Geri git   Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri > Hayatım Değişti Klubü > Serbest Kürsü > Öğretici Bilgiler

Uyarılar

MEDRESELER

Serbest Kürsü ve Öğretici Bilgiler MEDRESELER Konusunu hayatimdegisti.com Konuğumuz olarak inceliyorsunuz hayatimdegisti.com sitemizde yaşamınızı hemen degistirecek bir cok telkinli hipnoz mp3 vardir tesaduf eseri de buradaysanız mutlaka inceleyiniz üst link TelkinCD tıklayınız Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî teskilâta sahip bulunuyordu. Bu teskilât, XVI. asirda, günümüzdeki modern devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara arzetmektedir. Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce ...

ayrıca bu konularda arama yapan konuklarımız var Öğretici Bilgiler telkin cd indir izle İstanbul Öğretici Bilgiler nerededir kimdir Öğretici Bilgiler çekirdek inanç temizliği İzmir bursa Öğretici Bilgiler hipnoz Öğretici Bilgiler olumlama seminerleri eğitimi çaresi tedavisi Öğretici Bilgiler hakkında bilgi bilinçaltı telkin cd telkin mp3 Öğretici Bilgiler kuantum düşünce kitap haberi

MEDRESELER

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29-12-2008, 01:22 PM   #1 (permalink)
Albay
 
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 432,578
Tesekkür: 0
429 Mesajinıza toplam 518 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
bluemoon24 is an unknown quantity at this point
Standart MEDRESELER

Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî

teskilâta sahip bulunuyordu. Bu teskilât, XVI. asirda, günümüzdeki modern

devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara

arzetmektedir. Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili

durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce defter ve milyonlarca vesikanin

bulundugu Osmanli arsivini görmek gerekir. Kendinden önceki Müslüman devletlerde

oldugu gibi Osmanlilarda da medreseleri genel anlamda iki grupta mütalaa etmek

gerekir. Bunlar: genel egitim veren medreseler ile özel egitim ve ögretim veren

ihtisas medreseleridir.

GENEL EGITIM VEREN MEDRESELER

Osmanlilar medreseyi, Selçuklu ve Anadolu beyliklerini örnek

alarak kurdular. Bununla beraber Osmanli medreseleri, naklî ilimlerde Sam-Misir,

aklî ilimlerde de Bagdat-Semerkant bölgelerinde yetismis ulemadan istifade

etmisti. Daha önce de belirtildigi gibi Orhan Gazi, Iznik'te ilk Osmanli

medresesini kurdugu zaman Kayseri ve Kahire'de tahsil görmüs olan Davud-i

Kayserî'yi ilk müderris olarak tayin etmisti.

Bilindigi üzere Osmanlilar'da medrese egitimi hemen hemen

devletin kurulusu ile baslamistir denebilir. Umumî bilgi veren medreselerde

ulûm-i Õâliye denilen kelam, mantik, belagat, lugat, nahiv, matematik,

astronomi, felsefe, tarih ve cografya gibi âlet ilimleri denilen ilimlerin

yaninda ulûm-i âliye denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fikih)

gibi ilimler okutulurdu.*

Osmanli 'Devleti'nin, medenî gelismeye imkân veren birçok

konuda oldugu gibi, egitim ve ögretimdeki açik politikasini sonuna kadar devam

ettirdigini, ülkeye davet ettigi hocalar ile ilim adamlari sayesinde

ögrenmistik. Bu bakimdan, ilk dönemlerde Osmanli medrese sisteminin Anadolu

Selçuklu ve yine Anadolu Beyliklerinin medrese sistemi seklinde olacagini

kestirmek kolaydir. Bununla beraber daha Yildirim Bâyezid devrinde bir

düzenlemeye gidildigi, II. Murad döneminde Edirne'deki Halebiye

Medresesi'ndeki* Tetimme ve yine burada Dâru'l-hadis

Medresesinin açilmasiyla gelistigi ve nihayet köklü degisikligin Fatih Sultan

Mehmed devrinde ortaya çiktigi bilinmektedir. Fatih zamanindaki medrese sistemi,

Kanunî Sultan Süleyman'in Süleymaniye Medresesi'ni açmasina kadar devam

eder.

Ister klasik dönemde olsun, ister Tanzimat'tan sonraki yeni

dönemde olsun genel egitim medreseleri devirlerindeki ilimlerin birlikte

okutuldugu medreselerdir.

Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimmeler yapildiktan sonra,

Osmanli Devleti hududlari içindeki medreselerde yeni bir düzenlemeye

gidildigine daha önce temas

edilmisti. Buna göre asagidan yukariya dogru her derecede hangi ders ve

kitaplarin ne ölçüde okutulduklarini kesin olarak söylemek pek mümkün

görülmemekte ise de bazi vakfiye, kanunnâme ve biyografi sayesinde bunlari

tesbit etmek kolaylasmaktadir. Genellikle müderrislerinin aldiklari yevmiye

(günlük) miktarina göre de isimlendirilen Osmanli medreseleri, asagidan yukariya

dogru söyle bir sira takib ederler:

HASIYE-I TECRID (YIRMILI) MEDRESELERI

Bu sinifa giren medreseler, Seyyid Serif Cürcanî'nin

Hasiye-i Tecrid adli eserinin adini tasimaktadirlar. Ilm-i Kelâm'a aid olan bu

eser, Nâsiruddin Tusî'nin Tecridu'l-Itikad veya Tecridu'l-Kelâm adli eserinin

hasiyesidir. Öyle anlasiliyor ki Hasiye-i Tecrid, bu medresede okutulan en

önemli ders kitabidir. Belirtilen medresede, bu eserden baska yine Seyyid

Serif'in fikha dair olan Serh-i Feraiz'i ve Sa'düddin Teftazanî'nin belagata

dair Mutavvel'i okutulmakta idi.Öbür taraftan, bu medresede okutulan eserleri

anlayabilmek için ilm-i Sarftan Emsile, Bina, Maksud, Izzî, Merah, Ilm-i

Nahivden Avamil, Izhâr, Kâfiye gibi eserleri, Serh-i Isagoci gibi Arapça,

Tevali gibi fikih usûlüne dair eserlerin de okunmus olmasi gerekir. MIFTAH (OTUZLU) MEDRESELERI

Bu medreseler de, belagat ilminden Sa'düddin Teftazanî'nin

belagata dair eseri olan Serh-i Miftahin adini tasimaktadirlar. Bu

medreselerde, Serh-i Miftah'tan baska fikihtan Tenkih ve Tavzih, kelâmdan

Hasiye-i Tecrid'in devami ve hadisten Mesâbih okutuluyordu. Bununla beraber

Hasiye-i Tecrid medreselerinde oldugu gibi bu medreselerde de baska eserlerin

okutulmasi gerekir. Nitekim Kâtib Çelebi, Fatih Sultan Mehmed'in otuzlu

medreselerde Miftah-i Meânî ve Sadru's-Seria'nin okutulmasini tayin buyurdugunu

söyler.

TELVIH (KIRKLI) MEDRESELERI

Müderrisine günlük olarak 40 akça verildigi için kirkli

medrese diye anilan bu medreselerde belagattan Miftahu'l-Ulûm, usûl-i fikihtan

Tavzih, fikihtan Radiyuddin Hasan Saganî'nin Mesariku Envari'n-Nebeviyye'si,

Sadrusseria Ubeydullah b. Ishakî'nin Mesarik'i, hadisten de Begavî'nin Mesabih

adli eseri okutuluyordu. Bütün bunlardan baska daha farkli eserler de ders

kitabi olarak takib edilmislerdir.

ELLILI MEDRESELER

Müderrislerine günlük (yevmiye) 50 akça verilen bu

medreseler Hâric ve Dâhil olmak üzere ikiye ayrilirlar. Kirkli ve Hâric

Ellili medreseler, Osmanlilar'dan daha önceki devirlerde Anadolu'da hükümran

olan Anadolu Selçuklulari ile Beyliklerin hükümdar, hükümdar aileleri ve

vezirlerinin yaptirdiklari medreselerdir. Dâhil medreseleri ise Osmanli

padisahlari ile sehzade valideleri, sehzadeler ve padisah kizlarinin

yaptirdiklari medreselerdir. Ellili medreselerin Hâric bölümünde: Fikihtan

Hidâye, Kelâm'dan Serh-i Mevakif, Hadis'ten Mesâbih okutuluyordu. Dâhil

bölümünde ise: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih, Hadis'ten Buharî,

Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî okutuluyordu.

SAHN-I SEMÂN MEDRESELERI

Daha önce de belirtildigi gibi Sahn-i Semân Medreseleri,

Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da kurdugu külliyede bulunan 8 medresedir. Bu

medreseler, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan Süleymaniye Medreseleri

kuruluncaya kadar en yüksek tahsil veren egitim kurumlari idi. Fatih

vakfiyesinde müderrislerine yevmiye 50 akça tayin edilmisse de bazi

müderrislerin burada kalarak terakki ettikleri, yani baska medreselere gitmeden

yevmiyelerinin, bulunduklari yerde yükseltildigi ve böylece 60, 70, 80, 90

akçaya kadar çikarildiklari görülmektedir. Burada okutulan derslere gelince

bunlar, daha öncekilerin bir devami mahiyetinde olmak üzere sunlardir: Fikih'tan

Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih ve Serh-i Adûd, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den

Kessaf ve Beyzavî.

