Albay
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 432,578
Tesekkür: 0
429 Mesajinıza toplam 518 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
| Osmanli da devlet yönetimi Gerçekten, çok genis
topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil,
irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare
etmisti. Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede
imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli yapidaki
topluluklari cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hakimiyet
anlayisinin sonucu olmasa gerekir. M. Fuad Köprülü'nün n bir madde halinde
siraladigi ve Rasonyi'ye göre batili tarihçilerce de kabul edilen basarinin bu
sebepleri de pek tatmin edici görünmemektedir. Zira onun isaret ettigi bu on bir
maddenin birçogunda diger Anadolu beylikleri de ortakti. Osmanlilarin din, irk
ve cografi ortam bakimindan Anadolu beyliklerinden pek farki yoktu. Hal böyle
olunca Osmanli basarisinin sebeplerini baska sahalarda da aramak gerekir. Öyle
anlasiliyor ki Osmanlilar, diger beyliklerin sahip olmadiklari veya
yapamadiklari bazi seyleri basarmislardi. Bu konuyu arastiran pek çok tarihçi
gibi Mustafa Nuri Pasa da baslangiçta küçük bir uç beyligi olan bu devletin
basarisini, maddî ve manevî sebeplere baglar. Ona göre bu sebepler
sunlardir:
1-Kurulus dönemindeki
hükümdarlarin tamami, Islâm dinine ve bu dinin prensiplerine bagli olan
kimselerdi. Onlar, hukukî ve ser'î meseleleri bütünüyle kadilara havale
etmislerdi. Bu mevzuda kendilerini halktan ayri görmezlerdi. Dolayisiyla halktan
herhangi birine yapilan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza onlar,
hukuk adamlarina baski yapmadiklari gibi, tamamen Islâm hukukunun ruhuna uygun
olarak verilen kararlarina da müdahalede bulunmazlardi. Bu da ülke içinde saglam
bir adlî mekanizmanin çalismasina ve adaletin gerçeklesmesine sebep oluyordu.
Iste bu adalet anlayisi sayesindedir ki, devletleri büyüyüp
gelisti.
2- Osmanlilar,
kuruluslarindan itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bagli kaldilar. Bu
baglilik, adi geçen devletin varligina son verildigi ana kadar devam etti.
Onlarin bu baglilik ve vefalarindan dolayi Allah, kendilerini mükâfatlandirdi.
Zaman zaman ortaya çikan isyan ve bas kaldirmalarda hep onlara yardimci
oldu.
3- Selçuklu
Devleti'nin ortadan kalkmasi ve Bizans'in içinde bulundugu sIkIntili durumlar
yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmamasi.
4- Osmanlilar, Islâm
dünyasinin hudud boylarinda kurulmuslardi. Cihad ve ilay-i kelimetullah için
devamli harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve söhretleri de artiyordu.
Onlarin bu durumunu ögrenen ve baska ülkeler ile topraklarda yasayan
Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardi. Bu da onlarin
kuvvetlenmesine sebep oluyordu.
5- Osmanli
hükümdarlari, ilim adami ile fazilet ehli kimselere karsi son derece hürmetkâr
davranip onlari gözetiyorlardi. Devlet için hizmet edip yardimci olanlara timar
arazisi vermek suretiyle onlari devlete ortak ediyorlardi. Ayrica topraklarini
genisletip Müslüman nüfusunu artirmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardi.
Çikardiklari kanunlara da sIkI sIkIya bagli kaliyorlardi. Mustafa Nuri Pasa'ya
göre, Osmanli Devleti'nin kisa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal
mertebesine ulasmasina ve emsâllerine göre daha uzun ömürlü olmasina sebep olan
âmiller, onlarin bu anlayis ve davranislaridir.
Selçuklu-Bizans
hududlarinda tesekkül eden bir uç beyliginin, yeni bir din ve kültürün
tasiyicisi olarak eski Bizans Imparatorlugu'nun enkazi üzerinde kurulan bu yeni
devlete bir Türk ve Islâm damgasi vurmasi hadisesi, çagdas tarihçiler arasinda
henüz tam anlamiyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir.
Öyle anlasiliyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edecege benzemektedir.
Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazi kimseler de bu gelismeyi padisah
sahsiyetlerine, askerî sisteme ve toprak uygulamasi gibi maddî manevî bazi
unsurlara baglarlar.
Tarihin uzak
dönemlerinden itibaren kurulmus bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre,
Osmanlilarda da ülke, ailenin müsterek mali olarak kabul ediliyordu.
Osmanlilarda saltanatin intikalinde yerlesmis bazi merasimler önemli yer
tutmaktadir. Bunlarin basinda bey'at, cülûs ve kiliç kusanma merasimleri
gelmektedir. Saltanatin intikali, baslangiçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört
padisahta amûd-i nesebî denilen babadan ogula geçmek suretiyle olmustur. Eski
Türklerdeki devletin, hânedanin ortak mülkü olma telakkisi Osmanlilarda
özellikle Fâtih döneminde degisIk bir anlayisa bürünmüstür. Kanunnâmenin meshur
olan maddesi ile saltanatin babadan ogula intikalinde kolaylik saglanmistir.
1617'de I. Ahmed'in ölümü üzerine ekberiyet usûlü benimsenmis. Daha sonraki
dönemde bir iki istisna disinda ekberiyet ve ersediyet usûlüne göre hânedanin
en yasli erkek üyesi padisah olmustur. Hükümdarlik ailesinin reisi olan ve Ulu
Bey adini tasiyan kisi, ayni zamanda devletin de reisi olurdu. Osmanli
Beyligi'nin ilk zamanlarinda da görülen bu âdet, I. Murad zamanindan itibaren
sadece hükümdarin çocuklari için geçerli hale gelmisti. Buna göre belirtilen
dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarinin hakki olarak
telakki edilmeye baslandi. Bununla beraber bir veliahd tayini söz konusu
degildir. Devlet adamlari ve askerlerce sevilip takdir edilen sehzade, ölen
babasinin yerine hükümdar ilan olunurdu.
Osmanli padisahlari
cülûslan münasebetiyle çikardiklari fermanda Allah'in lütfu ile bi'l-irs
ve'l-istihkak saltanatin kendilerine müyesser oldugunu ifade ederler. Öyle
anlasiliyor ki ilk dönemlerde devletin kurulus hamurunda mayasi bulunan ahi
teskilatinin da bu seçimde büyük bir payi bulunmaktadir. Çok nadir de olsa,
zaman zaman padisahlarin, yerlerine geçecek sehzadeyi devlet ileri gelenlerine
vasiyet ettikleri görülmektedir. Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslilarin yaninda
bulunan kardesi Mustafa Çelebi'nin tekrar hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikma
ihtimalini göz önüne alarak hayatindan ümidini kestigi sirada yanindaki vezir ve
beylerine oglu Murad'in hükümdar yapilmasini ve o yetisinceye kadar ölümünün
gizli tutulmasini vasiyet etmisti. Böylece Çelebi Mehmed, kardes kavgasinin
sebep olacagi politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almis
oluyordu.
Biraz önce temas
edildigi gibi, Osmanlilarda hükümdarin çocuklarindan kimin padisah olacagina
dair kesin bir saltanat kanunu yoktu. Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne
geçmek için kardeslerini öldürürlerdi. Kardes katli, Yildirim Bâyezid zamanindan
beri tatbik edilmekle beraber Fâtih kanunnâmesiyle yazili hale getirilmistir. Bu
kanunnâmede Ve her kim esneye evladimdan saltanat müyesser ola, karindaslarini
nizâm-i âlem içün katl etmek münasibtir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmistir.
Aninla âmil olalar denilerek memleketin selameti için kardeslerin katline bir
nevi izin verilmistir.
Töreye göre Osmanli
padisahi, memleketin sahibi sayilirdi. Bu sebeple tebeasinin mali ve cani
üzerinde tasarruf hakki vardi. Vasitali vasitasiz bunu kullanirdi. Her türlü
kuvvet padisahin elindeydi. Fakat o bunu keyfî olarak degil, kanun, nizam ve
ananenelere dayanarak muamelatin icaplarina göre yürütürdü. Fâtih Kanunnâmesi
(s. 16)'nde, padisahin yetkilerini nasil kullandigina isaretle söyle
denilmektedir: Ve tugrayi serifim ile ahkam buyrulmak üç canibe mufazzdir.
Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile yazila ve malima
müteallik olan ahkâmi defterdarlarim buyruldusu ile yazalar. Ve ser'-i serîf
üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar. Bu ifadelerden
anlasildigina göre bütün dünyevî ve dinî idare padisah adina yapilmaktadir. Buna
dayanilarak padisahin, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamlari, dinî
yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerleri, daha sonra da
seyhülislâmlari vekil tayin ettigi söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapilacak
tayin ve azillerde padisahin mutlak selâhiyet sahibi oldugu bilinmektedir.
Bundan baska divan toplantilarinda alinan her türlü kararin arz yolu ile onun
tasdikine sunulmasi da padisahin nihaî karar mercii oldugunu teyid
etmektedir.
Islâm hukukuna göre
devletin basinda bulunan hükümdarin, hakkinda nass bulunmayan mevzularda
tebeasinin maslahatini gözeterek çikardigi kanunlarina uymak dinin emridir.
Islâm hukukuna göre hükümdar her istedigini yapan ve her türlü arzusuna uyulmasi
gereken bir kisi degildir. O da ser'î hukukun gerektirdigi emirlere uymak
zorundadir. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in Allah'in emirlerine uymayana itaat
yoktur Hadis-i Serifi ile Hz. Ebu Bekir'in halife seçildigi zaman yaptigi ilk
konusmasinda dedigi gibi emirlerine itaat mecburiyeti
kalkar.
Müslüman bir topluma
istinad eden bünyesi ile Osmanli devlet adamlari, bundan baska türlü hareket de
edemezlerdi. Zira bu devletin geleneginde hâkim bulunan anlayisa göre devlette
din asil, devlet ise onun bir fer'idir Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dinî
anlayisin disina çikmamak için Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Islâm
fikhina (hukuk) yakindan âsina olan ulemâya devlet idaresinde yer veriyorlardi.
Nitekim Orhan Gazi'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarli Halil ulemâdandi.
