme, hatirat ve seyahatnâmelerden açikça anlasilmaktadir. Cuma

selamligi sirasinda üzerinde durulmasi gereken en önemli husus, halkin dilek ve

bilhassa sIkayetlerini bizzat hükümdara ulastirmis olmasidir. Osmanli tarihi

boyunca bunun pek çok örnegini görmek mümkündür. Aslinda Osmanli Devleti'nde

tebeanin padisaha ulasmasi yerlesmis bir gelenekti.

Padisahlarin zaman

zaman kiyafet degistirerek halk arasinda dolasip kamuoyunu yoklamalari (tebdil

gezmeleri), günlük hayatlari, yemekleri, Istanbul ve civarinda çesitli

gezintiler' saltanat kurumu açisindan önemli hususlardir.

Gerek günümüzde

gerekse tarihteki devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da hükümdarin hakimiyet

(egemenligini)'ini temsil eden ve adina Hükümdarlik alametleri denilen isaret

ve semboller vardi. Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna

göre kurulus döneminde Osmanli padisahlarinin hakimiyet sembolü olan hükümdarlik

alametleri sunlardir: Payitaht, saray, çadir (otag), taht, tac, hutbe, sIkke,

ünvan ve lakaplar, nevbet, kiliç, bayrak, tiraz, tug.

Padisahlarin

kullandiklari unvanlar, bunlarin kullanildigi yerler Osmanli hâkimiyet anlayisi

açisindan önemlidir. Halil Inalcik (Padisah, ÎA, IX) bunlari, ser'î ve örfî

ünvanlar olarak iki kisimda degerlendirmekte ve resmî belgelerde bunlarin itina

ile kullanildigina isaret etmektedir. Bunlar: bey, han, hâkan, Hüdavendigâr,

gazi, kayzer, sultan, emîr, halife ve padisah gibi ünvanlardir. Bundan baska

Yavuz Sultan Selim, Mercidabik zaferinden hemen sonra Haleb'de

Hadimu'l-Haremeyn es-Serifeyn ünvanini kullandi. Bu ünvan daha sonraki

padisahlarca da kullanildi.OSMANLI

SEHZÂDELERI

XIV. asrin sonlari ile

XV. asirda, diger Anadolu beyliklerinde de görüldügü gibi çelebi ünvani ile de

anilan Osmanli hükümdar çocuklarina, sehzâde ismi verilmekte idi. Mense' ve

mânâsi tam olarak tesbit edilemeyen ve Türkçe bir kelime olan çelebi

kelimesinin ilk defa Anadolu'daki Türkler tarafindan kullanildigi ifade

edilmektedir.

Osmanli sehzâdeleri

babalarinin sagliginda yüksek haslarla bir sancagin idaresine (sancaga çikma)

tayin ediliyorlardi. Böylece, askerî ve idarî islerde tecrübe kazanip

yetistiriliyorlardi. Sehzâdeler, tâkriben on-onbes yaslarinda tayin edildikleri

sancaga gönderilirlerdi. Devlet islerinde kendilerini yetistirmek üzere, lala

denilen tecrübeli bir devlet adami ile çesitli hizmetler için kalabalik bir

maiyet verilirdi. Sehzâdeler, gidecekleri sancaga validelerini de beraberlerinde

götürürlerdi. Sancakta bulunan sehzâdelere Çelebi Sultan

denirdi.

Osmanli

sehzâdelerinden, sancak beyi olanlarin maiyetlerinde nisanci, defterdar,

reisü'l-küttab gibi kalem heyetiyle miralem, mirahur, kapi agasi ve diger bazi

saray erkâni vardi. Çelebi sultanlarin yaslan müsaitse bizzat kendileri divan

kurup sancaklarina ait isleri görürlerdi. Yaslari küçük olanlarin bu islerine de

lalalari bakardi. Sancagin bütün islerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe

itimad edilen sahislardan (vezirlerden) tayin edilirdi. Sehzâdeler, kendi

sancaklarinda zeâmet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm verip

bunlara kendi isimlerini hâvi tugra çekebilirlerdi. Ancak yapacaklari bu tayin

ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asil deftere kaydettirmek

mecburiyeti vardi.

XV. yüzyil ortalarina

kadar duruma göre Izmit, Bursa, Eskisehir, Aydin, Kütahya, Balikesir, Isparta,

Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi sehirler, baslica sehzâde sancak

merkezleri olmustur. Sehzâdelere Rumeli'de sancak verilmesi kanun degildi.

Sehzâdelerin bulunduklari sancak merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür

hâlesi meydana gelirdi.

Kurulus dönemindeki

Osmanli sehzâdeleri, ya babalari ile beraber veya yalniz olarak sefere

giderlerdi. Babalariyla sefere katildiklari zamanlarda ordunun yanlarinda, bazan

da gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi. Her Osmanli sehzâdesi,

veliahd tayini usûlü olmadigindan dolayi hükümdar olma hakkina sahipti. Bu

sebeple hükümdar olana karsi zaman zaman diger kardeslerin saltanat iddiasiyle

ortaya çiktiklari görülür. Bu arada Savci Bey gibi, babasi I. Murad'a karsi

hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikanlar da olmustur.

III. Mehmed'in

cülûsundan (1595) itibaren sehzâdelerin fiilen sancaga gönderilmeleri usûlü

tamamen terk edilerek, onun adina bir vekil sancaga gönderilmistir. Sehzâdeler

ise âdeta Harem'e hapsedilmislerdi. Bu gelenegin terk edilmesi, Osmanli saltanat

kurumu için tam bir felaket olmustu. XVII-XVIII. asirlarda Topkapi Sarayi'nin

Harem kisminda Simsirlik denilen dairede hayatini geçiren sehzâdelerin

sahsiyetleri, tam gelisememis, ilim ve kültür bakimindan zayif kalmislardi.

Bununla beraber XVIII. asrin sonlarinda sehzâdeler, tekrar serbest hareket eder

olmus ve devlet isleri ile ilgilenir olmuslardir.OSMANLI MERKEZ

TESKILÂTI

Kurulus dönemi Osmanli

Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki asiret usûllerine göre tatbik

ediliyordu. Bu mânâda memleket, ailenin müsterek mali sayiliyordu. Bununla

beraber hükümdar, önemli konularda tek basina karar vermeyerek bir kisim devlet

adaminin fikrine de müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adina Divan

denecek meclis (bir çesit bakanlar kurulu) tarafindan yerine getiriliyordu.

Baslangiçta vezir-i azam ve vezirler, hükümdarin birinci derecede yardimcilari

idi. Her sey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu. Fâtih dönemine

kadar örfe dayali olan bu sistem, Fâtih'le birlikte yazili kanun haline

getirilmistir. Bununla beraber, devletin genel kanunlari disinda, her kaza ve

sancagin ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunlari

vardi.

îdarede bütün yetki

padisahin ve onu temsilen divanin elinde toplanmisti. Bu durum, mutlak bir

merkezî otoriteyi ön plâna çikarmis oluyordu. Bu da devlete merkeziyetçi bir

karekter kazandiriyordu. Çünkü daha kurulustan itibaren hükümdarlar,

merkeziyetçilige giden bir yol tutmuslardi. Bu bakimdan bütün tayin ve aziller,

merkezin bilgisi altinda yapiliyordu. Merkezin en önemli karar organi da

Divan-i Hümayûn denilen müessese idi.DIVAN-I

HÜMÂYUN

Islâm dünyasinda, Hz.

Ömer ile baslayan divan teskilati, daha sonra degisIk sekil ve isimlerle gelisip

devam etti. Osmanli döneminde bizzat padisahin baskanliginda önemli devlet

islerini görüsmek üzere toplanan Divan'a, Divan-i Humâyun denirdi. Bu

müessesenin, devletin ilk yillarinda nasil gelistigine dair kesin bir bilgiye

sahip degiliz. Ancak Ibn Kemâl, (Defter I, s. 28, 106) bu müessesenin daha Osman

Gazi zamaninda ortaya çiktigini kayd eder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde

ortaya çikan divanin bir benzeri olmalidir ki, pek fazla bir gelisme

göstermemistir. Babasinin yerine geçip Bey ünvanini alan Orhan döneminde,

divanin varligi artik kesinlik kazanmis görünmektedir. Hatta ÂsIkpasazâde'nin,

bu bey zamaninda, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarinin (divan üyeleri)

burmali tülbent, yani bir çesit sarik sarmalarini emr ettigini söylemesi, onun

divan erkâni için bir kiyafet tesbit ettigini göstermektedir. Osmanli divani,

daha sonra gelen hükümdarlar vâsitasiyle bir hayli gelistirilerek devletin en

önemli organlari arasinda yer alacaktir.