Biraz sonra temas edilecegi gibi bütün bunlar, naklî ilimler

denilen ilimlerdir. Bunlarin yaninda tip, hendese, hey'et, cografya, mantik gibi

aklî ilimlerin de okutuldugunu söyleyebiliriz. Hele Sahn-i Semân içinde bir de

Dâru's-sifa denilen bir tip fakültesinin mevcudiyetini gözönünde bulundurarak

burada hem teori hem de pratik olarak tibbin tahsil edildigini

söyleyebiliriz.

ALTMISLI MEDRESELER

Müderrisine yevmiye 60 akça verilen medreselerdir. Bu

medreselerde okutulan dersleri söyle siralamak mümkündür:

Fikih: Hidâye ve Serh-i Feraiz

Usûl-i Fikih: Telvih

Kelâm: Serh-i Mevakif

Hadis: Buharî

Tefsir: Kessaf

Zaman zaman degisiklikler olmakla birlikte medreselerde

okutulan bu derslerin yaninda Cuz'iyât adi verilen Hikmet (Felsefe), Hesap,

Hendese (geometri) Hey'et (astronomi), Cografya, ilm-i zic (astronomi,

cetveller), Ilm-i Nücûm (Yildizlar ilmi), tip ve Tesrih de vardir. Son asirlarda

bunlara Koltuk Dersleri veya Âlet ilimleri de denmistir. Asil ilim subesini

bitirenler yukarida isimleri verilen müsbet ilimleri tahsil edebilirlerdi.

Nitekim bu branslara giren ilimleri Fatih medreselerinde bulunan fazil ve

zu'l-cenaheyn (iki kanatli, iki bransta da söz sahibi) denilen âlimlerden ya

genel mahiyette veya özel olarak tahsil ederlerdi. Her ne kadar isim olarak

bunlara cüz'iyat deniyorsa da bunlar medreselerde bulunan esas

derslerdir.

Osmanli dönemi genel egitim ve ögretim veren medreselerinde

gerek aklî, gerekse naklî ilimlerde okutulan dersler zaman zaman degisik

olagelmislerdir. Hatta bazi kaynaklarda bu derslerin isimleri manzum olarak

verilmislerdir. Örnek olmasi bakimindan bunlardan, Fatih kütüphanesinde 4985

numarali eserin bos bir yerine ilave edilmis ve medreselerde okunan dersleri

sira ile manzum olarak bildiren satirlari buraya aliyoruz.

Sarf okusan bir muhterem kisiden

Eline kitabin alsam olmaz mi?

Çalissan aferin dese isiten

Düsmanin bagrini delsen olmaz mi?

Emsile'yi ezber edüp süre gör

Maksud ile muradina ire gör

Izzî bilüb kaideye gire gör

Merah'i bir hosça bilsen olmaz mi?

Avamil ne derse âmil ol sen de

Misbah ile nur-i ilmi bul sen de.

Kâfiye'yi Câmi ile bilsen de

Kendini âlâ eylesen olmaz mi?

Mantik'in çok olur kiyl ile kali

Hacegâni hûb yazmistir akvali

Kutbeddin'den bilmek için eskâli

Seyyid-i Hasiye'yi bulsan olmaz mi?

Telhis'in dersine gark olup yanup

Muhtasar sözüne Mütavvel katup

Miftah'in üstüne Seyyid'i tutup

Ilim deryasina dalsam olmaz mi?

Menâr'in üstüne tut Ibn-i Melek

Tavzih u Telvih'e eris giderek

Pezdevî'de hâsil eylesen gerek

Usûlü mahlûlün alsan olmaz mi?

Bunlardan baska, Cüz'iyât denilen müsbet ilimler ile ilgili

olarak da siirler kaleme alinmistir:

Hikmetten oku hem cüz'iyati

Fehm et cihani seyreder cihati

Hendese ilmin okursan evvel

Eskâl-i tesis serhin bil eshel

Ilm-i hesaptan oku hülasa

Ibn-i celi bul ersin havasa

Bil ilm-i hey'et bul Serh-i Çagmin

Berçendî'yi kil halline tayin

Ilm-i amelden bil usturlabi

Üç bist bâbi seyret dolabi

Rub'u Müceyyeb dogru ameldir

Oku amel kil kim bî-bedeldir.