Esasen, XIV. asir Türk dünyasini gezip onlar hakkinda canli levhalar gibi saglam
bilgiler veren Ibn Batuta'nin müsahede ettigi gibi, Anadolu Türkmen
beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yaninda en serefli mevkide yer
almakta idiler.
Bernard Lewis'in
dedigi gibi; Kurulusundan düsüsüne kadar Osmanli Devleti, Islâm gücünün ve
inananin ilerlemesine veya savunmasina adanmis bir devlet idi. Osmanlilar, alti
yüzyil, ilk önce esas itibariyla basarili olarak, Avrupa'nin genis bir kisminda
Islâm egemenligi kurma çabasiyla, daha sonra da Bati'nin amansiz karsi
saldirisini durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen
hemen devamli olarak Hiristiyan Bati ile savas halinde idiler. Yüzyillar boyu
süren bu mücadele, Türk Islâmliginin tâ köklerindeki kaynaklari ile Türk
toplumunun ve kurumlarinin bütün yapisini etkilememezlik edemezdi. Osmanli
hükümdarinin halki, her seyden önce kendini Müslüman sayardi. Daha önce
gördügümüz gibi Osmanli ve Türk, nisbeten yeni kullanilan deyimlerdir. Osmanli
Türkleri, kendilerini Islâm ile özdes görmüslerdir. Diger herhangi bir Islâm
ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini Islâmiyet içinde eritmislerdi.
Türk kelimesi, Türkiye'de hemen hemen kullanilmaz iken, Bati'da Müslümanin es
anlami haline gelmesi ve Müslüman olmus bir Batiliya, olay Isfahan veya Fas'ta
olsa bile Türk olmus denmesi ilginçtir.
Osmanli
pâdisahlarinin, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri,
onlarin keyfî bir sekilde hareket etmelerine mani oluyordu. Hatta öyle ki, bazan
devlet güvenligi için tehlike teskil edenlerin durumu bile hükümdarlarin fevrî
hareketlerine terk edilmiyordu. Nitekim II. Murad dönemi olaylarindan bahs
edilirken görüldügü gibi Haçlilarla birlik olup Osmanli vatandasi olan
Müslümanlari arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoglu Ibrahim Bey'in bu
tecavüzünü, Islâmla bagdastiramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine
müracaatla Karamanoglunu yola getirmek üzere onlardan fetva istemisti. Ibn Hacer
el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bagdadî, Bedreddin Tenesî ve
Bedreddin el-Bagdadî gibi dört mezheb otoritesi, onun, Karamanoglu ile mücadele
etmesi için fetva vermislerdi. Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoglu
üzerine yürümüstü. Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafina topladigi bazi
çapulcularla birlikte isyan baslatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike
haline gelen Seyh Bedreddin Mahmud, yakalandigi zaman hemen öldürülmedi.
Hareketinin Islâm'a uygunluk derecesinin arastirilmasi ve cezanin, âlimler
tarafindan kurulacak bir heyet tarafindan takdir edilmesini bizzat padisah
istemisti. Padisahlar, her zaman bir kurulun danisma niteligindeki kararlarini
almazlarsa bile hiç olmazsa en az seyhülislâm veya müftüden fetva aldiktan sonra
hüküm verirlerdi. Onlarin bu emir ve iradeleri, hatt-i hümâyun, biti, ferman,
berat, irâde, ahidnâme ve emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi. Bunlardan
hatt-i hümâyunun bizzat padisahin kendi el yazisi oldugu, digerlerinin onun
adina Divan-i Hümâyundan çiktigi bilinmektedir.
Osmanlilarda, devlet
islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüsülürdü. Bu
görüsmelerden sonra son karar hükümdarin olurdu. Hükümdarin herhangi bir mesele
hakkinda verdigi karar ve kesin olarak beyan ettigi fikir, kanundu. Bununla
beraber pâdisah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser'î ve hukukî konularda
gerekli gördügü kimselerle görüsüp onlarin fikirlerini alirdi. Bu durumdan
anlasilacagi üzere zâhiren genis ve hudutsuz selâhiyeti oldugu görülen padisah,
gerçekte bir takim kanunlarla bagli di. Bu da bir devletin devam ve bekasi için
sartti. Osmanli hükümdarlarinin ilk ve en kudretli zamanlarinda bile divan
kararlarina tamamen riayet ettikleri ve alinan kararlarin disina çikmadiklari
görülmektedir.
Osmanli padisahlari,
XVI. yüzyil sonlarina kadar sehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun
kollarinda komutanlik yaparak memleket idaresinde ve muharebe usûllerinde
tecrübe kazaniyorlardi. Hükümdar olduklari zaman bu bilgi ve tecrübe
birikiminden istifade ediyorlardi. Osmanli hükümdarlari, ordularinin baskomutani
idiler. Büyük ve önemli savaslara bizzat kendileri istirak edip komutanlik
yapiyorlardi. Küçük savaslara ise selahiyetli bir komutan tayin
ediyorlardi.
Fâtih Sultan Mehmed
döneminin ortalarina kadar Osmanli padisahlari, Divan-i Hümâyuna baskanlik
ederlerdi. Divan'da halki ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri
verirlerdi. Hastalik veya baska bir sebepten dolayi padisahin istirak etmemesi
halinde onun yerine vezir-i azam baskanlik ederdi. Solakzâde'nin bir ifadesine
dayanilarak Fâtih'in, Divan baskanligini terk edisi söyle bir hadiseye baglanir:
Bir gün Fâtih'in baskanliginda Divan toplantisi yapildigi sirada isini takip
etmek üzere payitahta gelmis olan bir Türk köylüsü, Divan çavuslarinin
ellerinden kurtularak toplanti yerine girer ve Devletlû Hünkâr kanginizdir,
sIkayetim var demis. Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket,
padisahin canini sIkmis. Vezir-i A'zam Gedik Ahmed Pasa'nin tavsiyesiyle
hükümdarin Divan müzakerelerini bir perde arkasindan dinlemesi ve vezâret
mührünün yani mühr-i hümayunun vezir-i a'zama verilmesi sistemi kabul edilmisti.
Bundan sonra adi geçen vezir-i a'zamin teklifi üzerine padisahlar için toplanti
mahallinin arkasinda biraz yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapilmisti. Bundan
sonra padisahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye
baslamislardi.
Bu hadiseden sonra
Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine baskanlik etmeyip bir perde veya kafes
arkasindan dinlerdi. Meshur kanunnâmesinde de Cenab-i serifim pes-i perdede
oturup demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmisti. Görüldügü gibi
II. Murad da dahil olmak üzere Osmanli hükümdarlari devamli olarak halkla
temasta bulunuyor, bizzat davalari dinleyip devlet islerini
görüyorlardi.
Öyle anlasiliyor ki,
Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her
firsatta halka yardimci olmaya çalisiyorlardi. Bunu bilen halk, sIkâyet, taleb
ve arzularini çesitli vesilelerle hükümdarlara ulastiriyordu. Bu anlayis,
kökleri mazide olan eski bir an'anenin yerlesmesine sebep oluyordu. Bu
an'anelerden biri, Hz. Peygamber'den beri devam edegelmekte idi. Buna göre
Medine sehir devletinde, oldukça sade bir yapi içerisinde halk, külfetsizce Hz.
Peygamber ile görüsüyordu. Süphesiz ki bu davranis, daha sonraki Müslüman
hükümdarlar için ideal bir örnek teskil ediyordu. Hulafa-i Rasidîn döneminde
gelisen fetihlerle büyüyen idarî yapida, çok farkli inanç ve düsüncede olan
kimselerin mevcud olmasi, bazi suikast ve cinayet ihtimallerini de akla
getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarinda bazi tedbirlerin
alinmasi ihtiyaci dogdu.
Halk ile Osmanli
hükümdarlari arasindaki münasebeti saglayan çesitli vesileler vardi. Cuma ve
bayram namazlari, ava çikma, Istanbul'un içi ve çevresindeki mesire yerlerine,
saray ve kasirlara yapilan ziyaretler, halka hükümdara ulasma imkani veren
firsatlardi.
Osmanli hükümdarlari,
daha Osman Bey'den itibaren mesru mazeretlerinin disinda Cuma namazini sarayin
disinda ve halka açik bir camide kilmaya büyük bir itina gösteriyorlardi. Bu
durum, vekayinâme, hatirat ve seyahatnâmelerden açikça anlasilmaktadir. Cuma
selamligi sirasinda üzerinde durulmasi gereken en önemli husus, halkin dilek ve
bilhassa sIkayetlerini bizzat hükümdara ulastirmis olmasidir. Osmanli tarihi
boyunca bunun pek çok örnegini görmek mümkündür. Aslinda Osmanli Devleti'nde
tebeanin padisaha ulasmasi yerlesmis bir gelenekti.
Padisahlarin zaman
zaman kiyafet degistirerek halk arasinda dolasip kamuoyunu yoklamalari (tebdil
gezmeleri), günlük hayatlari, yemekleri, Istanbul ve civarinda çesitli
gezintiler' saltanat kurumu açisindan önemli hususlardir.
Gerek günümüzde
gerekse tarihteki devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da hükümdarin hakimiyet
(egemenligini)'ini temsil eden ve adina Hükümdarlik alametleri denilen isaret
ve semboller vardi. Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna
göre kurulus döneminde Osmanli padisahlarinin hakimiyet sembolü olan hükümdarlik
alametleri sunlardir: Payitaht, saray, çadir (otag), taht, tac, hutbe, sIkke,
ünvan ve lakaplar, nevbet, kiliç, bayrak, tiraz, tug.
Padisahlarin
kullandiklari unvanlar, bunlarin kullanildigi yerler Osmanli hâkimiyet anlayisi
açisindan önemlidir. Halil Inalcik (Padisah, ÎA, IX) bunlari, ser'î ve örfî
ünvanlar olarak iki kisimda degerlendirmekte ve resmî belgelerde bunlarin itina
ile kullanildigina isaret etmektedir. Bunlar: bey, han, hâkan, Hüdavendigâr,
gazi, kayzer, sultan, emîr, halife ve padisah gibi ünvanlardir. Bundan baska
Yavuz Sultan Selim, Mercidabik zaferinden hemen sonra Haleb'de
Hadimu'l-Haremeyn es-Serifeyn ünvanini kullandi. Bu ünvan daha sonraki
padisahlarca da kullanildi.OSMANLI
SEHZÂDELERI
XIV. asrin sonlari ile
XV. asirda, diger Anadolu beyliklerinde de görüldügü gibi çelebi ünvani ile de
anilan Osmanli hükümdar çocuklarina, sehzâde ismi verilmekte idi. Mense' ve
mânâsi tam olarak tesbit edilemeyen ve Türkçe bir kelime olan çelebi
kelimesinin ilk defa Anadolu'daki Türkler tarafindan kullanildigi ifade
edilmektedir.