Ilk dönem Osmanli

divaninin çok sade ve basit oldugu tahmin edilebilir. Öyle anlasiliyor ki bu ilk

divan, uç beyligi zamanindaki seklini az çok muhafaza etmisti. Divan heyetinde,

Osmanli beyinin kendisinden baska bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan

sehrin kadisi, beyligin malî islerini idare eden nâib veya defterdar gibi az

sayida üye vardi. Zaman zaman, bey yerine icabinda orduya kumanda eden sahis

olarak sahnede Osmanli beyinin oglu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan

kurulusunun uç beyligi divaninin modeline göre oldugu hakkinda bir kanaat

vermektedir. Fakat Selçuklu Devleti tamamen yikilip Mogol nüfuzu da sarsilmaya

baslayinca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanli Beyligi'nde, divanin

gittikçe Selçuklu divani modeline benzer bir mahiyet kazandigi

görülür.

Orhan Bey zamaninda

müesseselestigi görülen divanin üyeleri için, artik resmî bir kiyafetin tesbit

edildigi görülür. Divan toplantilari, Sultan I. Murad, Yildirim Bâyezid, Çelebi

Sultan Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmisti. Yildirim Bâyezid,

halkin sIkâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çikardi. Herhangi

bir derdi ve sIkIntisi olanlar orada kendisine sIkayette bulunurlardi. O da

bunlarin problemlerini derhal çözerdi.

Divan, Orhan Bey

zamanindan, Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanirdi. Toplantilar sabah

namazindan sonra baslar ve ögleye kadar devam ederdi. XV. asrin ortalarindan

sonra (Fâtih dönemi) toplantilar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi,

Sali) inmis, Pazar ve Sali günleri de arz günleri olarak tesbit

edilmisti.

Divan, hangi din ve

millete mensub olursa olsun, hangi sinif ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadin

erkek herkese açikti. Idarî, siyasî ve örfî isler re'sen, digerleri de müracaat,

sIkâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tedkik

edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksizliga ugrayan, zulüm gören veya

mahalli kadilarca haklarinda yanlis hüküm verilmis olanlar, vali ve askerî

siniftan sIkâyeti bulunanlar, vakif mütevellilerinin haksiz muamelelerine

ugrayanlar vs. gibi davacilar için divan kapisi daima açikti. Divanda önce

halkin dilek ve sIkâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet isleri görüsülüp karara

baglanirdi.

Divanda idarî ve örfî

isler vezir-i azam, ser'î ve hukuki isler kadiasker, malî isler defterdar, arazi

isleri de nisanci tarafindan görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye

(gündem) göre yapilirdi. Toplanti bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane,

vezir-i a'zamin mührü ile mühürlenip kapandiktan sonra çavusbasi, elindeki

asasini yere vurarak divanin sona erdigini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri

agasi padisah tarafindan kabul olunarak ocak hakkinda bilgi alinirdi. Ondan

sonra kadiaskerler huzura girip kendileri ile ilgili isleri arzederlerdi. Bundan

sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan

sonra da padisahlar, vezir-i a'zam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak

bu usûl, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kaldirilmisti. Divan erkânindan baska o

gün isleri için divana gelmis bulunan halka da din ve milliyet farki

gözetilmeksizin yemek verilirdi.

Öyle anlasiliyor ki

Osmanli Devleti divani, devletin en yüksek organi özelligini tasimaktaydi.

Devlet baskani olarak hükümdar, sIk sIk divan üyelerinin fikirlerini almak

ihtiyacini hissediyordu. Bu durum, devlet idaresinin bir kisinin degil, bir

kurulu teskil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanilarak en mükemmel sekilde

yapilabileceginin açik bir göstergesidir. Divanda, halk ile devletin bütün

problemleri, özellikle timar tevcihleri ve önemli mevkilere yapilacak atamalar

da görüsülmekteydi. Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teskil eden üyelerin

fikirlerinin alinarak atamalar yapildigina isarettir. Bir kurulun yapacagi

atamalarin ise bir tek kisinin yapacagi atamalardan daha isabetli olacagi bir

gerçektir. Divanda son söz süphesiz ki sultanindir. Ancak gördügümüz gibi

hükümdarin, vezirlerin mütalaalarini almasi, daha dogrusu böyle bir ihtiyaci

hissetmesi, devlet idaresinde is birligi ve koordinasyonun ön planda tutuldugunu

göstermektedir.DIVAN

ÜYELERI

Kurulus dönemi Osmanli

divani, her gün sabah namazindan sonra padisahin huzuru ile toplanarak görevinin

gerektirdigi isleri yapardi. Divan toplantilarinda üyelerden her birinin

kendisini ilgilendiren vazifeleri vardi. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri

ile mesgul olurdu. Padisahi bir tarafa birakacak olursak kurulus döneminde

divanda vezir-i a'zam, kadiasker, defterdar ve nisanci gibi asil üyeler

bulunuyordu.VEZIR-I A'ZAM VE

VEZIRLER

Osmanlilarin ilk

dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sinifina

mensuptu. Daha sonra vezir sayisi artinca birinci vezire Vezir-i a'zam

denildi. Bundan baska Sadr-i âlî, Sâhib-i devlet, Zât-i asefî ve Vekil-i

mutlak gibi tabirler de kullanilmis ise de bunlar asil el-kabtan

degillerdir.

Osmanli Devleti'nde

ilk vezir, Haci Kemaleddin oglu Alaeddin Pasa'dir. Bu zat, ilmiye sinifina

mensup oldugu gibi ayni zamanda taninmis ahi reislerindendi. Osmanli

tarihçilerinin büyük bir kismi, bu zat ile Sehzâde Alaeddin'i birbirine

karistirir. Alaeddin Pasa'dan sonra bu makama sira ile Ahmed Pasa, Haci Pasa ve

Sinaneddin Yusuf Pasa gelmislerdi. Çandarli Halil Hayreddin Pasa ise Sinaneddin

Yusuf Pasa'dan sonra vezirlige getirilmisti. Onun ölümü üzerine vezir olan ve bu

makamda onbir yil kadar kalan Çandarlizâde Ali Pasa zamaninda, Timurtas Pasa'ya

da vezirlik verilince Çandarlizâde Ali Pasa vezir-i a'zam diye anilmaya

baslandi.

Çandarli Halil

Hayreddin Pasa'dan önceki vezirler orduya komuta etmiyorlardi. Bu görevi, askerî

sinifa mensub olanlar yürütüyordu. Fakat Hayreddin Pasa'nin Rumeli fetihlerinde

komutanligi vezirlikle birlestirip mühim muvaffakiyetler kazanmasi, idarî ve

askerî islerin bir elde toplanmasina sebep olmustu. Bundan sonra gelen birinci

vezirler hep ayni sekilde hareket etmislerdi.

Daha sonraki

tarihlerde vezirlerin sayisi artmis ve XVI. asir ortalarina yakin zamana kadar

vezirlik, sadece Istanbul'da bulunan mahdud kimselere münhasir iken Kanunî devri

vezirlerinden Çoban Mustafa Pasa ile Hain Ahmed Pasa, önemine binaen vezirlikle

Misir valiligine tayin edilmislerdi. Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve

Bagdad eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmisti.