Rub'u mukantar bil eyle seyran

Cografiya bil Takvim-i Büldan

Bil ilm-i ziycten fasl-i Tusî

Takvimin ol dürür ziba arusi

Ilm-i Nücum'dan ahkâmi bulma

Olacak olursan bos yorulma

Ahkâm-i necmi bilmek haterdir

Ahkâm-i ser'î bil muteberdir.

Okut ulumu cüz ile bile

Tesrih ilmin Tibb-i Nebiyle

Tesrihi seyret görsen de san'at

Tib ilmini bil, bul tende sihhat

SÜLEYMANIYE MEDRESELERI

Osmanli medrese sistemindeki en büyük gelismelerden biri de

süphesiz ki, Kanunî Sultan Süleyman döneminde meydana gelmisti. Kanunî devri,

her sahada oldugu gibi medrese teskilâtinda da zirveyi ifade eder. Fatih Sultan

Mehmed'in Sahn-i Semân medreselerinde Dâru's-sifa olmakla beraber henüz tip ve

matematik fakülteleri yoktu. Bu medreselerde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat

gibi dersler okutuluyordu. Bununla beraber buraya gelecek olan ögrenciler,

günümüzün ifadesiyle ilk ve orta tahsillerinde matematik, geometri, astronomi

gibi dersleri daha önce gördüklerinden bu neviden fen bilimlerine vâkif

idiler.

Günün sartlari ve ihtiyaçlari gözönüne alinarak Süleymaniye

medreselerine Tib, Riyaziye (matematik) ve Dâru'l-hadis ilave edildi.

Süleymaniye Vakfiyesi'nden anlasildigina göre, Süleymaniye Câmii'nin kuzey

tarafina düsen kisimda medrese-i evvel ve sâni denilen birinci ve ikinci

medreselerle, kuzey doguda bir hamam, kible tarafinda bir dâru'l-hadis, caminin

tam güneyine tesadüf eden kisminda medrese-i rabi' (4. medrese), bunun dogusunda

da medrese-i sâlis (3. medrese), câminin güney batisinda tip medresesi ve

eczahâne, câminin bati kismina düsen tarafinda ise imâret, tabhâne ve

dâru's-sifa denilen hastahâne yapilmisti. Demek oluyor ki, Kanunî Sultan

Süleyman tarafindan vücuda getirilen medreseler manzûmesi (üniversite),

Dâru'l-hadis, Tib, Riyaziye, Tabiiyye, Din, Hukuk ve Edebî tedrisat yapilan

fakültelerden tesekkül ediyordu. Ayrica hastahâne, imâret, hamam, tabhâne vesair

müstemilat bütün bu siteyi (külliyeyi) meydana getirmisti.

Câmi, medrese ve diger tesislerin temeli 7 Cemaziyelevvel

957 (24 Mayis 1550) senesi Persembe günü atilmis, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi

tarafindan mihrabin temel tasi konmustu. Câmi, Sevval 963 (Agustos 1556) da

bitmis ise de diger tesislerin bitis tarihi daha sonralari olmustur. Süleymaniye

medreseleri içinde en yüksek olan Dâru'l-hadis idi. Müderrisi yevmiye 100 akça

aliyordu. Diger müderrislerin yevmiyesi ise 60 akça idi.

Hâriç ve Dâhil derslerini gören bir ögrenci Hukuk, Ilâhiyat

ve Edebiyat Fakültesi durumunda bulunan Sahn-i Semân medreselerine girmeyerek

Riyaziyât ve Tip Fakültesi derslerini takib edecekse Musila-i Süleymaniye

denilen medreselere devam eder. Buradan mezun olduktan sonra Süleymaniye

Medresesi'ne devam edip yüksek tahsil yapabilirdi.

Böyle bir sistemle Kanunî, bir tarafdan Sahn-i Semân

medreselerinin üstünde medreseler kurmayi gerçeklestirirken, bir taraftan da

Osmanli medreselerinin pâyelerini yeni bir sisteme göre tanzim etmis oluyordu.