Osmanli sehzâdeleri
babalarinin sagliginda yüksek haslarla bir sancagin idaresine (sancaga çikma)
tayin ediliyorlardi. Böylece, askerî ve idarî islerde tecrübe kazanip
yetistiriliyorlardi. Sehzâdeler, tâkriben on-onbes yaslarinda tayin edildikleri
sancaga gönderilirlerdi. Devlet islerinde kendilerini yetistirmek üzere, lala
denilen tecrübeli bir devlet adami ile çesitli hizmetler için kalabalik bir
maiyet verilirdi. Sehzâdeler, gidecekleri sancaga validelerini de beraberlerinde
götürürlerdi. Sancakta bulunan sehzâdelere Çelebi Sultan
denirdi.
Osmanli
sehzâdelerinden, sancak beyi olanlarin maiyetlerinde nisanci, defterdar,
reisü'l-küttab gibi kalem heyetiyle miralem, mirahur, kapi agasi ve diger bazi
saray erkâni vardi. Çelebi sultanlarin yaslan müsaitse bizzat kendileri divan
kurup sancaklarina ait isleri görürlerdi. Yaslari küçük olanlarin bu islerine de
lalalari bakardi. Sancagin bütün islerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe
itimad edilen sahislardan (vezirlerden) tayin edilirdi. Sehzâdeler, kendi
sancaklarinda zeâmet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm verip
bunlara kendi isimlerini hâvi tugra çekebilirlerdi. Ancak yapacaklari bu tayin
ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asil deftere kaydettirmek
mecburiyeti vardi.
XV. yüzyil ortalarina
kadar duruma göre Izmit, Bursa, Eskisehir, Aydin, Kütahya, Balikesir, Isparta,
Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi sehirler, baslica sehzâde sancak
merkezleri olmustur. Sehzâdelere Rumeli'de sancak verilmesi kanun degildi.
Sehzâdelerin bulunduklari sancak merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür
hâlesi meydana gelirdi.
Kurulus dönemindeki
Osmanli sehzâdeleri, ya babalari ile beraber veya yalniz olarak sefere
giderlerdi. Babalariyla sefere katildiklari zamanlarda ordunun yanlarinda, bazan
da gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi. Her Osmanli sehzâdesi,
veliahd tayini usûlü olmadigindan dolayi hükümdar olma hakkina sahipti. Bu
sebeple hükümdar olana karsi zaman zaman diger kardeslerin saltanat iddiasiyle
ortaya çiktiklari görülür. Bu arada Savci Bey gibi, babasi I. Murad'a karsi
hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikanlar da olmustur.
III. Mehmed'in
cülûsundan (1595) itibaren sehzâdelerin fiilen sancaga gönderilmeleri usûlü
tamamen terk edilerek, onun adina bir vekil sancaga gönderilmistir. Sehzâdeler
ise âdeta Harem'e hapsedilmislerdi. Bu gelenegin terk edilmesi, Osmanli saltanat
kurumu için tam bir felaket olmustu. XVII-XVIII. asirlarda Topkapi Sarayi'nin
Harem kisminda Simsirlik denilen dairede hayatini geçiren sehzâdelerin
sahsiyetleri, tam gelisememis, ilim ve kültür bakimindan zayif kalmislardi.
Bununla beraber XVIII. asrin sonlarinda sehzâdeler, tekrar serbest hareket eder
olmus ve devlet isleri ile ilgilenir olmuslardir.OSMANLI MERKEZ
TESKILÂTI
Kurulus dönemi Osmanli
Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki asiret usûllerine göre tatbik
ediliyordu. Bu mânâda memleket, ailenin müsterek mali sayiliyordu. Bununla
beraber hükümdar, önemli konularda tek basina karar vermeyerek bir kisim devlet
adaminin fikrine de müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adina Divan
denecek meclis (bir çesit bakanlar kurulu) tarafindan yerine getiriliyordu.
Baslangiçta vezir-i azam ve vezirler, hükümdarin birinci derecede yardimcilari
idi. Her sey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu. Fâtih dönemine
kadar örfe dayali olan bu sistem, Fâtih'le birlikte yazili kanun haline
getirilmistir. Bununla beraber, devletin genel kanunlari disinda, her kaza ve
sancagin ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunlari
vardi.
îdarede bütün yetki
padisahin ve onu temsilen divanin elinde toplanmisti. Bu durum, mutlak bir
merkezî otoriteyi ön plâna çikarmis oluyordu. Bu da devlete merkeziyetçi bir
karekter kazandiriyordu. Çünkü daha kurulustan itibaren hükümdarlar,
merkeziyetçilige giden bir yol tutmuslardi. Bu bakimdan bütün tayin ve aziller,
merkezin bilgisi altinda yapiliyordu. Merkezin en önemli karar organi da
Divan-i Hümayûn denilen müessese idi.DIVAN-I
HÜMÂYUN
Islâm dünyasinda, Hz.
Ömer ile baslayan divan teskilati, daha sonra degisIk sekil ve isimlerle gelisip
devam etti. Osmanli döneminde bizzat padisahin baskanliginda önemli devlet
islerini görüsmek üzere toplanan Divan'a, Divan-i Humâyun denirdi. Bu
müessesenin, devletin ilk yillarinda nasil gelistigine dair kesin bir bilgiye
sahip degiliz. Ancak Ibn Kemâl, (Defter I, s. 28, 106) bu müessesenin daha Osman
Gazi zamaninda ortaya çiktigini kayd eder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde
ortaya çikan divanin bir benzeri olmalidir ki, pek fazla bir gelisme
göstermemistir. Babasinin yerine geçip Bey ünvanini alan Orhan döneminde,
divanin varligi artik kesinlik kazanmis görünmektedir. Hatta ÂsIkpasazâde'nin,
bu bey zamaninda, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarinin (divan üyeleri)
burmali tülbent, yani bir çesit sarik sarmalarini emr ettigini söylemesi, onun
divan erkâni için bir kiyafet tesbit ettigini göstermektedir. Osmanli divani,
daha sonra gelen hükümdarlar vâsitasiyle bir hayli gelistirilerek devletin en
önemli organlari arasinda yer alacaktir.
Ilk dönem Osmanli
divaninin çok sade ve basit oldugu tahmin edilebilir. Öyle anlasiliyor ki bu ilk
divan, uç beyligi zamanindaki seklini az çok muhafaza etmisti. Divan heyetinde,
Osmanli beyinin kendisinden baska bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan
sehrin kadisi, beyligin malî islerini idare eden nâib veya defterdar gibi az
sayida üye vardi. Zaman zaman, bey yerine icabinda orduya kumanda eden sahis
olarak sahnede Osmanli beyinin oglu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan
kurulusunun uç beyligi divaninin modeline göre oldugu hakkinda bir kanaat
vermektedir. Fakat Selçuklu Devleti tamamen yikilip Mogol nüfuzu da sarsilmaya
baslayinca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanli Beyligi'nde, divanin
gittikçe Selçuklu divani modeline benzer bir mahiyet kazandigi
görülür.
Orhan Bey zamaninda
müesseselestigi görülen divanin üyeleri için, artik resmî bir kiyafetin tesbit
edildigi görülür. Divan toplantilari, Sultan I. Murad, Yildirim Bâyezid, Çelebi
Sultan Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmisti. Yildirim Bâyezid,
halkin sIkâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çikardi. Herhangi
bir derdi ve sIkIntisi olanlar orada kendisine sIkayette bulunurlardi. O da
bunlarin problemlerini derhal çözerdi.
Divan, Orhan Bey
zamanindan, Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanirdi. Toplantilar sabah
namazindan sonra baslar ve ögleye kadar devam ederdi. XV. asrin ortalarindan
sonra (Fâtih dönemi) toplantilar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi,
Sali) inmis, Pazar ve Sali günleri de arz günleri olarak tesbit
edilmisti.
Divan, hangi din ve
millete mensub olursa olsun, hangi sinif ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadin
erkek herkese açikti. Idarî, siyasî ve örfî isler re'sen, digerleri de müracaat,
sIkâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tedkik
edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksizliga ugrayan, zulüm gören veya
mahalli kadilarca haklarinda yanlis hüküm verilmis olanlar, vali ve askerî
siniftan sIkâyeti bulunanlar, vakif mütevellilerinin haksiz muamelelerine
ugrayanlar vs. gibi davacilar için divan kapisi daima açikti. Divanda önce
halkin dilek ve sIkâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet isleri görüsülüp karara
baglanirdi.
Divanda idarî ve örfî
isler vezir-i azam, ser'î ve hukuki isler kadiasker, malî isler defterdar, arazi
isleri de nisanci tarafindan görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye
(gündem) göre yapilirdi. Toplanti bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane,
vezir-i a'zamin mührü ile mühürlenip kapandiktan sonra çavusbasi, elindeki
asasini yere vurarak divanin sona erdigini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri
agasi padisah tarafindan kabul olunarak ocak hakkinda bilgi alinirdi. Ondan
sonra kadiaskerler huzura girip kendileri ile ilgili isleri arzederlerdi. Bundan
sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan
sonra da padisahlar, vezir-i a'zam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak
bu usûl, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kaldirilmisti. Divan erkânindan baska o
gün isleri için divana gelmis bulunan halka da din ve milliyet farki
gözetilmeksizin yemek verilirdi.
Öyle anlasiliyor ki
Osmanli Devleti divani, devletin en yüksek organi özelligini tasimaktaydi.