Vezir-i azam,

padisahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarin mutlak vekili oldugundan,

sözü ve yazisi padisahin iradesi ve fermani demekti. Çandarli hanedaninin

düsüsüne kadar bütün islerde birinci merci vezir-i azamdi. Çelebi Mehmed

zamanindaki Amasyali Bayezid Pasa'nin vezir-i azamligi bir tarafa birakilacak

olursa Çandarli ailesinin bir silsile halinde kadiaskerlikten gelmek suretiyle

yetmis seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii isgal etmeleri ve

hükümdarlarin itimadlarini kazanmalari bütün Türk devlet adamlarinin bir ailenin

etrafinda toplanmalarina sebep olmustu. Hatta Segedin muahedesinin akdi üzerine

saltanati oglu Mehmed'e birakan Ikinci Murad, karsi tarafin bu firsati ganimet

bilip antlasmayi bozmasi üzerine, anormal bir hal alan olaylar karsisinda tekrar

hükümdar olup idareyi eline almak istedigi zaman, Vezir-i azam Çandarlizâde

Halil Pasa'nin tesebbüsüyle ikinci defa hükümdarlik makamina

getirilmisti.

Icabinda padisah adina

divana riyaset (baskanlik) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarin mutlak

vekili idiler. Pâdisahin elips seklindeki altin bir mührü, bunun alameti olarak

yanlarinda bulunurdu. Vezir, devlet islerinde bütün selahiyet ve mesuliyetlere

sahip oldugu gibi bütün azil ve tayin isleri de onun reyi ile olurdu. Bu

dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline

gelmisti.

Kendisinden önceki

töre, örf ve gelenekleri yazili bir metin haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in

kanunnâmesinde vezir-i âzamla ilgili olarak söyle

denilmektedir:

Bilgil ki vüzerâ ve

ümerânin vezir-i azam basidir, cümlenin ulusudur. Cümle umurun vekil-i

mutlakidir. Ve malimin vekili defterdarindir ve ol, vezir-i azam nâziridir. Ve

oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden

mukaddemdir.

Tevkiî Abdurrahman

Pasa kanunnâmesinde de vezir-i azam hakkinda su ifadeler

kullanilmaktadir:

Evvela sadr-i azam

olanlar cümleyi tasaddur edüp amme-i mesalih-i din ve devlet ve kâffe-i nizâm-i

ahval-i saltanat ve tenfiz-i hudud ve kisas ve haps ve nefy ve enva-i ta'zir ve

siyâset ve istimai da'va ve icray-i ahkâm-i seriat ve def-i mezâlim ve tedbir-i

memleket ve tevcih-i eyâlet ve emâret ve ulûfe ve zeamet ve timar ve tevliyet ve

hitabet ve imâmet ve kitâbet ve cem'i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-i müvella

ve tefviz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-i cumhur ve tevcihat-i gayr-i

mahsur ve'l-hasil cemi-i menâsib-i seyfiyye ve ilmiyenin tevcih ve azli ve

cemi-i kadaya-i ser'iyye ve örfiyenin istima ve icrasi için bizzat cenab-i

padisahîden vekil-i mutlak ve memâlik-i mahruse-i Osmanî ve taht-i hükümet-i

sultanîde olan cemi-i nâsin üzerine hakim-i sahib-i ferman oldugu

muhakkaktir.

Sair vüzera ve vülat

ve amme-i ulemâ ve kudat ve mesayih ve sâdat ve a'yan ve ekâbir ve tavaif-i

asâkir ve reâya ve berâya ve ehl-i cihât ve ashab-i ticarat kebir ve sagir ve

gani ve fakir ve kavi ve zayif ve vadi ve serif ve muhassalan havas ve avam

kâffe-i enâm cemian sadr-i a'zam olanlarin kelamini bizzat sevketlû ve mehâbetlû

ve seadetlû padisah zillullah hazretlerinin mübarek lisan-i seriflerinden sadir

olmus ferman-i vâcibu'l-iz'an bilüp emrine imtisâl ve kendüye ta'zim ve tavkir

ve iclâl etmeye me'murlerdir.

Kanunnâme metinlerinde

görüldügü gibi vezir-i a'zamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve genis yetkilere

sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü

görünmektedir. Çünkü o, padisahi temsil etmekteydi. Vezir-i a'zam (Kanunî

döneminden itibaren) sadr-i a'zamlar, padisahin yüzük seklindeki tugrali altin

mührünü tasirlardi. Vezir-i a'zamlarin, diger vezirlerden farklari mühr-i

hümâyun denilen bu mühür ile olup hükümdarlik selâhiyetinin icrasina ve

padisahin kendisini vekil ettigine dair bir delil oldugu için onlar bu mührü

örülmüs bir kese içinde koyunlarinda tasirlardi. Vezir-i azamin azlinde veya

ölümü halinde mühr-i hümâyun ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i

hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i a'zam olacak kimsenin huzura kabul

edilmesi suretiyle verilirdi.

Osmanli Devleti'nde

XVI. asrin ilk yarilarina kadar yalniz devlet merkezinde bulunup divan-i

hümâyuna memur kubbe veziri veya kubbenisîn denilen vezirler vardi. Bunlarin

sayilari pek fazla degildi. Kubbe vezirleri divanda kidem sirasina göre

otururlardi.

Fâtih Sultan

Mehmed'den itibaren hükümdarlar Divan-i Hümâyun toplantilarina katilmayi terk

edip, riyaseti sadrazama biraktiktan ve XVI. asrin ikinci yansinda bu

toplantilar haftada dört güne inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasinda

sadrazamin verdigi izahati dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu. Bir müddet

sonra devlet isleri Pasakapisi'nda görülmeye baslanmis ve Divan-i Hümâyun XVIII.

asirdan sonra elçi kabulü ve ulûfe tevziine tahsis edilmisti. Sadrazamlarin

hükümdarlarla görüsmeleri ise XVI. asirdan itibaren gittikçe azalmisti. Bunlar,

devlet islerini telhîs veya takrîr adli vesIkalarla ve ekleri ile birlikte

hükümdara arz ederlerdi. Böylelikle telhîsler, kanun, nizam, tevcih, usûl ve

âdet ile tayin edilmis olan ve hükümdarin tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara

ait sadrazamin arzi mahiyetinde idiler. Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten

sonra ilgili konu hakkinda padisahin fikrini sorardi. Telhislerin hazirlanmasi

Reisü'l-küttabin görevi olup, hazirlandiktan sonra genellikle padisahi yormamak

ve merami açikça ifade etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazilarak

saraya gönderilirdi. Padisahin manzurum oldu, verilsin, verdim, tedarik

edesin, zamani degildir, berhüdar olasin, olmaz gibi hatt-i hümâyunu ile

isaret etmesinden sonra sadrazam onu isleme koyardi. Sadrazamlarin diger devlet

ricaline ve idarecilere olan tahriratina ise buyruldu denirdi. Osmanli

Devleti'nin ilgasina kadar sadrazamlarin ya re'sen veya bir muamele dolayisiyle

mektubî kaleminden yazilan kagitlara buyruldi-i sâmi ismi verilmektedir. Bu

buyruldunun divanî yazi ile yazilmasi ve bas tarafina da sadrazamin ismini havi

sadaret mührünün basilmasi usûldendi.KADIASKER

Osmanli Devleti'nde

askerî ve hukukî islerden sorumlu olan kadiaskerlik teskilâti, gerek kelime

gerekse meslek olarak uzun bir geçmise sahiptir. Hz. Ömer tarafindan ordugâh

sehirlerine tayin edilen kadilar, sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet

tasiyorlardi. Bu sebeple, kadiaskerligin Hz. Ömer tarafindan kuruldugu

belirtilmektedir. Abbasîler'de de görülen bu mansib, Harzemsahlar'da, Anadolu

Selçuklulari'nda Eyyûbîler'de, Memlûklerde ve hatta Karamanlilar'da da

vardi.

Osmanli Devleti'nde

ilk kadiaskerin Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil Hayreddin Pasa oldugu

belirtilmektedir. Kaynaklar, ilk kadiaskerin adi geçen zat oldugunda müttefik

olmalarina ragmen, tayin tarihi için farkli rakamlar vermektedirler.

ÂsIkpasazâde ve Oruç Bey, bu makamin 761 (M 1359), Hoca Saadeddin, Solakzâde ve

Müneccimbasi 763 (M. 1361)'de ihdas edildigini belirtmektedirler. Bundan baska

kadiaskerlik hakkindaki arastirmasinda M. Ipsirli ,baska kaynaklarda bu tarihin

762 (M. 1360) olarak verildigini söyler.