Buna göre Osmanli medreselerinin asagidan yukariya dogru su sekli aldigi

görülür:

1. Ibtida-i Hâric Medreseleri

2. Hareket-i Hâric Medreseleri

3. Ibtida-i Dâhil Medreseleri

4. Hareket-i Dâhil Medreseleri

5. Musila-i Sahn Medreseleri

6. Sahn-i Seman Medreseleri

7. Ibtida-i Altmisli Medreseleri

8. Hareket-i Altmisli Medreseleri

9. Musila-i Süleymaniye Medreseleri

10. Süleymaniye Medreseleri

11. Dâru'l-Hadis Medreseleri.

Görüldügü gibi Kanunî Sultan Süleyman devrinin en yüksek

pâyeli medresesi, Süleymaniye Dâru'l-Hadisi idi. Daha sonraki dönemlerde

Osmanlilarda birçok Dâru'l-Hadis açilmakla beraber Süleymaniye Dâru'l- Hadisi,

devletin son dönemlerine kadar bu pâyesini muhafaza etmistir.

Bütün bunlardan anlasildigina göre Süleymaniye ile birlikte

en yüksek müderrislik derecesi de Süleymaniye müderrisligi oluyordu. Süleymaniye

müderrisligi için söyle bir sira takib ediliyordu. Buna göre sira ile ibtida-i

altmisli, yani altmis akçali yevmiyeden baslayarak Hareket-i altmisli, Musila-i

Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye,* Süleymaniye ve nihayet

Dâru'l-Hadis-i Süleymaniye gelirdi. Bu medreselerde kaç müderrisin olacagi belli

idi. Sayilarinda artis olmazdi.

Ibtida-i Altmisli denilen ve altmis akça yevmiye alan

müderrislerin sayisi 48 rakaminda dondurulmustu. Bu derecede bulunan bir

müderris, terfi ettigi zaman daha yüksek bir dereceye hareket ettigi için buna

Hareket-i Altmisli denilmisti. Yevmiyesi daha öncekinin ayni idi. Buna karsilik

müderrislik derecesi daha yüksekti. Bunlarin sayilari da otuz iki idi. Buradan

terfi eden birisi Musila-i Süleymaniye denilen ve kendisini Süleymaniye

müderrisligine götürecek olan dereceye yükselirdi.

Musila-i Süleymaniye müderrisligi, kibar-i müderrisîn

denilen müderrisliklerin ilk kademesi idi. Bundan sonra Hamise-i Süleymaniye,

daha sonra da Süleymaniye'nin dört müderrisinden birinin müderrisligi ve en

sonunda da Dâru'l-Hadis müderrisligi gelirdi.

Osmanli Devleti'nde, pâye itibariyle Dâru'l-Hadis

medresesinin üstünde bir medrese olmadigi gibi, müderrisliginin üstünde de bir

müderrislik bulunmuyordu. Bu bakimdan buranin müderrisi arzu ettigi takdirde

Mahrec Mevleviyetlerine dahil Kudüs, Haleb, Eyüb, Selanik, Tirhala, Yenisehir,

Galata, Izmir, Sofya, Trabzon ve Girit kadiliklarindan birine tayin

edilebilirdi.

Osmanli ilmiye teskilâtinda müderrislerin, protokol ve pâye

bakimindan gerek birbirleri ile gerekse kadilarla olan durumlari kanunnâmelerde

düzenlenmis bulunmaktadir. Nitekim degerli bir devlet adami olan Tevkiî

Abdurrahman Pasa (öl. 1692)'nin 1677-78 siralarinda hazirladigi ve medeniyet

tarihimiz için çok degerli olan Kanunnâmesinde bu konuda söyle

denilmektedir:

... Ve müderrislerden Süleymaniye müderrisleri Musila-i

Süleymaniye müderrislerine tasaddur eder. Ve Musila-i Süleymaniye müderrisleri

altmisli müderrislere tasaddur eder. Ve altmisli müderrisler Sahn müderrislerine

tasaddur eder. Ve Musila-i sahn müderrisleri dâhil müderrislerine tasaddur eder.

Ve dâhil müderrisleri hâric müderrislerine tasaddur eder.

Ve hâric müderrisleri kudat-i kasabata (kaza ve kasaba

kadilari) tasaddur eder. Lâkin bu tasaddur itlâk üzere degildir. Hâriç

müderrisleri ile kudat-i kasabat mâ-beynlerinde (aralarinda) ilim irfan ve zat

ve zaman itibar olunur. Ve bilcümle kasaba kadisi bir zî san (san, söhret

sahibi) kimse olsa elbette hâric müderrislerine tasaddur ettirilir.

Ve medârisin (medreselerin) her sinifinda olan müderrisler,

kendi hempâyelerine tasaddurlari zat ve zaman itibariyledir. Fatih

Kanunnâ-mesinde de belirtildigine göre Sahn müderrisi 500 akça yevmiyeli

mevleviyetlerden birine geçebilirdi. Hâriç ve Dâhil medreselerinde yevmiye 50

akçaya müderrislik yapanlar, yevmiyesi 300 akça olan kadiliga geçebilirlerdi.