Devlet baskani olarak hükümdar, sIk sIk divan üyelerinin fikirlerini almak
ihtiyacini hissediyordu. Bu durum, devlet idaresinin bir kisinin degil, bir
kurulu teskil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanilarak en mükemmel sekilde
yapilabileceginin açik bir göstergesidir. Divanda, halk ile devletin bütün
problemleri, özellikle timar tevcihleri ve önemli mevkilere yapilacak atamalar
da görüsülmekteydi. Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teskil eden üyelerin
fikirlerinin alinarak atamalar yapildigina isarettir. Bir kurulun yapacagi
atamalarin ise bir tek kisinin yapacagi atamalardan daha isabetli olacagi bir
gerçektir. Divanda son söz süphesiz ki sultanindir. Ancak gördügümüz gibi
hükümdarin, vezirlerin mütalaalarini almasi, daha dogrusu böyle bir ihtiyaci
hissetmesi, devlet idaresinde is birligi ve koordinasyonun ön planda tutuldugunu
göstermektedir.DIVAN
ÜYELERI
Kurulus dönemi Osmanli
divani, her gün sabah namazindan sonra padisahin huzuru ile toplanarak görevinin
gerektirdigi isleri yapardi. Divan toplantilarinda üyelerden her birinin
kendisini ilgilendiren vazifeleri vardi. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri
ile mesgul olurdu. Padisahi bir tarafa birakacak olursak kurulus döneminde
divanda vezir-i a'zam, kadiasker, defterdar ve nisanci gibi asil üyeler
bulunuyordu.VEZIR-I A'ZAM VE
VEZIRLER
Osmanlilarin ilk
dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sinifina
mensuptu. Daha sonra vezir sayisi artinca birinci vezire Vezir-i a'zam
denildi. Bundan baska Sadr-i âlî, Sâhib-i devlet, Zât-i asefî ve Vekil-i
mutlak gibi tabirler de kullanilmis ise de bunlar asil el-kabtan
degillerdir.
Osmanli Devleti'nde
ilk vezir, Haci Kemaleddin oglu Alaeddin Pasa'dir. Bu zat, ilmiye sinifina
mensup oldugu gibi ayni zamanda taninmis ahi reislerindendi. Osmanli
tarihçilerinin büyük bir kismi, bu zat ile Sehzâde Alaeddin'i birbirine
karistirir. Alaeddin Pasa'dan sonra bu makama sira ile Ahmed Pasa, Haci Pasa ve
Sinaneddin Yusuf Pasa gelmislerdi. Çandarli Halil Hayreddin Pasa ise Sinaneddin
Yusuf Pasa'dan sonra vezirlige getirilmisti. Onun ölümü üzerine vezir olan ve bu
makamda onbir yil kadar kalan Çandarlizâde Ali Pasa zamaninda, Timurtas Pasa'ya
da vezirlik verilince Çandarlizâde Ali Pasa vezir-i a'zam diye anilmaya
baslandi.
Çandarli Halil
Hayreddin Pasa'dan önceki vezirler orduya komuta etmiyorlardi. Bu görevi, askerî
sinifa mensub olanlar yürütüyordu. Fakat Hayreddin Pasa'nin Rumeli fetihlerinde
komutanligi vezirlikle birlestirip mühim muvaffakiyetler kazanmasi, idarî ve
askerî islerin bir elde toplanmasina sebep olmustu. Bundan sonra gelen birinci
vezirler hep ayni sekilde hareket etmislerdi.
Daha sonraki
tarihlerde vezirlerin sayisi artmis ve XVI. asir ortalarina yakin zamana kadar
vezirlik, sadece Istanbul'da bulunan mahdud kimselere münhasir iken Kanunî devri
vezirlerinden Çoban Mustafa Pasa ile Hain Ahmed Pasa, önemine binaen vezirlikle
Misir valiligine tayin edilmislerdi. Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve
Bagdad eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmisti.
Vezir-i azam,
padisahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarin mutlak vekili oldugundan,
sözü ve yazisi padisahin iradesi ve fermani demekti. Çandarli hanedaninin
düsüsüne kadar bütün islerde birinci merci vezir-i azamdi. Çelebi Mehmed
zamanindaki Amasyali Bayezid Pasa'nin vezir-i azamligi bir tarafa birakilacak
olursa Çandarli ailesinin bir silsile halinde kadiaskerlikten gelmek suretiyle
yetmis seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii isgal etmeleri ve
hükümdarlarin itimadlarini kazanmalari bütün Türk devlet adamlarinin bir ailenin
etrafinda toplanmalarina sebep olmustu. Hatta Segedin muahedesinin akdi üzerine
saltanati oglu Mehmed'e birakan Ikinci Murad, karsi tarafin bu firsati ganimet
bilip antlasmayi bozmasi üzerine, anormal bir hal alan olaylar karsisinda tekrar
hükümdar olup idareyi eline almak istedigi zaman, Vezir-i azam Çandarlizâde
Halil Pasa'nin tesebbüsüyle ikinci defa hükümdarlik makamina
getirilmisti.
Icabinda padisah adina
divana riyaset (baskanlik) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarin mutlak
vekili idiler. Pâdisahin elips seklindeki altin bir mührü, bunun alameti olarak
yanlarinda bulunurdu. Vezir, devlet islerinde bütün selahiyet ve mesuliyetlere
sahip oldugu gibi bütün azil ve tayin isleri de onun reyi ile olurdu. Bu
dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline
gelmisti.
Kendisinden önceki
töre, örf ve gelenekleri yazili bir metin haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in
kanunnâmesinde vezir-i âzamla ilgili olarak söyle
denilmektedir:
Bilgil ki vüzerâ ve
ümerânin vezir-i azam basidir, cümlenin ulusudur. Cümle umurun vekil-i
mutlakidir. Ve malimin vekili defterdarindir ve ol, vezir-i azam nâziridir. Ve
oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden
mukaddemdir.
Tevkiî Abdurrahman
Pasa kanunnâmesinde de vezir-i azam hakkinda su ifadeler
kullanilmaktadir:
Evvela sadr-i azam
olanlar cümleyi tasaddur edüp amme-i mesalih-i din ve devlet ve kâffe-i nizâm-i
ahval-i saltanat ve tenfiz-i hudud ve kisas ve haps ve nefy ve enva-i ta'zir ve
siyâset ve istimai da'va ve icray-i ahkâm-i seriat ve def-i mezâlim ve tedbir-i
memleket ve tevcih-i eyâlet ve emâret ve ulûfe ve zeamet ve timar ve tevliyet ve
hitabet ve imâmet ve kitâbet ve cem'i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-i müvella
ve tefviz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-i cumhur ve tevcihat-i gayr-i
mahsur ve'l-hasil cemi-i menâsib-i seyfiyye ve ilmiyenin tevcih ve azli ve
cemi-i kadaya-i ser'iyye ve örfiyenin istima ve icrasi için bizzat cenab-i
padisahîden vekil-i mutlak ve memâlik-i mahruse-i Osmanî ve taht-i hükümet-i
sultanîde olan cemi-i nâsin üzerine hakim-i sahib-i ferman oldugu
muhakkaktir.
Sair vüzera ve vülat
ve amme-i ulemâ ve kudat ve mesayih ve sâdat ve a'yan ve ekâbir ve tavaif-i
asâkir ve reâya ve berâya ve ehl-i cihât ve ashab-i ticarat kebir ve sagir ve
gani ve fakir ve kavi ve zayif ve vadi ve serif ve muhassalan havas ve avam
kâffe-i enâm cemian sadr-i a'zam olanlarin kelamini bizzat sevketlû ve mehâbetlû
ve seadetlû padisah zillullah hazretlerinin mübarek lisan-i seriflerinden sadir
olmus ferman-i vâcibu'l-iz'an bilüp emrine imtisâl ve kendüye ta'zim ve tavkir
ve iclâl etmeye me'murlerdir.
Kanunnâme metinlerinde
görüldügü gibi vezir-i a'zamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve genis yetkilere
sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü
görünmektedir. Çünkü o, padisahi temsil etmekteydi. Vezir-i a'zam (Kanunî
döneminden itibaren) sadr-i a'zamlar, padisahin yüzük seklindeki tugrali altin
mührünü tasirlardi. Vezir-i a'zamlarin, diger vezirlerden farklari mühr-i
hümâyun denilen bu mühür ile olup hükümdarlik selâhiyetinin icrasina ve
padisahin kendisini vekil ettigine dair bir delil oldugu için onlar bu mührü
örülmüs bir kese içinde koyunlarinda tasirlardi. Vezir-i azamin azlinde veya
ölümü halinde mühr-i hümâyun ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i
hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i a'zam olacak kimsenin huzura kabul
edilmesi suretiyle verilirdi.
Osmanli Devleti'nde
XVI. asrin ilk yarilarina kadar yalniz devlet merkezinde bulunup divan-i
hümâyuna memur kubbe veziri veya kubbenisîn denilen vezirler vardi. Bunlarin
sayilari pek fazla degildi. Kubbe vezirleri divanda kidem sirasina göre
otururlardi.
Fâtih Sultan
Mehmed'den itibaren hükümdarlar Divan-i Hümâyun toplantilarina katilmayi terk
edip, riyaseti sadrazama biraktiktan ve XVI. asrin ikinci yansinda bu
toplantilar haftada dört güne inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasinda
sadrazamin verdigi izahati dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu. Bir müddet
sonra devlet isleri Pasakapisi'nda görülmeye baslanmis ve Divan-i Hümâyun XVIII.
asirdan sonra elçi kabulü ve ulûfe tevziine tahsis edilmisti. Sadrazamlarin
hükümdarlarla görüsmeleri ise XVI. asirdan itibaren gittikçe azalmisti. Bunlar,
devlet islerini telhîs veya takrîr adli vesIkalarla ve ekleri ile birlikte
hükümdara arz ederlerdi. Böylelikle telhîsler, kanun, nizam, tevcih, usûl ve
âdet ile tayin edilmis olan ve hükümdarin tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara
ait sadrazamin arzi mahiyetinde idiler. Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten
sonra ilgili konu hakkinda padisahin fikrini sorardi. Telhislerin hazirlanmasi
Reisü'l-küttabin görevi olup, hazirlandiktan sonra genellikle padisahi yormamak
ve merami açikça ifade etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazilarak
saraya gönderilirdi. Padisahin manzurum oldu, verilsin, verdim, tedarik
edesin, zamani degildir, berhüdar olasin, olmaz gibi hatt-i hümâyunu ile
isaret etmesinden sonra sadrazam onu isleme koyardi. Sadrazamlarin diger devlet
ricaline ve idarecilere olan tahriratina ise buyruldu denirdi. Osmanli
Devleti'nin ilgasina kadar sadrazamlarin ya re'sen veya bir muamele dolayisiyle
mektubî kaleminden yazilan kagitlara buyruldi-i sâmi ismi verilmektedir. Bu
buyruldunun divanî yazi ile yazilmasi ve bas tarafina da sadrazamin ismini havi
sadaret mührünün basilmasi usûldendi.KADIASKER
Osmanli Devleti'nde
askerî ve hukukî islerden sorumlu olan kadiaskerlik teskilâti, gerek kelime
gerekse meslek olarak uzun bir geçmise sahiptir. Hz. Ömer tarafindan ordugâh
sehirlerine tayin edilen kadilar, sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet
tasiyorlardi. Bu sebeple, kadiaskerligin Hz. Ömer tarafindan kuruldugu
belirtilmektedir. Abbasîler'de de görülen bu mansib, Harzemsahlar'da, Anadolu
Selçuklulari'nda Eyyûbîler'de, Memlûklerde ve hatta Karamanlilar'da da
vardi.