Kelime olarak lügat

mânâsi asker kadist demek olan kadiaskerlik, Osmanli ilmiye teskilâti içinde

önemli bir mevki idi. Kadiasker terkibindeki asker kelimesi, müessesenin

özelligi açisindan önem tasir. Zira, Seyhulislâmliktan takriben bir asir kadar

önce (80 sene) kurulmus olan müessesenin kurulusunda devletin, asker ve onlarin

ihtiyaçlarini karsilamada titizlikle hareket ettigini göstermektedir. Bununla

beraber, Divan-i Hümâyun azasi olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha

ile sinirli degildi. Kadiaskerler ayni zamanda bütün sivil adlî islere de

bakiyorlardi. Onlar, belli seviyedeki bazi kadi ve nâiblerin tayinlerini de

yapiyorlardi. Divan toplantilarinda vezir-i a'zamin saginda vezirler, solunda da

kadiaskerler yer alirdi.

Fâtih Sultan Mehmed'in

son senelerine kadar yalniz bir kadiaskerlik vardi. Hududlarin genislemesi ve

islerin çogalmasi yüzünden 885 (M. 1481) yilinda biri Rumeli, digeri Anadolu

olmak üzere ikiye ayrildi. Belirtilen tarihte, Muslihiddin el-Kastalanî daha

üstün kabul edilen Rumeli kadiaskerligine, o dönemde Istanbul kadisi olan

Balikesirli Haci Hasanzâde Mehmed b. Mustafa da Anadolu kadiaskerligine

getirildiler. Dogu ve Güneydogu Anadolu'nun Osmanli ülkesine ilhakindan sonra

Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafindan 922'de yani XVI. asrin ilk çeyreginde

(1516) merkezi Diyarbekir (Diyarbakir) olan Arap ve Acem kadiaskerligi adi

altinda üçüncü bir kadiaskerlik kuruldu. Devlet merkezine olan uzakligi

sebebiyle olsa gerek ki divân üyeligi bulunmayan bu kadiaskerligin basina meshur

tarihçi ve bilgin Idrisî Bitlisî getirildi. Bilahare merkezi, payitahta

(Istanbul) nakledilen bu kadiaskerlige Fenarîzâde Mehmed Sah Efendi tayin

edildi. 924 (M. 1518) de adi geçen sahsin bu görevden ayrilmasindan sonra bir

müddet vekaletle idareye baslanan bu kadiaskerlik lagv edilerek vazife ve

selahiyetleri Anadolu kadiaskerligine birakildi. Böylece Rumeli ve Anadolu

kadiaskerlikleri diye tekrar ikiye indirilen bu müessese, Osmanli saltanatinin

sonuna kadar devam etti.

Protokola göre daha

üstün addedilen Rumeli kadiaskerleri ile daha asagi bir mevkide bulunan Anadolu

kadiaskerinin vazifeleri kanunnâmelerde söyle belirtilir:

Bilfül Rumeli

kadiaskeri olan efendi, Rumeli ve adalarda vaki kazalari ve kismet-i

askeriyeleri tevcih eder.

Ve bilfül Anadolu

kadiaskeri olan efendi, Anadolu'da ve Arabistan'da vaki kazalari ve kismet-i

askeriyeleri tevcih eder.

Ve bu efendiler, divân

günlerinde elbette Divan-i Hümâyuna müdavemet edüp Cuma günlerinde vezir-i a'zam

hazretlerinin hânesine varirlar. Amma dâva istimai lâzim gelse Rumeli kadiaskeri

istima edüp Anadolu kadiaskeri kendi halinde oturur. Meger vekil-i saltanat

tarafindan me'zûn ve me'mûr ola, ol zaman istimai ser'an caiz

olur.

Ve yirmi, yirmibes ve

otuz ve kirk medreselerin ve kendi taraflarina müteallik olan bazi mahallin

cihet ve tevliyet makulesin tevcih edegelmislerdir.

Böylece Anadolu'da

bulunan müderris ve kadilarin tayini, Anadolu kadiaskerinin, Rumeli'de bulunan

müderris ve kadilarin tayini de Rumeli kadiaskeri tarafindan yapilmaktaydi.

Görüldügü gibi müessesenin görevleri, egitim ve yargi teskilatinin idaresi, ordu

ve askerî zümrenin gerek baris, gerekse savas sirasinda hukukî ihtilaflarinin

giderilmesi ve davalarinin görülmesi seklinde iki ana grupta

toplanabilir.

Kadiaskerler, XVI.

yüzyilin ikinci yansini müteakip, Seyhülislâmligin ön plâna çiktigi tarihe kadar

bütün kadi ve müderrisleri aday (namzet) gösterip tayinleri sadr-i a'zama ait

olan kirktan yukari müderrisler ile mevâliyi vezir-i a'zama arz ile tayinlerine

delâlet ederlerdi. Daha sonra bu gibilerin arzlari kendilerinden alinarak, kirk

akçaya kadar olan müderrislerle kaza kadilarinin tayinleri eskisi gibi bunlara

birakildi. Kirktan yukari yevmiyeli müderrisler ile mevâlinin tayinleri ise

seyhülislâmlara verilmistir. Tayin olunacak müderris veya kadi Anadolu'da ise

Anadolu kadiaskeri, Rumelide ise Rumeli kadiaskeri tarafindan arz günlerinde,

bizzat kendisi tarafindan, padisah huzurunda okunan Defter-i akdiye de okunup

inha olunan kadilarin tayinleri için padisahin muvafakati

alinirdi.

Bir kimsenin kadiasker

olabilmesi için mevleviyet denilen 500 akça yevmiyeli büyük kadilik mansibinda

bulunmasi gerekirdi. XVI. asrin ikinci yarisina kadar kadiasker olmak için

muayyen bir usûl yoktu. Fakat bu tarihten sonra Istanbul ve Edirne kadilarindan

veya Anadolu kadiaskeri pâyesi olan Istanbul kadisi mazullerinden birinin fiilen

Anadolu kadiaskeri olmasi kanun haline gelmisti. Bu kadiaskerlikten sonra da

Rumeli kadiaskerligi gelirdi. Kurulustan sonraki dönemlerde kadiaskerlik

müddeti, diger mevleviyetlerde oldugu gibi bir yildi. Bu müddeti dolduran

kadiasker, mazûl sayilarak yerine sirada olan bir baskasi tayin edilirdi. XVI.

asrin ikinci yarisindan itibaren Rumeli kadiaskerleri Seyhülislâm

olurlardi.

Zamanla maaslarinda

farklilik görülen kadiaskerler, Fatih kanunnâmesine göre devlet hazinesinden

yevmiye 500 akça aliyorlardi. XVI. yüzyilin ortalarindan sonra Rumeli kadiaskeri

572, Anadolu kadiaskeri ise 563 akça yevmiye aliyorlardi. Bunlarin maaslarindan

baska askerî siniftan olup vefat edenlerin resm-i kismetlerinden, binde onbes

akça olarak gelirleri vardi. Bu para, kadiasker kassamlari vasitasiyle tahsil

edilirdi. Âli'nin kaydina göre Rumeli kadiaskerine resm-i kismetten günde sekiz

bin akça hasil olurdu. Anadolu kadiaskerinin resm-i kismeti ise daha fazla idi.

Irak, Suriye ve Misir'in bu kadiaskerlige bagli olmasi, bu artisa sebep

oluyordu. Mazuliyet veya tekaüdlerinde de kendilerine maas tahsis edilen

kadiaskerlere, daha sonra birer arpalik verilerek iaselerinin temin edilmesi

saglanirdi.

Divân'daki davalari

dinleyen kadiaskerler, Sali ve Çarsamba hariç olmak üzere hergün kendi

konaklarinda divân akdedip kendilerini ilgilendiren ser'î ve hukukî islere

bakarlardi. Kadiaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamçeci, matlabçi,

tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardimcilari bulunurdu. Ayrica her

birinin davali ve davaciyi divâna getiren yirmiser muhziri

bulunmaktaydi.

Padisah, sefere

çiktigi zaman kadiaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padisah sefere

gitmedigi takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda ser'î muameleleri görmek

üzere onlarin yerine ordu kadisi tayin edilip gönderilirdi. Ayni sekilde

padisahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padisahla birlikte gider ve akd

edilen divân oturumlarina istirak ederlerdi.