Ayni sekilde bunlar, Nisanci veya Defterdarlik gibi önemli memuriyetlere de

geçibilirlerdi. Ayrica Sahn-i Semân müderrisleri protokol (tesrifat)da

sancakbeylerinden önce gelirlerdi.

Bütün bunlardan baska Iç-il denilen Istanbul, Edirne ve

Bursa sehirleriyle bunlarin etraf ve mülhakatindaki medrese müderrislerinden

yevmiye yirmi akça alan bir müderris, kadi olmak istedigi zaman yevmiye 45

akçali bir yere kadi olarak tayin edilirdi.

Osmanlilar döneminde ilk defa tedris (egitim-ögretim)

hayatina baslayacak olan bir ögrenci, muhtasarat denilen dersleri gördükten

sonra Hasiye-i Tecrid medresesine devam eder. Orada muvaffak olursa

müderristen bir belge (icâzet, diploma) almak suretiyle bir yukari derecedeki

Miftah medresesine devam eder. Ondan sonra Kirkli, Hâric ve Dâhil

medreselerinin derslerini gördükten sonra baslangiçta Sahn medreselerine,

Süleymaniye'nin kurulusundan sonra da dilerse Sahn-i Semân'a veya Süleymaniye

medreselerine devam edebilir. Buralari da tamamladiktan sonra icâzet alir.

Yani, kendisine müderrislik yapabilecegine dair diploma verilirdi. Cevdet Pasa,

Sahn medreselerine gelinceye kadar Osmanli dönemindeki talebenin geçtigi

merhaleleri su ifadelerle anlatir:

Ve talebeden biri danismend olmak murad eylese, ibtida

ulemadan bir zata varup Hâric derslerini yani mukaddemat-i ulûmi taallum ve

tahsil ettikten sonra ol zatin tavassut ve delâletiyle müderrisînden birine

varup ve Dâhil derslerini görüp Sahn derslerine kesb-i liyakat eylerdi. Ve

Sahn medreselerine dâhil olabilmek için onlarin idâdiyesi hükmünde bulunan

medreselerde ikmal-i ulûm-i mürettebe etmek lâzim gelirdi ki, bunlara Musila-i

Sahn denilirdi. Ve Sahn medreseleri Fatih Camii Serifi'nin iki tarafindaki

kargir ve kursunlu sekiz medresedir ki, Sahn-i Semân denir. Bunlarda sahib-i

hücre olan talebe, ulema ve fuzelâdan zatlar olup nicesinin telifat-i makbulesi

vardir. Ve bunlarin eskilerine Muid denilir ki, medreselerinde müzakereci olup

bu medreselerin arkalarinda ve idadiyeleri makaminda sekiz Tetimme

medreselerindeki talebeye dahi tedris-i ulûm ederlerdi.

Osmanli medreselerinde icazet alan müderris adayi nevbet

denilen sirayi beklerdi. Anadolu'da müderrislik yapmak isteyenler Anadolu,

Rumeli'de müderrislik yapmak isteyenler de Rumeli kadiaskerinin belli günlerdeki

meclislerine devam edip Matlab denilen deftere (Ruznâme) isimlerini

kaydettirirlerdi. Ebu's-Suûd Efendi'nin Rumeli kadiaskerligine kadar muntazam

bir mülâzemet defteri olmayip herhangi bir sekilde yolunu bulanlar sira

beklemeden mülâzemete geçerken, bundan sonra yedi senede bir mülâzemet usûlü

kanun oldu ki, ulemadan her pâyede olanlarin ne kadar mülâzim verecekleri de bu

dönemde tesbit edildi. Bununla beraber zaman zaman bu kanuna aykiri olarak

degisik zamanlarda mülâzemetler verilir oldu. Ayrica padisah cülûslarinda,

padisahin ilk seferinde, savaslardan müzafferiyetlerle dönüsünde veya sehzâde

dogumlarinda da mülâzemetler verilir oldu.

Medresedeki dersleri sirasiyla görüp icazet alan ve

danismend olan kimse, bundan sonra mülâzemet ve kadiasker defterine kayd

olunarak sira beklerdi. Sirasi gelen müderris adayi en alt seviyedeki Hasiye-i

Tecrid medresesi müderrisligine atanirdi. Bu medrese yirmi ve yirmi besli

medresedir. Buradan terfi edince bir derece yüksek olan otuz, daha sonra otuz

bes akça yevmiyeli Miftah medreselerinden birinin müderrisligine tayin

edilirdi. Böylece en üst kademeye kadar çikabilirdi. Medreseyi bitiren askerî

sinifa geçmek isterse o zaman kendisine yirmi bin akça ile zeâmetin ilk derecesi

verilirdi.