Osmanli Devleti'nde
ilk kadiaskerin Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil Hayreddin Pasa oldugu
belirtilmektedir. Kaynaklar, ilk kadiaskerin adi geçen zat oldugunda müttefik
olmalarina ragmen, tayin tarihi için farkli rakamlar vermektedirler.
ÂsIkpasazâde ve Oruç Bey, bu makamin 761 (M 1359), Hoca Saadeddin, Solakzâde ve
Müneccimbasi 763 (M. 1361)'de ihdas edildigini belirtmektedirler. Bundan baska
kadiaskerlik hakkindaki arastirmasinda M. Ipsirli ,baska kaynaklarda bu tarihin
762 (M. 1360) olarak verildigini söyler.
Kelime olarak lügat
mânâsi asker kadist demek olan kadiaskerlik, Osmanli ilmiye teskilâti içinde
önemli bir mevki idi. Kadiasker terkibindeki asker kelimesi, müessesenin
özelligi açisindan önem tasir. Zira, Seyhulislâmliktan takriben bir asir kadar
önce (80 sene) kurulmus olan müessesenin kurulusunda devletin, asker ve onlarin
ihtiyaçlarini karsilamada titizlikle hareket ettigini göstermektedir. Bununla
beraber, Divan-i Hümâyun azasi olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha
ile sinirli degildi. Kadiaskerler ayni zamanda bütün sivil adlî islere de
bakiyorlardi. Onlar, belli seviyedeki bazi kadi ve nâiblerin tayinlerini de
yapiyorlardi. Divan toplantilarinda vezir-i a'zamin saginda vezirler, solunda da
kadiaskerler yer alirdi.
Fâtih Sultan Mehmed'in
son senelerine kadar yalniz bir kadiaskerlik vardi. Hududlarin genislemesi ve
islerin çogalmasi yüzünden 885 (M. 1481) yilinda biri Rumeli, digeri Anadolu
olmak üzere ikiye ayrildi. Belirtilen tarihte, Muslihiddin el-Kastalanî daha
üstün kabul edilen Rumeli kadiaskerligine, o dönemde Istanbul kadisi olan
Balikesirli Haci Hasanzâde Mehmed b. Mustafa da Anadolu kadiaskerligine
getirildiler. Dogu ve Güneydogu Anadolu'nun Osmanli ülkesine ilhakindan sonra
Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafindan 922'de yani XVI. asrin ilk çeyreginde
(1516) merkezi Diyarbekir (Diyarbakir) olan Arap ve Acem kadiaskerligi adi
altinda üçüncü bir kadiaskerlik kuruldu. Devlet merkezine olan uzakligi
sebebiyle olsa gerek ki divân üyeligi bulunmayan bu kadiaskerligin basina meshur
tarihçi ve bilgin Idrisî Bitlisî getirildi. Bilahare merkezi, payitahta
(Istanbul) nakledilen bu kadiaskerlige Fenarîzâde Mehmed Sah Efendi tayin
edildi. 924 (M. 1518) de adi geçen sahsin bu görevden ayrilmasindan sonra bir
müddet vekaletle idareye baslanan bu kadiaskerlik lagv edilerek vazife ve
selahiyetleri Anadolu kadiaskerligine birakildi. Böylece Rumeli ve Anadolu
kadiaskerlikleri diye tekrar ikiye indirilen bu müessese, Osmanli saltanatinin
sonuna kadar devam etti.
Protokola göre daha
üstün addedilen Rumeli kadiaskerleri ile daha asagi bir mevkide bulunan Anadolu
kadiaskerinin vazifeleri kanunnâmelerde söyle belirtilir:
Bilfül Rumeli
kadiaskeri olan efendi, Rumeli ve adalarda vaki kazalari ve kismet-i
askeriyeleri tevcih eder.
Ve bilfül Anadolu
kadiaskeri olan efendi, Anadolu'da ve Arabistan'da vaki kazalari ve kismet-i
askeriyeleri tevcih eder.
Ve bu efendiler, divân
günlerinde elbette Divan-i Hümâyuna müdavemet edüp Cuma günlerinde vezir-i a'zam
hazretlerinin hânesine varirlar. Amma dâva istimai lâzim gelse Rumeli kadiaskeri
istima edüp Anadolu kadiaskeri kendi halinde oturur. Meger vekil-i saltanat
tarafindan me'zûn ve me'mûr ola, ol zaman istimai ser'an caiz
olur.
Ve yirmi, yirmibes ve
otuz ve kirk medreselerin ve kendi taraflarina müteallik olan bazi mahallin
cihet ve tevliyet makulesin tevcih edegelmislerdir.
Böylece Anadolu'da
bulunan müderris ve kadilarin tayini, Anadolu kadiaskerinin, Rumeli'de bulunan
müderris ve kadilarin tayini de Rumeli kadiaskeri tarafindan yapilmaktaydi.
Görüldügü gibi müessesenin görevleri, egitim ve yargi teskilatinin idaresi, ordu
ve askerî zümrenin gerek baris, gerekse savas sirasinda hukukî ihtilaflarinin
giderilmesi ve davalarinin görülmesi seklinde iki ana grupta
toplanabilir.
Kadiaskerler, XVI.
yüzyilin ikinci yansini müteakip, Seyhülislâmligin ön plâna çiktigi tarihe kadar
bütün kadi ve müderrisleri aday (namzet) gösterip tayinleri sadr-i a'zama ait
olan kirktan yukari müderrisler ile mevâliyi vezir-i a'zama arz ile tayinlerine
delâlet ederlerdi. Daha sonra bu gibilerin arzlari kendilerinden alinarak, kirk
akçaya kadar olan müderrislerle kaza kadilarinin tayinleri eskisi gibi bunlara
birakildi. Kirktan yukari yevmiyeli müderrisler ile mevâlinin tayinleri ise
seyhülislâmlara verilmistir. Tayin olunacak müderris veya kadi Anadolu'da ise
Anadolu kadiaskeri, Rumelide ise Rumeli kadiaskeri tarafindan arz günlerinde,
bizzat kendisi tarafindan, padisah huzurunda okunan Defter-i akdiye de okunup
inha olunan kadilarin tayinleri için padisahin muvafakati
alinirdi.
Bir kimsenin kadiasker
olabilmesi için mevleviyet denilen 500 akça yevmiyeli büyük kadilik mansibinda
bulunmasi gerekirdi. XVI. asrin ikinci yarisina kadar kadiasker olmak için
muayyen bir usûl yoktu. Fakat bu tarihten sonra Istanbul ve Edirne kadilarindan
veya Anadolu kadiaskeri pâyesi olan Istanbul kadisi mazullerinden birinin fiilen
Anadolu kadiaskeri olmasi kanun haline gelmisti. Bu kadiaskerlikten sonra da
Rumeli kadiaskerligi gelirdi. Kurulustan sonraki dönemlerde kadiaskerlik
müddeti, diger mevleviyetlerde oldugu gibi bir yildi. Bu müddeti dolduran
kadiasker, mazûl sayilarak yerine sirada olan bir baskasi tayin edilirdi. XVI.
asrin ikinci yarisindan itibaren Rumeli kadiaskerleri Seyhülislâm
olurlardi.
Zamanla maaslarinda
farklilik görülen kadiaskerler, Fatih kanunnâmesine göre devlet hazinesinden
yevmiye 500 akça aliyorlardi. XVI. yüzyilin ortalarindan sonra Rumeli kadiaskeri
572, Anadolu kadiaskeri ise 563 akça yevmiye aliyorlardi. Bunlarin maaslarindan
baska askerî siniftan olup vefat edenlerin resm-i kismetlerinden, binde onbes
akça olarak gelirleri vardi. Bu para, kadiasker kassamlari vasitasiyle tahsil
edilirdi. Âli'nin kaydina göre Rumeli kadiaskerine resm-i kismetten günde sekiz
bin akça hasil olurdu. Anadolu kadiaskerinin resm-i kismeti ise daha fazla idi.
Irak, Suriye ve Misir'in bu kadiaskerlige bagli olmasi, bu artisa sebep
oluyordu. Mazuliyet veya tekaüdlerinde de kendilerine maas tahsis edilen
kadiaskerlere, daha sonra birer arpalik verilerek iaselerinin temin edilmesi
saglanirdi.
Divân'daki davalari
dinleyen kadiaskerler, Sali ve Çarsamba hariç olmak üzere hergün kendi
konaklarinda divân akdedip kendilerini ilgilendiren ser'î ve hukukî islere
bakarlardi. Kadiaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamçeci, matlabçi,
tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardimcilari bulunurdu. Ayrica her
birinin davali ve davaciyi divâna getiren yirmiser muhziri
bulunmaktaydi.
Padisah, sefere
çiktigi zaman kadiaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padisah sefere
gitmedigi takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda ser'î muameleleri görmek
üzere onlarin yerine ordu kadisi tayin edilip gönderilirdi. Ayni sekilde
padisahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padisahla birlikte gider ve akd
edilen divân oturumlarina istirak ederlerdi.