Bu müessese, Osmanli

Devleti'nin sonuna kadar devam etmis, Osmanli hükümeti ile birlikte o da tarihe

mal olmustur.DEFTERDÂR

Defter ile dâr

kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan defterdâr defter tutan

demektir. Dogudaki Müslüman devletlerin müstevfi dedikleri görevliye

Osmanlilar, defterdâr diyorlardi. Bir bakima günümüzdeki Maliye bakanligi

mânâsini ifade eder. Osmanlilar, XIV. asrin son yarisinda ve Sultan I. Murad

zamaninda maliye teskilâtinin temelini atip onu tedricen gelistirmislerdir. Buna

bakarak Osmanlilarin daha kurulus yillarindan itibaren maliye isleri üzerinde

önemle durduklari söylenebilir. Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü

esnasinda oglu Orhan'a yaptigi vasiyetinden bahs ederken onun beytü'l-mal-i

müslimîni korumasi gerektigini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve

gereksiz yere para harcamamasi gerektigine isaretle bunun önemini belirttigine

temas eder.

Fâtih Sultan Mehmed

tarafindan tedvin ettirilmis olan kanunnâme-i Âl-i Osman ile diger kanunnâmelere

göre defterdâr, padisah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak

gösterilmektedir. Dis hazine ile maliye kayitlarini ihtiva eden devlet

hazinesinin açilip kapanmasi defterdârin huzurunda olurdu. Baska bir ifade ile

hazinenin açilmasinda hazir bulunmak, defterdârin vazifeleri arasinda

bulunuyordu. Divân'in aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece sali günkü divan

sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla

beraber, padisahin huzurunda okuyacagi telhîs hakkinda daha önce vezir-i a'zamla

görüsür ve onun muvafakatini alirdi. Bayram tebriklerinde padisah vezirlere

oldugu gibi defterdarlara da ayaga kalkardi.

Genel olarak devlet

gelirlerini çogaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olani da muhafaza

altinda bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanli Devleti'nin

kurulus yillarinda bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kurulus yillarinda

bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve

ihtiyaçlarin çogalmasi yüzünden sayilan artirildi. Bunlar, II. Bâyezid dönemine

kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdâri veya bas defterdâr

ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdâri olmak üzere iki kisi idi.

Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesine göre daha sonraki dönemlerde bas

defterdârdan baska Anadolu defterdâri ile sIkk-i sânî denilen defterdârlar

vardir. Bunlar da bas defterdâr ile divana devam ederler. Sefer esnasinda bas

defterdâr ordu ile gittigi zaman, Anadolu defterdâri onun yerine vekâleten

bakardi.

Defterdârlar,

kendilerini ilgilendiren malî islerdeki sIkâyetleri, Defterdâr Kapisi'nda akd

edilen divanda dinler ve gerek görülürse tugrali ahkâm verirlerdi. Zaten

kanunnâmeye göre kendilerine bu selahiyet verilmistir. Her defterdâr, kendi

dairesinden çikan evrakin arkasini imzalardi. On yedinci asrin ortalarindan

itibaren bütün maliye hükümlerinin (tugrali ahkâm) arkalarina kuyruklu imza

koyma hakki, bas defterdâra verildi. Bundan baska bas defterdâr, divan karari

ile malî tayinlere ait kuyruklu imzasi ile buyruldu yazmakla birlikte bunun

üst kenari sadr-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr, sadr-i

a'zama re'sen yazdigi veya havale edilmis bir muameleli kagit üzerine cevap

verdigi zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza

koyardi.

Kanunnâmede bas

defterdâr ve vazifeleri hakkinda su bilgiler verilmektedir:

Bas defterdâr pâye ve

itibarda nisanci gibidir. Bas defterdâr olan mal vekilidir. Ve kendi evinde

divân eder. Ve maliyeye müteallik davalari dinler. Maliye tarafindan ahkâm

verir. Ve ahkâmin zahrina (tugrali ahkâmin arkasina) kuyruklu imza çeker. Ve

tahsil-i mal-i mirî için mültezimleri haps eder. Ve mahallinde mukataati tevcih

edüp buyurur. Ama pençe çekmez. Ve bi'l-cümle mal-i beytü'l-mali tahsil ve

hazineyi tekmil ile memur olup beytü'l-mala müteallik olan umur-i cumhuru onlar

görür. Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasini himaye

babinda sa'y-i kesir etmek ve söz tutmayip fukaraya zulm eden mültezimleri

vekil-i devlete arz ve ta'zir ettirmek, defterdârlarin lazime-i zimmetleri ve

zahri ahiretleridir (ahiret aziklari). Hususan emval-i yetamadan (yetim

mallarindan) hazine-i âmireyi siyânet (korumak) ve beytü'l-mal-i müslîmîni mal-i

haramdan himayet etmek. Kanunnâme metninden anlasilacagi üzere devlet gelir ve

giderleri ile ilgilenen defterdârlarin vazifeleri, sadece devlet hazinesini

zenginlestirmek degildir. Onlar, devlet hazinesine haram malin girmesine engel

olmak zorunda olduklari gibi yetim mali dahi

sokmayacaklardir.

Onsekizinci asir

baslarindan itibaren Rumeli defterdârlarina veya bas defterdâra sIkk-i evvel,

Anadolu defterdârina sIkk-i sânî, üçüncü defterdâra da sIkk-i sâlis adi

verildi.

Icraat ve tahsilatta

defterdârin icra memuru olarak maiyetinde farkli vazifeleri bulunan bes görevli

bulunurdu. Bunlardan ilki, bas bakikulu denilen devlet gelirlerinin birinci

tahsil memurudur. Defterdârlikta bunun bir dairesi olup emri altinda bakikulu

ismiyle altmis kadar mübasir vardir.

Bunlar, hazineye borcu

olup vermiyenleri hapis ve sIkIstirma ile tahsilat yaparlardi. Bu yüzden

maliyeye borcu olanlar bas bakikulu hapishanesinde

tutuklanirlardi.

îkinci icra memuru,

cizye bas bakikuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanlari takip eder.

Iltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememis veya

yatirmamis olanlari takib ederdi.

Adi geçen dairenin

üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezâret eden veznedar basidir. Bunun

da maiyetinde dört veznedar vardi. Bas defterdârin icra memurlarindan dördüncüsü

sergi nâziri, besincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatinin

defterini tutuyorlardi.

Defterdâr tabiri, 1253

(1838) senesinin Zilhicce ayinda sadir olan Hatt-i hümâyun mucibince terk

edilerek yerine Maliye Nezâreti tabiri

kullanilmistir.NISANCI

Osmanli devlet

teskilâtinda Divan-i Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren

görevli için kullanilan bir tabirdir. Nisan kelimesinden türetilmis olan

Nisanci, ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm ve biti gibi

devlet resmî evrakinin bas tarafina padisahin imzasi demek olan nisani koyardi.

Bu görevliye nisanci, muvakkî, tevkiî ve tugraî gibi isimler de

verilirdi.

Osmanli devlet

teskilâtinda XVIII. asir baslarina kadar önemli bir makam olan nisancilik, daha

önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Nisancilik

müessesesinin basinda bulunan görevliye Osmanlilar'da nisanci denirken,

Abbasîler'de buna Reisu Divani'l-Insa deniyordu. Bu teskilat, sadece Müslüman

Dogu'da degil, Bati Müslüman devletlerinde de vardi. Nitekim batida devlet

kurmus ve zaman zaman Endülüs'e de geçmis bulunan Merinîler (592-956 =

1196-1458)'de Divanu'l-insa adi ile ayni görevi yerine getiren bir müessese

vardi. Büyük Selçuklular'da da ayni vazifeyi gören bir divan vardi ki, bu

divanin basindaki görevliye Sahib-i Divan-i Tugra ve Insa adi veriliyordu.