Baslangiçta bütün müderrislerin tayinleri kadiaskerlerin

Pâdisaha arz etmeleriyle yapilirken, XVI. asir ortalarindan itibaren Hasiye-i

Tecrid, Miftah ve Kirkli medreselerin müderrislerinin kadiasker, daha üst

seviyedeki medreselerin müderrislerinin tayinleri ise Seyhülislâm'in sadrazam

vasitasiyla inhasi üzerine olmustur.

Osmanli medreselerinde müderrislik yapmak isteyenler ayrica

bir imtihana tabi tutulurlardi. Sayet bir medresede münhal yer varsa (bos kadro)

ve buraya da birden fazla tâlib bulunuyorsa o zaman imtihan yapilirdi. Bu

imtihan için adaylara bir mesele (problem, tez) verilir, takrirleri dinlenir ve

bir de risâle yazdirilirdi. Jüri tarafindan dinlenen ve sorulara dogru cevab

vermekle birlikte risâlesi kabul edilen aday, müderrislige atanirdi.

Müderrislerin imtihaninda kadiaskerler de hazir bulunurlardi. Imtihan, herkese

açik olarak bir camide yapilirdi. Sorular, müderrislerin seviyesine göre

olurdu.

Osmanlilarda, ilk medresenin kurulusundan ve bilhassa

Fatih'in Semâniye medreselerinden sonra belli bir nizam ve kanuna baglanan

medrese egitimi ile müderrislik, ufak tefek bazi olaylar bir tarafa birakilacak

olursa güzel ve sistemli bir sekilde isliyordu. Fakat XVI. asrin son çeyreginde

degisik sebeplerden dolayi egitim ve ögretim müessesesinde bazi aksakliklar

görülmeye baslanir. Bunlar, medresenin gerilemesine ve hatta ileride çökmesine

sebep olmuslardir. Bu çöküsü durdurmak için zaman zaman basvurulan islâh

çalismalari ve bu ugurda harcanan çabalar ile yapilan teklifler fazla tesirli

olmamis görünmektedir. Bununla beraber biz, genis bir açiklamada bulunmadan

Osmanli medrese ve ilmiye teskilatinin bozulma sebeplerini asagidaki sekilde

ismen zikretmekle iktifa ediyoruz. Bunlar: Nüfus kesâfeti, Devletin diger

müesseselerindeki bozukluklar, Ulemâ-zâdegân sinifinin dogmasi, Ilmiyeye âid

kanun ve geleneklerin çignenmesi, Merkezcilik, Saltanat kavgalari, talebe

isyanlari, bencillik, ilmî hürriyetin olmamasi gibi her biri basli basina çöküs

sebebi olabilecek maddelerdir.

Biraz önce, bozulmaya tesir eden sebebler olarak gördügümüz

hususlarin ortadan kaldirilmasi için degisik zamanlarda fermanlar isdar

edilmisti. Fakat bir türlü medreselerin islâhi veya kendini düzeltmesi gibi arzu

edilen seyler yapilamiyordu. Zamanimizin teknik medeniyetini meydana getiren

yenilesme çaginin gerektirdigi sartlara uymak, degil sadece Osmanli Devleti'nde

bütün bir Islâm dünyasinda mümkün görülemiyordu. Halbuki baslangiçta ilmî

gelismeye çok müsait olan ve günümüz üniversitelerinin egitimi seviyesinde

egitim ve ögretim veren medreselerin bu durumu, pek çok kimseyi üzmekteydi. Zira

medrese, artik kendisini, degisen dünya sartlarina uyduramiyor, ilim, teknik ve

sanatta takib edilen metodlara yabanci kaliyordu. Bu arada, kurulus dönemindeki

kanun ve tüzükleri de hakkiyla tatbik edemiyordu. Iste bunun içindir ki

medreselerin disinda yeni bazi okullarin açilmasina ihtiyaç hasil oldu.