Bu müessese, Osmanli
Devleti'nin sonuna kadar devam etmis, Osmanli hükümeti ile birlikte o da tarihe
mal olmustur.DEFTERDÂR
Defter ile dâr
kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan defterdâr defter tutan
demektir. Dogudaki Müslüman devletlerin müstevfi dedikleri görevliye
Osmanlilar, defterdâr diyorlardi. Bir bakima günümüzdeki Maliye bakanligi
mânâsini ifade eder. Osmanlilar, XIV. asrin son yarisinda ve Sultan I. Murad
zamaninda maliye teskilâtinin temelini atip onu tedricen gelistirmislerdir. Buna
bakarak Osmanlilarin daha kurulus yillarindan itibaren maliye isleri üzerinde
önemle durduklari söylenebilir. Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü
esnasinda oglu Orhan'a yaptigi vasiyetinden bahs ederken onun beytü'l-mal-i
müslimîni korumasi gerektigini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve
gereksiz yere para harcamamasi gerektigine isaretle bunun önemini belirttigine
temas eder.
Fâtih Sultan Mehmed
tarafindan tedvin ettirilmis olan kanunnâme-i Âl-i Osman ile diger kanunnâmelere
göre defterdâr, padisah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak
gösterilmektedir. Dis hazine ile maliye kayitlarini ihtiva eden devlet
hazinesinin açilip kapanmasi defterdârin huzurunda olurdu. Baska bir ifade ile
hazinenin açilmasinda hazir bulunmak, defterdârin vazifeleri arasinda
bulunuyordu. Divân'in aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece sali günkü divan
sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla
beraber, padisahin huzurunda okuyacagi telhîs hakkinda daha önce vezir-i a'zamla
görüsür ve onun muvafakatini alirdi. Bayram tebriklerinde padisah vezirlere
oldugu gibi defterdarlara da ayaga kalkardi.
Genel olarak devlet
gelirlerini çogaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olani da muhafaza
altinda bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanli Devleti'nin
kurulus yillarinda bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kurulus yillarinda
bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve
ihtiyaçlarin çogalmasi yüzünden sayilan artirildi. Bunlar, II. Bâyezid dönemine
kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdâri veya bas defterdâr
ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdâri olmak üzere iki kisi idi.
Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesine göre daha sonraki dönemlerde bas
defterdârdan baska Anadolu defterdâri ile sIkk-i sânî denilen defterdârlar
vardir. Bunlar da bas defterdâr ile divana devam ederler. Sefer esnasinda bas
defterdâr ordu ile gittigi zaman, Anadolu defterdâri onun yerine vekâleten
bakardi.
Defterdârlar,
kendilerini ilgilendiren malî islerdeki sIkâyetleri, Defterdâr Kapisi'nda akd
edilen divanda dinler ve gerek görülürse tugrali ahkâm verirlerdi. Zaten
kanunnâmeye göre kendilerine bu selahiyet verilmistir. Her defterdâr, kendi
dairesinden çikan evrakin arkasini imzalardi. On yedinci asrin ortalarindan
itibaren bütün maliye hükümlerinin (tugrali ahkâm) arkalarina kuyruklu imza
koyma hakki, bas defterdâra verildi. Bundan baska bas defterdâr, divan karari
ile malî tayinlere ait kuyruklu imzasi ile buyruldu yazmakla birlikte bunun
üst kenari sadr-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr, sadr-i
a'zama re'sen yazdigi veya havale edilmis bir muameleli kagit üzerine cevap
verdigi zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza
koyardi.
Kanunnâmede bas
defterdâr ve vazifeleri hakkinda su bilgiler verilmektedir:
Bas defterdâr pâye ve
itibarda nisanci gibidir. Bas defterdâr olan mal vekilidir. Ve kendi evinde
divân eder. Ve maliyeye müteallik davalari dinler. Maliye tarafindan ahkâm
verir. Ve ahkâmin zahrina (tugrali ahkâmin arkasina) kuyruklu imza çeker. Ve
tahsil-i mal-i mirî için mültezimleri haps eder. Ve mahallinde mukataati tevcih
edüp buyurur. Ama pençe çekmez. Ve bi'l-cümle mal-i beytü'l-mali tahsil ve
hazineyi tekmil ile memur olup beytü'l-mala müteallik olan umur-i cumhuru onlar
görür. Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasini himaye
babinda sa'y-i kesir etmek ve söz tutmayip fukaraya zulm eden mültezimleri
vekil-i devlete arz ve ta'zir ettirmek, defterdârlarin lazime-i zimmetleri ve
zahri ahiretleridir (ahiret aziklari). Hususan emval-i yetamadan (yetim
mallarindan) hazine-i âmireyi siyânet (korumak) ve beytü'l-mal-i müslîmîni mal-i
haramdan himayet etmek. Kanunnâme metninden anlasilacagi üzere devlet gelir ve
giderleri ile ilgilenen defterdârlarin vazifeleri, sadece devlet hazinesini
zenginlestirmek degildir. Onlar, devlet hazinesine haram malin girmesine engel
olmak zorunda olduklari gibi yetim mali dahi
sokmayacaklardir.
Onsekizinci asir
baslarindan itibaren Rumeli defterdârlarina veya bas defterdâra sIkk-i evvel,
Anadolu defterdârina sIkk-i sânî, üçüncü defterdâra da sIkk-i sâlis adi
verildi.
Icraat ve tahsilatta
defterdârin icra memuru olarak maiyetinde farkli vazifeleri bulunan bes görevli
bulunurdu. Bunlardan ilki, bas bakikulu denilen devlet gelirlerinin birinci
tahsil memurudur. Defterdârlikta bunun bir dairesi olup emri altinda bakikulu
ismiyle altmis kadar mübasir vardir.
Bunlar, hazineye borcu
olup vermiyenleri hapis ve sIkIstirma ile tahsilat yaparlardi. Bu yüzden
maliyeye borcu olanlar bas bakikulu hapishanesinde
tutuklanirlardi.
îkinci icra memuru,
cizye bas bakikuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanlari takip eder.
Iltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememis veya
yatirmamis olanlari takib ederdi.
Adi geçen dairenin
üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezâret eden veznedar basidir. Bunun
da maiyetinde dört veznedar vardi. Bas defterdârin icra memurlarindan dördüncüsü
sergi nâziri, besincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatinin
defterini tutuyorlardi.
Defterdâr tabiri, 1253
(1838) senesinin Zilhicce ayinda sadir olan Hatt-i hümâyun mucibince terk
edilerek yerine Maliye Nezâreti tabiri
kullanilmistir.NISANCI
Osmanli devlet
teskilâtinda Divan-i Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren
görevli için kullanilan bir tabirdir. Nisan kelimesinden türetilmis olan
Nisanci, ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm ve biti gibi
devlet resmî evrakinin bas tarafina padisahin imzasi demek olan nisani koyardi.
Bu görevliye nisanci, muvakkî, tevkiî ve tugraî gibi isimler de
verilirdi.
Osmanli devlet
teskilâtinda XVIII. asir baslarina kadar önemli bir makam olan nisancilik, daha
önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi. Nisancilik
müessesesinin basinda bulunan görevliye Osmanlilar'da nisanci denirken,
Abbasîler'de buna Reisu Divani'l-Insa deniyordu. Bu teskilat, sadece Müslüman
Dogu'da degil, Bati Müslüman devletlerinde de vardi. Nitekim batida devlet
kurmus ve zaman zaman Endülüs'e de geçmis bulunan Merinîler (592-956 =
1196-1458)'de Divanu'l-insa adi ile ayni görevi yerine getiren bir müessese
vardi. Büyük Selçuklular'da da ayni vazifeyi gören bir divan vardi ki, bu
divanin basindaki görevliye Sahib-i Divan-i Tugra ve Insa adi veriliyordu.
Bazan da sadece Tugraî deniyordu. Bu zat, hükümdarin mensûr, ferman vs. gibi
isimler altinda çikardigi emirnâmelere, onun isaret ve tugrasini koymakla
görevliydi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkez teskilati içinde de ayni
görevleri yerine getiren ve adina Tugraî denilen bir görevlinin bulundugunu
belirtmek gerekir. Kalkasandî, Misir'daki bu hizmeti bes merhalede ele alir ve
Memlûklerde bu görevi üstlenen kisiye Kâtibu's-Sir veya Sahibu Divani'l-însa
adinin verildigini bildirir. Görüldügü gibi müesseselesmis hali ile Abbasîlerde
görülen nisancilik, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde oldugu gibi
Osmanlilarda da olacakti. Bunun için Osmanli Devleti'nin merkez teskilâti içinde
önemli bir yeri bulunan divanin azalarindan biri de Nisanci adini tasiyan
görevli idi. Önemli hizmeti bulunmasina ragmen, nisanciligin Osmanlilar'da hangi
tarihlerde kuruldugu kesin olarak tesbit edilebilmis degildir. Bununla beraber,
bazi arastiricilar bu kurulusu Osmanli Devleti'nin ikinci hükümdari olan Orhan
Gazi dönemine kadar çikarirlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tugra
bulunmaktadir. Bu da nisanciligin basit sekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde
var oldugunun bir isareti olarak kabul edilebilir. Keza, bu tabirin devletin ilk
zamanlarinda kullanildigini gösteren kayitlar da vardir. Nitekim, Sultan Ikinci
Murad'in emri ile Türkçe'ye tercüme edilen Ibn Kesir tarihinin Arapça metnindeki
Muvakkî tabirinin Nisanci olarak tercüme edilmesi de bunu göstermektedir.
Ibn Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adli tarihinin mütercimi olan zat, nisanci
kelimesini kullandigina göre, bu tabir, o dönem Osmanli toplumu arasinda
biliniyordu demektir.
Fâtih Sultan Mehmed'in
tedvin ettirdigi kanunnâmede bu memuriyetin isim ve selâhiyetleri ile zikr
edilmis olmasi, bunun Fâtih'ten önce mevcud oldugunu, fakat onun zamaninda tam
anlamiyla gelistigini göstermektedir.
Divan-i Hümâyunda
vezir-i a'zamin saginda ve vezirlerin alt tarafinda oturan nisanci, önemli bir
hizmeti yerine getiriyordu. Nisancilar, görevleri icabi bazi özellikleri tasiyan
kimseler arasindan seçiliyorlardi. Nisanci olacak kimselerin insa konusunda
maharetli bulunmalari gerekirdi. Nitekim kiraat ilminin büyük isimlerinden Seyh
Muhammed Cezerî'nin küçük oglu Ebu'l-Hayr Muhammed (Muhammed-i Asgar),
Misir'dan, Osmanli hizmetine geldigi zaman insadaki kudretinden dolayi kendisine
nisancilik verilmisti.