Bazan da sadece Tugraî deniyordu. Bu zat, hükümdarin mensûr, ferman vs. gibi

isimler altinda çikardigi emirnâmelere, onun isaret ve tugrasini koymakla

görevliydi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkez teskilati içinde de ayni

görevleri yerine getiren ve adina Tugraî denilen bir görevlinin bulundugunu

belirtmek gerekir. Kalkasandî, Misir'daki bu hizmeti bes merhalede ele alir ve

Memlûklerde bu görevi üstlenen kisiye Kâtibu's-Sir veya Sahibu Divani'l-însa

adinin verildigini bildirir. Görüldügü gibi müesseselesmis hali ile Abbasîlerde

görülen nisancilik, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde oldugu gibi

Osmanlilarda da olacakti. Bunun için Osmanli Devleti'nin merkez teskilâti içinde

önemli bir yeri bulunan divanin azalarindan biri de Nisanci adini tasiyan

görevli idi. Önemli hizmeti bulunmasina ragmen, nisanciligin Osmanlilar'da hangi

tarihlerde kuruldugu kesin olarak tesbit edilebilmis degildir. Bununla beraber,

bazi arastiricilar bu kurulusu Osmanli Devleti'nin ikinci hükümdari olan Orhan

Gazi dönemine kadar çikarirlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tugra

bulunmaktadir. Bu da nisanciligin basit sekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde

var oldugunun bir isareti olarak kabul edilebilir. Keza, bu tabirin devletin ilk

zamanlarinda kullanildigini gösteren kayitlar da vardir. Nitekim, Sultan Ikinci

Murad'in emri ile Türkçe'ye tercüme edilen Ibn Kesir tarihinin Arapça metnindeki

Muvakkî tabirinin Nisanci olarak tercüme edilmesi de bunu göstermektedir.

Ibn Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adli tarihinin mütercimi olan zat, nisanci

kelimesini kullandigina göre, bu tabir, o dönem Osmanli toplumu arasinda

biliniyordu demektir.

Fâtih Sultan Mehmed'in

tedvin ettirdigi kanunnâmede bu memuriyetin isim ve selâhiyetleri ile zikr

edilmis olmasi, bunun Fâtih'ten önce mevcud oldugunu, fakat onun zamaninda tam

anlamiyla gelistigini göstermektedir.

Divan-i Hümâyunda

vezir-i a'zamin saginda ve vezirlerin alt tarafinda oturan nisanci, önemli bir

hizmeti yerine getiriyordu. Nisancilar, görevleri icabi bazi özellikleri tasiyan

kimseler arasindan seçiliyorlardi. Nisanci olacak kimselerin insa konusunda

maharetli bulunmalari gerekirdi. Nitekim kiraat ilminin büyük isimlerinden Seyh

Muhammed Cezerî'nin küçük oglu Ebu'l-Hayr Muhammed (Muhammed-i Asgar),

Misir'dan, Osmanli hizmetine geldigi zaman insadaki kudretinden dolayi kendisine

nisancilik verilmisti.

Görevleri icabi olarak

insa konusunda maharetli olmalari, devlet kanunlarini iyi bilerek yeni kanunlar

ile eskiler arasinda bag kurup anlari telif etme kabiliyetine sahip bulunmalari

gereken nisancilarin, ilmiye sinifi arasindan dahil ve sahn-i semân

müderrislerinden seçilmesi kanundu.

Nisancilar, XVI. asrin

baslarindan itibaren Divan-i Hümâyunun kalem heyeti arasinda, bu vazifeyi yerine

getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye baslanmistir. Eger

reisü'l-küttâb bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahib degilse yine

müderrisler arasindan uygun görülen bir kisi bu vazifeye tayin

edilirdi.

Fâtih döneminde

müesseseleserek kuruldugunu gördügümüz nisancilik, Osmanli Divan-i Hümâyunun

dört temel rüknünden birini teskil ediyordu. Fâtih kanunnâmesinde de

belirtildigi gibi bu dönemde vezirlik, kadiaskerlik ve defterdarliktan sonra en

önemli vazife nisancilikti. Fâtih zamaninda bu görevi büyük bir basari ile

yürüten Karamanî Mehmed Pasa ile nisanciligin itibari daha da artmisti.

Fâtih'ten sonra gelen II. Bâyezid ve onun oglu Yavuz Sultan Selim dönemlerinde

nisancilik yapan Tacizâde Cafer Çelebi de büyük bir itibar kazanarak tesrifatta

defterdârin üstüne yükseltilmis ve vezirler gibi otag kurmasina müsaade

edilmistir. Niçancilik mansibinin üstünlügü, Kanunî Sultan Süleyman döneminde de

devam etmis, Koca Nisanci lakabi ile taninan Celalzâde, meslegindeki kidemi ve

vukufiyeti sebebiyle defterdârin önüne geçirilmisti.

Nisancilarin nüfuzlari

ve gördükleri önemli hizmetler, bundan sonra da devam etti. Bunlardan büyük bir

kismi beylerbeyi ve vezir rütbesini ihraz etti. Bununla beraber, XVI. asrin

sonuna kadar nisancilar vezir olmayip sadece beylerbeyi rütbesinde idiler. Bu

rütbe ile nisanci olan Boyali Mehmed Pasa (öl. 1001) vezirlige nakl edilince

nisanciligi birakmis fakat sonradan tekrar nisanci olunca tayini beylerbeyi

rütbesi ile yapilmisti. Daha sonra bazan kubbe vezirligi ile nisanciligin

birlestirilerek bir kisiye verildigi (tevcih) de oldu.

Nisanci, Divan-i

Hümâyun azasi olmasina ragmen, vezir rütbesini haiz degilse kanun geregi arz

günlerinde padisahin huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nisanciliga tayin edildigi

zaman bir defa padisahin huzuruna girip tayinlerinden dolayi tesekkür

ederdi.

XVI ve XVII. asrin

baslarinda serdar veya padisah seferde bulundugu zaman, Istanbul muhafazasinda

birakilan vezire nisanci tarafindan tugralari çekilmis bos ahkâm kagitlari

gönderilir ve bunlar, icab ettikçe kaim-i makam tarafindan doldurularak

kullanilirdi.

XVII. asrin sonlarinda

(1087) tedvin edilmis önemli bir Osmanli kanunnâmesi olan Tevkiî Abdurrahman

Pasa kanunnâmesinde Kanun-i Nisanci basligi altinda ayri ve özel bir fasil

bulunmaktadir. Bu fasilda, o dönem nisancilarinin nizamlari tafsilatli bir

sekilde verilmekte, onlarin resmî ve hukukî durumlari belirtilmektedir. Buna

göre nisanci, tugra-i serif hizmeti ile me'murdur. Kendi dairesinde kanuna

müteallik ahkâm yazilir. Mümeyyizi tashih ettikten sonra tugralarini çeker ve

defteri tashih etmek lazim gelse, kendisine hitaben vârid olan ferman mucibince

defterhaneden getirtip kendi kalemi ile tashih eder. Bu ferman gelince defter

emini ile defter kesedarini, düzeltilmesi lazim gelen defter hakkinda vazifeli

kilar. Sonra tashihi yapar, fermani da kendisi saklar, Kadiaskerlerden mühürlü

kese ile gelen ehl-i cihat beratlarinin tugralarini çektikten sonra ehl-i

cihatin isimlerini defterlerine sahh çekip ve yine kesesine koyup mühürleyerek

kendi kesedari ile kagit eminine gönderir. Divan tarafindan verilen sIkâyet

ahkâmini reis efendi (reisu'l-küttâb) resid ettikten sonra kesedari toplayip

kendisine getirir, tugralarini çekerdi. Kanunnâmede aynen su ifadeler yer

almaktadir: Ve kavanin-i Osmaniye ve merasim-i sultaniye, nisancilardan sual

olunagelmistir. Sâbikta (eskiden) bunlara müftî-i kanun itlak

olunmustur."

Kanunnâme, nisancilar

hakkinda daha tafsilatli bilgiler vermektedir. Buna göre, nisancinin vezirligi

varsa vüzeray-i izam silkine dahil hükmünü verir. Eger Rumeli beylerbeyilik

pâyesi var ise beylerbeyi merasimini icra edip kendisinden kidemli Rumeli

pâyesinde olan beylerbeylerden baska bütün beylerbeylere ve kadiaskerlere

tasaddur eder. Bu pâye ile Divan-i Hümâyuna girip çiktikça vezirler ile birlikte

girip çikar. Fakat arza girmezdi. Kanunnâme, arz esnasinda nisancinin disarida

nerede ve nasil selama çikacagini da belirtmistir. Nisancinin beylerbeyilik

pâyesi yok ise sadece ümerâ pâyesindedir. Kendisine nisanci bey denilmektedir.