Görevleri icabi olarak
insa konusunda maharetli olmalari, devlet kanunlarini iyi bilerek yeni kanunlar
ile eskiler arasinda bag kurup anlari telif etme kabiliyetine sahip bulunmalari
gereken nisancilarin, ilmiye sinifi arasindan dahil ve sahn-i semân
müderrislerinden seçilmesi kanundu.
Nisancilar, XVI. asrin
baslarindan itibaren Divan-i Hümâyunun kalem heyeti arasinda, bu vazifeyi yerine
getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye baslanmistir. Eger
reisü'l-küttâb bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahib degilse yine
müderrisler arasindan uygun görülen bir kisi bu vazifeye tayin
edilirdi.
Fâtih döneminde
müesseseleserek kuruldugunu gördügümüz nisancilik, Osmanli Divan-i Hümâyunun
dört temel rüknünden birini teskil ediyordu. Fâtih kanunnâmesinde de
belirtildigi gibi bu dönemde vezirlik, kadiaskerlik ve defterdarliktan sonra en
önemli vazife nisancilikti. Fâtih zamaninda bu görevi büyük bir basari ile
yürüten Karamanî Mehmed Pasa ile nisanciligin itibari daha da artmisti.
Fâtih'ten sonra gelen II. Bâyezid ve onun oglu Yavuz Sultan Selim dönemlerinde
nisancilik yapan Tacizâde Cafer Çelebi de büyük bir itibar kazanarak tesrifatta
defterdârin üstüne yükseltilmis ve vezirler gibi otag kurmasina müsaade
edilmistir. Niçancilik mansibinin üstünlügü, Kanunî Sultan Süleyman döneminde de
devam etmis, Koca Nisanci lakabi ile taninan Celalzâde, meslegindeki kidemi ve
vukufiyeti sebebiyle defterdârin önüne geçirilmisti.
Nisancilarin nüfuzlari
ve gördükleri önemli hizmetler, bundan sonra da devam etti. Bunlardan büyük bir
kismi beylerbeyi ve vezir rütbesini ihraz etti. Bununla beraber, XVI. asrin
sonuna kadar nisancilar vezir olmayip sadece beylerbeyi rütbesinde idiler. Bu
rütbe ile nisanci olan Boyali Mehmed Pasa (öl. 1001) vezirlige nakl edilince
nisanciligi birakmis fakat sonradan tekrar nisanci olunca tayini beylerbeyi
rütbesi ile yapilmisti. Daha sonra bazan kubbe vezirligi ile nisanciligin
birlestirilerek bir kisiye verildigi (tevcih) de oldu.
Nisanci, Divan-i
Hümâyun azasi olmasina ragmen, vezir rütbesini haiz degilse kanun geregi arz
günlerinde padisahin huzuruna kabul edilmezdi. Sadece nisanciliga tayin edildigi
zaman bir defa padisahin huzuruna girip tayinlerinden dolayi tesekkür
ederdi.
XVI ve XVII. asrin
baslarinda serdar veya padisah seferde bulundugu zaman, Istanbul muhafazasinda
birakilan vezire nisanci tarafindan tugralari çekilmis bos ahkâm kagitlari
gönderilir ve bunlar, icab ettikçe kaim-i makam tarafindan doldurularak
kullanilirdi.
XVII. asrin sonlarinda
(1087) tedvin edilmis önemli bir Osmanli kanunnâmesi olan Tevkiî Abdurrahman
Pasa kanunnâmesinde Kanun-i Nisanci basligi altinda ayri ve özel bir fasil
bulunmaktadir. Bu fasilda, o dönem nisancilarinin nizamlari tafsilatli bir
sekilde verilmekte, onlarin resmî ve hukukî durumlari belirtilmektedir. Buna
göre nisanci, tugra-i serif hizmeti ile me'murdur. Kendi dairesinde kanuna
müteallik ahkâm yazilir. Mümeyyizi tashih ettikten sonra tugralarini çeker ve
defteri tashih etmek lazim gelse, kendisine hitaben vârid olan ferman mucibince
defterhaneden getirtip kendi kalemi ile tashih eder. Bu ferman gelince defter
emini ile defter kesedarini, düzeltilmesi lazim gelen defter hakkinda vazifeli
kilar. Sonra tashihi yapar, fermani da kendisi saklar, Kadiaskerlerden mühürlü
kese ile gelen ehl-i cihat beratlarinin tugralarini çektikten sonra ehl-i
cihatin isimlerini defterlerine sahh çekip ve yine kesesine koyup mühürleyerek
kendi kesedari ile kagit eminine gönderir. Divan tarafindan verilen sIkâyet
ahkâmini reis efendi (reisu'l-küttâb) resid ettikten sonra kesedari toplayip
kendisine getirir, tugralarini çekerdi. Kanunnâmede aynen su ifadeler yer
almaktadir: Ve kavanin-i Osmaniye ve merasim-i sultaniye, nisancilardan sual
olunagelmistir. Sâbikta (eskiden) bunlara müftî-i kanun itlak
olunmustur."
Kanunnâme, nisancilar
hakkinda daha tafsilatli bilgiler vermektedir. Buna göre, nisancinin vezirligi
varsa vüzeray-i izam silkine dahil hükmünü verir. Eger Rumeli beylerbeyilik
pâyesi var ise beylerbeyi merasimini icra edip kendisinden kidemli Rumeli
pâyesinde olan beylerbeylerden baska bütün beylerbeylere ve kadiaskerlere
tasaddur eder. Bu pâye ile Divan-i Hümâyuna girip çiktikça vezirler ile birlikte
girip çikar. Fakat arza girmezdi. Kanunnâme, arz esnasinda nisancinin disarida
nerede ve nasil selama çikacagini da belirtmistir. Nisancinin beylerbeyilik
pâyesi yok ise sadece ümerâ pâyesindedir. Kendisine nisanci bey denilmektedir.
Bu takdirde Divan-i Hümâyuna ümerâ. tariki üzere gider. Ancak taht kadilarina
tasaddur eder. Diger divan hacegâni gibi mücevveze, sof üst, lokmali kutnî ve iç
kaftani giyer. Ata orta abayi ve orta raht vururdu. Haslari da dört yükten
(400.000 akça) fazla olurdu. Nisancilarin vezir-i a'zama gitmeleri için belli ve
muayyen bir zaman yoktu. Sadece isti'zan (izin isteme) âdet
idi.
Nisancilik, XVI. asrin
sonlarindan itibaren yavas yavas önemini kayb etmeye basladi. Bunun içindir ki,
önceleri âmiri durumunda bulundugu reisü'l-küttâbla esit duruma getirilmisti.
XVII... asnn ortalarinda nisancilik adeta kuru bir ünvan haline geldi. XIX.
yüzyilin baslarina kadar ismen de olsa varliklarini devam ettiren nisancilar,
eski önemlerini tamamen kayb ettiler. Bu sebeple nisancilik 1836 yilinda tamamen
lagv edilerek vazifeleri Defter eminine verilmistir. Mühim islere dair
fermanlarin üzerlerine Bâbiâlî, digerlerine de defter eminleri tarafindan tayin
edilen ve tugranüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilirdi. 1838'de
tugra-nüvislik görevi de kaldirilip Bâbiâlî ile defter eminligi tugraciligi
birlestirildi. Böylece bu hizmetin Bâbiâlî'de görülmesi
kararlastirildi.SARAY
TESKILÂTI
Bursa feth edilip
merkez haline getirilmeden önce, Osmanogullari'na ait özel bir saray yoktu.
Osmanli Beyi, diger emirler gibi kendi ailesi halki ile birlikte bir evde
oturur, beyligin ileri gelenlerini ve tebeasini burada kabul ederdi. Isler, bu
mütevazi evde görüsülürdü. Bu sekildeki bir ikametgâhin, muhafiz vs. gibi fazla
sayida yardimci kimselere de ihtiyaci yoktu. Nitekim bir katip, birkaç çavus,
haberci ve az sayida bir muhafiz grubu, bütün isleri görmeye yetiyordu. Yaz
aylarinda, genellikle bey evinin karsisindaki ulu çinarlarin serin gölgelikleri,
toplanti yeri olurdu. Yaz mevsimindeki bu toplantilar, Osmanlilarin Sögüt
bölgesine yerlesmeden önceki göçebelik dönemini hatirlatiyordu. Zira bu
dönemlerde, asiretin ileri gelenleri açik havada, beyin çadirinin önünde
toplanip isleri görüsüyor ve bir karara variyorlardi. Bununla beraber zaman
zaman sefer veya herhangi bir sebeple hareket halinde bulunan beyler, eski Türk
âdetlerine göre at sirtinda da toplantilar yaparlardi. Böyle toplantilarda
sadece sifahî kararlar verilirdi. Bey, Cuma günleri Cuma namazinda hazir
bulunurdu. Bu, beyin tebeasiyla görüsmeye, onlarin dert ve sIkâyetlerini
dinlemeye vesile olurdu. Bu dönemdeki bütün âdet ve merasimler, Oguz töresince
icra olunurdu.
Orhan Bey, Bursa'yi
feth edip is basina geçtikten sonra beyligi her sahada teskilâtlandirmaya gayret
etmisti. Bunun içindir ki bazi arastiricilar, Osmanli Devleti için onun
döneminden itibaren bugünkü mânâda devlet denebilecegini kayd
ederler.
Gerçekten, Osmanli
Devleti, gelisip büyüdükçe, hükümdarlarinin oturduklari saraylar da bu gelismeye
paralel olarak büyümüs ve ihtisamlari artmisti. Ilk Osmanli sarayi, mütevazi bir
sekilde Bursa'da yapilmisti. Bundan sonra Edirne'de saraylar insa edilmisti.
Istanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan bugünkü Bâyezid'de
Istanbul Üniversitesi'nin bulundugu sahada bir saray yaptirilmisti. Fakat daha
sonra begenilmeyen bu sarayin (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasinda
bulunan çikintili tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray insa edilmisti. Yeni
saray adi verilen bu saray (Topkapi Sarayi), padisahin ailesine mahsus daireler
(harem), Enderûn ve dis hizmetlerle alâkali Birûn adi verilen üç kisimdan
tesekkül etmekteydi. Fâtih'ten sonra gelen Osmanli padisahlari, 1400 metre
uzunlugunda Sûr-i Sultânî denilen yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu
sarayda ikamet ettiler.
Fâtih Sultan Mehmed
tarafindan insasina baslanilan ve XIX. yüzyil ortalarinda Dolmabahçe Sarayi'na
tasinincaya kadar yaklasIk dört asra yakin Osmanli padisahlarina hizmet eden
Topkapi Sarayi'na, hemen her Osmanli padisahi bir ilavede bulunmustu. Bu saray,
3 Nisan 1924 tarihinde çikanlari Bakanlar Kurulu karan ile müze haline
getirilmistir.
Orhan Bey'in,
Bursa'nin iç kalesinde bir sarayi vardi. Fatih devrine kadar gelen Osmanli
hükümdarlari tarafindan kullanilan Bursa sarayindan Evliya Çelebi de bahs
etmekte, ancak sarayin bu hükümdardan sonra ragbet görmedigini, sadece muhafiz
bostancilarinin burada bulundugunu kayd etmektedir. Mamafih, Bursa büyük bir
yangin ve depreme maruz kaldigi için Evliya Çelebi'nin bahs ettigi sarayin,
Orhan Bey devrinden kalan bina olmadigi söylenebilir. Ayrica 1402'deki Ankara
Muharebesi'nden sonra Bursa'nin maruz kaldigi Mogol istilasi esnasindaki yangin
ve yagmalamalar da düsünülecek olursa Orhan döneminden XVII. asra pek fazla bir
seyin kalmayacagi kanaatine varilabilir.
Bursa sarayi hakkinda
bilinenler pek fazla degildir. Teskilat ve iç taksimati ise hemen hemen hiç
bilinmemektedir. Sadece, muhafazasi için kapicilarinin, muhtelif hizmetler için
iç halkinin ve harem kisminin bulundugu söylenebilir. Edirne'nin fethinden sonra
da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam
etmisti.
Bilindigi gibi Rumeli
fetihlerinin basladigi siralarda Osmanli Devleti'nin merkezi Bursa idi.
Edirne'nin fethinden sonra da burasi hemen terk edilmedi. Bununla beraber
Edirne'de ilk sarayin Murad Hüdavendigâr (I. Murad) tarafindan h. 767 (m. 1365)
yilinda yaptirildigi ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii'nin bulundugu yüksek
yerde veya yakininda oldugu ileri sürülmektedir. Evliya Çelebi, kendi zamaninda
bu sarayin bulundugunu ve Musa Çelebi tarafindan etrafinin bir duvarla çevrilmis
oldugunu bildirir. Yine onun yazdigina göre, Kanunî Sultan Süleyman da bu sarayi
tamir ettirmis ve acemi oglanlarina tahsis etmistir. Bu eski saraydan günümüze
kadar bir iz kalmamakla beraber, Selimiye Camii'nin üst tarafindaki Saray Hamami
denilen Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamin kalintisi oldugu kabul
edilmektedir.
Edirne saraylarinin en
meshuru, Hünkârbahçesi Sarayi denilen Yeni Saray olup burada harem daireleri ile
diger teskilâtlar vardi. Yine Evliya Çelebi'nin kaydina göre önceleri koru
halinde bulunan bu yer, Sultan Birinci Murad tarafindan imar edilmis, fakat
Sultan II. Murad, Tunca nehrinin kenarinda bulunan bu mevkii kösklerle
süslemisti. Kendisinden sonra gelenler de buraya ilaveler yaparak Kanunî
zamaninda mükellef bir hale getirmislerdi.
Istanbul'un fethinden
üç yil sonra, yani 1457 senesinde Edirne sehri büyük bir yangin sonunda tamamen
yok olmus gibiydi. Bu arada saray da yangindan zarar görmüstü. Bunun için sehrin
yeniden imari sirasinda Fâtih'in emri ile yeniden Hünkârbahçesi Sarayi diye
anilan yerde insa edilen sarayda alti bin iç oglani ile besyüz civarinda
bostanci vazife görüyordu. Iç oglanlari, Topkapi Sarayi'nda oldugu gibi muhtelif
koguslar halindeydiler. Bostancilar hem Edirne sarayi bahçelerine hem de
Edirne'de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesihpasa bahçelerine bakiyorlardi. Aynca
Edirne Bostancibasisinin idaresinde sehrin inzibat isleri ile de mesgul
oluyorlardi. Hükümdarlar, Istanbul'da ikamete baslamadan önce Edirne sarayinda,
muhafiz kapicilar ve kapicibasilar vardi. Bunlar sonradan kaldirilmislardi.
Onlarin yerine bostancilar bakmaya baslamislardi. Edirne sarayindaki iç
oglanlarin kidemlileri, üç senede bir Istanbul'daki yeni sarayin Enderûn kismina
veya kapi kulu süvari ocaklarina verilirlerdi. Keza Bostancilar da zamani
gelince kidemlerine göre Yeniçeri, Sipahi veya Müteferrika
olurlardi.
Edirne sarayi da
Istanbul'daki yeni sarayda oldugu gibi Enderûn, Birûn ve Harem kisimlarindan
meydana geliyordu.ENDERÛN
Osmanli Devletinde XV.
asir ortalarindan itibaren medrese disinda en köklü ve saglam ikinci egitim
kurumu, Enderûndu. Sarayin, Enderûn halkini, devsirme denilen bazi hiristiyan
tebea çocuklari veya harplerde esir alinip yetistirilen gençler meydana
getiriyordu. Bunlar, devsirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaslari arasinda
toplanip önce Enderûn disindaki Edirne Sarayi, Galatasarayi ve Ibrahim Pasa
Sarayi gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-Islâm âdet ve geleneklerini
ögrendikten sonra Enderûn'daki ihtiyaç ve kidemlerine göre yeni saraydaki küçük
ve büyük odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap
ve erkânini ögrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine
odalarindan birisine çikarilirlardi. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda
gelirdi. Kiler ve Hazine odasindaki eskiler, yani kidemlilerin seçmeleri münhal
vukuunda (bosaldiginda) buraya verilirlerdi. Veya zamanlari gelince kapikulu
süvarisi olarak disari çikarilirlardi. Bu odalarin en ilerisi ve mümtazi olan
Has oda idi ki, asil Enderûn agalan bunlardi. Gerek devsirme sistemi, gerekse Iç
oglanlari hakkinda asagidaki bilgiler konuya daha bir açiklik
getirecektir.
Devsirme olarak alinip
sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin muhtelif makamlarina
namzet olarak yetistirilen çocuklara, Iç oglani denirdi. Rivayete göre Osmanli
sarayinda Iç oglani istihdami Yildirim Bâyezid zamanindan itibaren baslamistir.
Iç oglanlarinin bedenî egitimlerine de önem verilirdi. Ok atmak, mizrak
kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem için
baslica bedenî hareketler olarak kabul ediliyordu. Bundan dolayi bunlar
kuvvetli, çevik ve dayanikli olurlardi. Bazan odalar arasinda müsabakalar
yapilirdi. Bunlar, mensup olduklari odalara göre hizmet ve sanat ögrenirlerdi.
Öyle anlasiliyor ki, Iç oglanlari II. Murad zamanina kadar silah egitiminden
baska egitim görmüyorlardi. Bu dönemde saray, Osmanli Devleti'nin kültürel,
siyasî ve askerî gelisiminin ana yönlerini belirleyen önemli bir faktör
olmustur. Bu bakimdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline
gelmistir.HAREM
Topkapi Sarayi'nda
ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun,
genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler
ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi. Buralarin üzerleri kubbeler ve
tonozlarla örtülüydü. Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi
en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi. Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri
açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür. Harem, Osmanli
padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir. Islâm dünyasinda
eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe
evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak
kullanilmistir. Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan,
padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne
Harem-i Hümâyun denilmistir. Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna
göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep
hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu. Böylece vâlide sultan, hasekiler
(kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve
câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer
aliyorlardi.
Harem halkini,
padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde
hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak
üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür.AK VE KARA HADIM
AGALARI
Aga-i Bâbu's-Saâde
denilen kapi agasi, hadim ak agalarindan olup yeni sarayin bas nâziri, ve
Bâbu's-Saâdenin âmiri idi. Baska bir ifade ile bunlar, Osmanli sarayinin
Bâbu's-Saâde denilen kapisini muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrin
sonlarina kadar sarayin en nüfuzlu agasi Bâbu's-Saâde veya Kapi agasi idi. Atâ
tarihinde belirtildigine göre Kapi agaligi ile Hazinedar basilik, Saray agaligi
ve kilerci basilik, Sultan Ikinci Murad zamaninda ihdas edilmislerdi. Kapi
agasi, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi. Kapi agasinin emrindeki Ak
hadimlar, sarayin kapisini muhafaza etmekte olup sayilari otuz civarinda
idi.
Kara hadim agalari ise
kadinlarin bulundugu harem kisminda vazife görüyorlardi. Kara hadimlarin en
büyük âmirine Dâru's-Saâde Agasi veya Kizlar Agasi denirdi. Bunlar harem
kisminda bulunduklari için kendilerine Harem Agasi da
deniyordu.BIRÛN
ERKÂNI
Osmanli sarayinin dis
hizmetlerine bakan ve sarayda yatip kalkma mecburiyetinde olmayip disarida
evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padisah hocasi, hekimbasi, cerrahbasi, göz
hekimi, hünkâr imami gibi ulemâ sinifindan olanlarla sehremini, matbah-i âmire
emini, darphâne emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri
idi. Bunlardan baska sarayin Enderûn disindaki hizmet erbabindan olup emir-i
alem, kapicilar kethüdasi, çavusbasi, mirahur, bostanci ve bunlarin maiyetinde
bulunan memurlar da Bîrûn erkâni içinde yer aliyorlardi.
Bîrûn'da hizmet eden
ilmiye sinifi ile Agayan-i Bîrûn yani dis agalari denilen agalar, sarayin
Harem ile Enderûn kisminin haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini
görürlerdi. Aksam olunca da evlerine giderlerdi. Bunlar, Enderûn agalari gibi
sIkI bir disipline tabi olmadiklari gibi sarayda yatip kalkma mecburiyetleri de
yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da birakabilirlerdi. Bîrûn teskilâtinin bütün
tayinleri, sadr-i azam tarafindan yaptirdi.
Kaynak: Osmanli tarihi Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir? Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz. Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım? Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.
25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz. |