Bu takdirde Divan-i Hümâyuna ümerâ. tariki üzere gider. Ancak taht kadilarina

tasaddur eder. Diger divan hacegâni gibi mücevveze, sof üst, lokmali kutnî ve iç

kaftani giyer. Ata orta abayi ve orta raht vururdu. Haslari da dört yükten

(400.000 akça) fazla olurdu. Nisancilarin vezir-i a'zama gitmeleri için belli ve

muayyen bir zaman yoktu. Sadece isti'zan (izin isteme) âdet

idi.

Nisancilik, XVI. asrin

sonlarindan itibaren yavas yavas önemini kayb etmeye basladi. Bunun içindir ki,

önceleri âmiri durumunda bulundugu reisü'l-küttâbla esit duruma getirilmisti.

XVII... asnn ortalarinda nisancilik adeta kuru bir ünvan haline geldi. XIX.

yüzyilin baslarina kadar ismen de olsa varliklarini devam ettiren nisancilar,

eski önemlerini tamamen kayb ettiler. Bu sebeple nisancilik 1836 yilinda tamamen

lagv edilerek vazifeleri Defter eminine verilmistir. Mühim islere dair

fermanlarin üzerlerine Bâbiâlî, digerlerine de defter eminleri tarafindan tayin

edilen ve tugranüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilirdi. 1838'de

tugra-nüvislik görevi de kaldirilip Bâbiâlî ile defter eminligi tugraciligi

birlestirildi. Böylece bu hizmetin Bâbiâlî'de görülmesi

kararlastirildi.SARAY

TESKILÂTI

Bursa feth edilip

merkez haline getirilmeden önce, Osmanogullari'na ait özel bir saray yoktu.

Osmanli Beyi, diger emirler gibi kendi ailesi halki ile birlikte bir evde

oturur, beyligin ileri gelenlerini ve tebeasini burada kabul ederdi. Isler, bu

mütevazi evde görüsülürdü. Bu sekildeki bir ikametgâhin, muhafiz vs. gibi fazla

sayida yardimci kimselere de ihtiyaci yoktu. Nitekim bir katip, birkaç çavus,

haberci ve az sayida bir muhafiz grubu, bütün isleri görmeye yetiyordu. Yaz

aylarinda, genellikle bey evinin karsisindaki ulu çinarlarin serin gölgelikleri,

toplanti yeri olurdu. Yaz mevsimindeki bu toplantilar, Osmanlilarin Sögüt

bölgesine yerlesmeden önceki göçebelik dönemini hatirlatiyordu. Zira bu

dönemlerde, asiretin ileri gelenleri açik havada, beyin çadirinin önünde

toplanip isleri görüsüyor ve bir karara variyorlardi. Bununla beraber zaman

zaman sefer veya herhangi bir sebeple hareket halinde bulunan beyler, eski Türk

âdetlerine göre at sirtinda da toplantilar yaparlardi. Böyle toplantilarda

sadece sifahî kararlar verilirdi. Bey, Cuma günleri Cuma namazinda hazir

bulunurdu. Bu, beyin tebeasiyla görüsmeye, onlarin dert ve sIkâyetlerini

dinlemeye vesile olurdu. Bu dönemdeki bütün âdet ve merasimler, Oguz töresince

icra olunurdu.

Orhan Bey, Bursa'yi

feth edip is basina geçtikten sonra beyligi her sahada teskilâtlandirmaya gayret

etmisti. Bunun içindir ki bazi arastiricilar, Osmanli Devleti için onun

döneminden itibaren bugünkü mânâda devlet denebilecegini kayd

ederler.

Gerçekten, Osmanli

Devleti, gelisip büyüdükçe, hükümdarlarinin oturduklari saraylar da bu gelismeye

paralel olarak büyümüs ve ihtisamlari artmisti. Ilk Osmanli sarayi, mütevazi bir

sekilde Bursa'da yapilmisti. Bundan sonra Edirne'de saraylar insa edilmisti.

Istanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan bugünkü Bâyezid'de

Istanbul Üniversitesi'nin bulundugu sahada bir saray yaptirilmisti. Fakat daha

sonra begenilmeyen bu sarayin (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasinda

bulunan çikintili tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray insa edilmisti. Yeni

saray adi verilen bu saray (Topkapi Sarayi), padisahin ailesine mahsus daireler

(harem), Enderûn ve dis hizmetlerle alâkali Birûn adi verilen üç kisimdan

tesekkül etmekteydi. Fâtih'ten sonra gelen Osmanli padisahlari, 1400 metre

uzunlugunda Sûr-i Sultânî denilen yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu

sarayda ikamet ettiler.

Fâtih Sultan Mehmed

tarafindan insasina baslanilan ve XIX. yüzyil ortalarinda Dolmabahçe Sarayi'na

tasinincaya kadar yaklasIk dört asra yakin Osmanli padisahlarina hizmet eden

Topkapi Sarayi'na, hemen her Osmanli padisahi bir ilavede bulunmustu. Bu saray,

3 Nisan 1924 tarihinde çikanlari Bakanlar Kurulu karan ile müze haline

getirilmistir.

Orhan Bey'in,

Bursa'nin iç kalesinde bir sarayi vardi. Fatih devrine kadar gelen Osmanli

hükümdarlari tarafindan kullanilan Bursa sarayindan Evliya Çelebi de bahs

etmekte, ancak sarayin bu hükümdardan sonra ragbet görmedigini, sadece muhafiz

bostancilarinin burada bulundugunu kayd etmektedir. Mamafih, Bursa büyük bir

yangin ve depreme maruz kaldigi için Evliya Çelebi'nin bahs ettigi sarayin,

Orhan Bey devrinden kalan bina olmadigi söylenebilir. Ayrica 1402'deki Ankara

Muharebesi'nden sonra Bursa'nin maruz kaldigi Mogol istilasi esnasindaki yangin

ve yagmalamalar da düsünülecek olursa Orhan döneminden XVII. asra pek fazla bir

seyin kalmayacagi kanaatine varilabilir.

Bursa sarayi hakkinda

bilinenler pek fazla degildir. Teskilat ve iç taksimati ise hemen hemen hiç

bilinmemektedir. Sadece, muhafazasi için kapicilarinin, muhtelif hizmetler için

iç halkinin ve harem kisminin bulundugu söylenebilir. Edirne'nin fethinden sonra

da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam

etmisti.

Bilindigi gibi Rumeli

fetihlerinin basladigi siralarda Osmanli Devleti'nin merkezi Bursa idi.

Edirne'nin fethinden sonra da burasi hemen terk edilmedi. Bununla beraber

Edirne'de ilk sarayin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) tarafindan h. 767 (m. 1365)

yilinda yaptirildigi ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii'nin bulundugu yüksek

yerde veya yakininda oldugu ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi, kendi zamaninda

bu sarayin bulundugunu ve Musa Çelebi tarafindan etrafinin bir duvarla çevrilmis

oldugunu bildirir. Yine onun yazdigina göre, Kanunî Sultan Süleyman da bu sarayi

tamir ettirmis ve acemi oglanlarina tahsis etmistir. Bu eski saraydan günümüze

kadar bir iz kalmamakla beraber, Selimiye Camii'nin üst tarafindaki Saray Hamami

denilen Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamin kalintisi oldugu kabul

edilmektedir.

Edirne saraylarinin en

meshuru, Hünkârbahçesi Sarayi denilen Yeni Saray olup burada harem daireleri ile

diger teskilâtlar vardi. Yine Evliya Çelebi'nin kaydina göre önceleri koru

halinde bulunan bu yer, Sultan Birinci Murad tarafindan imar edilmis, fakat

Sultan II. Murad, Tunca nehrinin kenarinda bulunan bu mevkii kösklerle

süslemisti. Kendisinden sonra gelenler de buraya ilaveler yaparak Kanunî

zamaninda mükellef bir hale getirmislerdi.

Istanbul'un fethinden

üç yil sonra, yani 1457 senesinde Edirne sehri büyük bir yangin sonunda tamamen

yok olmus gibiydi. Bu arada saray da yangindan zarar görmüstü. Bunun için sehrin

yeniden imari sirasinda Fâtih'in emri ile yeniden Hünkârbahçesi Sarayi diye

anilan yerde insa edilen sarayda alti bin iç oglani ile besyüz civarinda

bostanci vazife görüyordu. Iç oglanlari, Topkapi Sarayi'nda oldugu gibi muhtelif

koguslar halindeydiler. Bostancilar hem Edirne sarayi bahçelerine hem de

Edirne'de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesihpasa bahçelerine bakiyorlardi. Aynca

Edirne Bostancibasisinin idaresinde sehrin inzibat isleri ile de mesgul

oluyorlardi. Hükümdarlar, Istanbul'da ikamete baslamadan önce Edirne sarayinda,

muhafiz kapicilar ve kapicibasilar vardi. Bunlar sonradan kaldirilmislardi.

Onlarin yerine bostancilar bakmaya baslamislardi. Edirne sarayindaki iç

oglanlarin kidemlileri, üç senede bir Istanbul'daki yeni sarayin Enderûn kismina

veya kapi kulu süvari ocaklarina verilirlerdi. Keza Bostancilar da zamani

gelince kidemlerine göre Yeniçeri, Sipahi veya Müteferrika

olurlardi.

Edirne sarayi da

Istanbul'daki yeni sarayda oldugu gibi Enderûn, Birûn ve Harem kisimlarindan

meydana geliyordu.ENDERÛN

Osmanli Devletinde XV.

asir ortalarindan itibaren medrese disinda en köklü ve saglam ikinci egitim

kurumu, Enderûndu. Sarayin, Enderûn halkini, devsirme denilen bazi hiristiyan

tebea çocuklari veya harplerde esir alinip yetistirilen gençler meydana

getiriyordu. Bunlar, devsirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaslari arasinda

toplanip önce Enderûn disindaki Edirne Sarayi, Galatasarayi ve Ibrahim Pasa

Sarayi gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-Islâm âdet ve geleneklerini

ögrendikten sonra Enderûn'daki ihtiyaç ve kidemlerine göre yeni saraydaki küçük

ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap

ve erkânini ögrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine

odalarindan birisine çikarilirlardi. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda

gelirdi. Kiler ve Hazine odasindaki eskiler, yani kidemlilerin seçmeleri münhal

vukuunda (bosaldiginda) buraya verilirlerdi. Veya zamanlari gelince kapikulu

süvarisi olarak disari çikarilirlardi. Bu odalarin en ilerisi ve mümtazi olan

Has oda idi ki, asil Enderûn agalan bunlardi. Gerek devsirme sistemi, gerekse Iç

oglanlari hakkinda asagidaki bilgiler konuya daha bir açiklik

getirecektir.

Devsirme olarak alinip

sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin muhtelif makamlarina

namzet olarak yetistirilen çocuklara, Iç oglani denirdi. Rivayete göre Osmanli

sarayinda Iç oglani istihdami Yildirim Bâyezid zamanindan itibaren baslamistir.

Iç oglanlarinin bedenî egitimlerine de önem verilirdi. Ok atmak, mizrak

kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem için

baslica bedenî hareketler olarak kabul ediliyordu. Bundan dolayi bunlar

kuvvetli, çevik ve dayanikli olurlardi. Bazan odalar arasinda müsabakalar

yapilirdi. Bunlar, mensup olduklari odalara göre hizmet ve sanat ögrenirlerdi.

Öyle anlasiliyor ki, Iç oglanlari II. Murad zamanina kadar silah egitiminden

baska egitim görmüyorlardi. Bu dönemde saray, Osmanli Devleti'nin kültürel,

siyasî ve askerî gelisiminin ana yönlerini belirleyen önemli bir faktör

olmustur. Bu bakimdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline

gelmistir.HAREM

Topkapi Sarayi'nda

ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun,

genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler

ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi. Buralarin üzerleri kubbeler ve

tonozlarla örtülüydü. Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi

en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi. Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri

açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanli

padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. Islâm dünyasinda

eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe

evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak

kullanilmistir. Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan,

padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne

Harem-i Hümâyun denilmistir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna

göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep

hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu. Böylece vâlide sultan, hasekiler

(kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve

câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer

aliyorlardi.

Harem halkini,

padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde

hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak

üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür.AK VE KARA HADIM

AGALARI

Aga-i Bâbu's-Saâde

denilen kapi agasi, hadim ak agalarindan olup yeni sarayin bas nâziri, ve

Bâbu's-Saâdenin âmiri idi. Baska bir ifade ile bunlar, Osmanli sarayinin

Bâbu's-Saâde denilen kapisini muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrin

sonlarina kadar sarayin en nüfuzlu agasi Bâbu's-Saâde veya Kapi agasi idi. Atâ

tarihinde belirtildigine göre Kapi agaligi ile Hazinedar basilik, Saray agaligi

ve kilerci basilik, Sultan Ikinci Murad zamaninda ihdas edilmislerdi. Kapi

agasi, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi. Kapi agasinin emrindeki Ak

hadimlar, sarayin kapisini muhafaza etmekte olup sayilari otuz civarinda

idi.

Kara hadim agalari ise

kadinlarin bulundugu harem kisminda vazife görüyorlardi. Kara hadimlarin en

büyük âmirine Dâru's-Saâde Agasi veya Kizlar Agasi denirdi. Bunlar harem

kisminda bulunduklari için kendilerine Harem Agasi da

deniyordu.BIRÛN

ERKÂNI

Osmanli sarayinin dis

hizmetlerine bakan ve sarayda yatip kalkma mecburiyetinde olmayip disarida

evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padisah hocasi, hekimbasi, cerrahbasi, göz

hekimi, hünkâr imami gibi ulemâ sinifindan olanlarla sehremini, matbah-i âmire

emini, darphâne emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri

idi. Bunlardan baska sarayin Enderûn disindaki hizmet erbabindan olup emir-i

alem, kapicilar kethüdasi, çavusbasi, mirahur, bostanci ve bunlarin maiyetinde

bulunan memurlar da Bîrûn erkâni içinde yer aliyorlardi.

Bîrûn'da hizmet eden

ilmiye sinifi ile Agayan-i Bîrûn yani dis agalari denilen agalar, sarayin

Harem ile Enderûn kisminin haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini

görürlerdi. Aksam olunca da evlerine giderlerdi. Bunlar, Enderûn agalari gibi

sIkI bir disipline tabi olmadiklari gibi sarayda yatip kalkma mecburiyetleri de

yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da birakabilirlerdi. Bîrûn teskilâtinin bütün

tayinleri, sadr-i azam tarafindan yaptirdi.

Kaynak: Osmanli tarihi

 

 

Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın

Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu

Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir?

Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz.

Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım?

Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.

25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz.

bluemoon24 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Offline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Osmanli da devlet yönetimi

Serbest Kürsü ve Öğretici Bilgiler Osmanli da devlet yönetimi Konusunu hayatimdegisti.com Konuğumuz olarak inceliyorsunuz hayatimdegisti.com sitemizde yaşamınızı hemen degistirecek bir cok telkinli hipnoz mp3 vardir tesaduf eseri de buradaysanız mutlaka inceleyiniz üst link TelkinCD tıklayınız Gerçekten, çok genis topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare etmisti. Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli ...

ayrıca bu konularda arama yapan konuklarımız var Öğretici Bilgiler telkin cd indir izle İstanbul Öğretici Bilgiler nerededir kimdir Öğretici Bilgiler çekirdek inanç temizliği İzmir bursa Öğretici Bilgiler hipnoz Öğretici Bilgiler olumlama seminerleri eğitimi çaresi tedavisi Öğretici Bilgiler hakkında bilgi bilinçaltı telkin cd telkin mp3 Öğretici Bilgiler kuantum düşünce kitap haberi


WEZ Format +3. Şuan Saat: 05:48 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.