Özellikle 1770'deki Çesme savasindan sonra Osmanli Devleti artik kendisini

yenilemek ihtiyacini hissediyordu. Bu yüzden 18 Kasim 1773 senesinde

Mühendishâne-i Bahri-i Hümayûn adi ile denizcilikle ilgili bir okul, Kaptan-i

Derya Cezayirli Gazi Hasan Pasa'nin teklifi üzerine açilmis oldu. Ilk hocasi da

ayni zat olan bu mekteb, tarih boyunca Osmanli egitim sisteminde bir yenilik

olarak kabul edilir. 10 Mayis 1796 senesinde de (III. Selim devri) kara

kuvvetleri subayi yetistirmek üzere Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun açilmisti.

Burada zamanin gerektirdigi hesap ve geometri konulari ile tarih, cografya,

astronomi gibi ilimler de okutulurdu. 1826'da Tibhâne-i Âmire ve Cerrah-hâne-i

Ma'mûre açilmis olmakla, eskiden beri medrese kisimlari arasinda sayilan

Dâru't-tiblar da medrese disina çikmis oldu.

Daha sonralari degisik isimlerle anilmalarina ve farkli

program tatbik etmelerine ragmen baska mektepler de kuruldu. Bunlardan birkaçini

tarih sirasina göre vermekle yetinmek istiyoruz.

1838 senesinde açilan Mekteb-i Maarif-i Adliye,

1839 senesinde açilan Mekteb-i Ulûm-i Edebiye,

1847 senesinde açilan Dâru'l-Muallim Rüsdî.

1867 senesinde açilan Mekteb-i Sultanî'ler vs. Böylece

medreselerin egitiminden farkli egitim ve ögretim veren ve degisik programlar

uygulayan bu mektepler, bozulmaya ve gittikçe ortadan kalkmaya dogru hizla giden

medreselerin, üzerinde oturdugu araziyi, yavas yavas ellerinden almaya

basladilar. Gerçi ilk bakista bunlar, medreselerin disinda gibi görünmekte

iseler de II. Mesrutiyetin ilanini takib eden sene (1909), medreselerde de

islâhat tesebbüslerine girisilmis, dinî tedrisat yaninda Türkçe, tarih ve

cografya gibi sosyal derslerle, riyaziye, fizik, kimya gibi fen derslerinin

okutulmasi için yapilan tesebbüsten de tam bir netice alinamamisti.

Medreselerde asil islahat, Padisah Sultan Mehmed Resâd

(1909-1918) devrinde, Seyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi'nin

seyhülislâmligi sirasinda ve dört sene süren çalismalar sonunda yapildi. Bu

sirada medreselerde yeni bir sistemin tatbikine geçildi. Bu sistemle ilgili

layiha, 10 Zilkade 1332 (Ekim 1914) tarihli Ceride-i Ilmiye, nüsha-i fevkalâde

de yayinlandi. Islâh-i Medâris Nizâmnâmesinin Esbâb-i Mûcibe Layihasi adi ile

Istanbul'daki bütün medreseler tek isim altinda toplanacaklardir. Bütün Istanbul

medreselerindeki talebeler ayni usûl ve kaideler içinde yetistirileceklerdir.

Bunun temini için de bütün medreselerin tek bir isim altinda toplanmasi

kararlastirilmistir. Islâm hilafetinin merkezinde bulunmasindan dolayi da

bunlara Dâru'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi adi verilmistir. Nizamnâmenin

ikinci maddesinde bu medresenin tâli kism-i evvel, tâli kism-i sâni ve âlî

olmak üzere üç kisma ayrildiklari görülür. Her kisimda dört sene egitim

görülecektir. Her kisim dörder sinif ve her sinif da dörder subeyi muhtevi

olacaktir. Besinci maddede de medresenin idare sekline yer verilmektedir. Buna

göre bu medresenin her kisminda birer müdir-i umûmî (genel müdür), sinif ve

subelerinde de birer müdür bulunur. Sube müdürleri sinif müdürlerine, sinif

müdürleri, müdir-i umûmîlere, müdir-i umumîler ise ders vekâletine

baglanmisti.

Dâru'l-Hilâfe Medresesine alinacak talebenin sayisi tesbit

edilirke de o günkü medrese talebesinin sayisi göz önünde bulundurulmustu. Buna

göre Tâlî siniflara 260, Âlî siniflara ise 200 talebe alinmasi, tedrisatin daha

iyi yürütülebilmesi için de her sinifin dört subeye bölünmesi

kararlastirilmisti.

Dâru'l-Hilafe'nin âli kismini bitirenler veya disaridan

bütün siniflara âid imtihani verenlerden ser'î ilimlerde ihtisas yapmak

isteyenler için Sultan Selim Camiî içindeki Yeni Medrese Medrese-i Cedîdenin

tahsisi ve buna Medresetu'l-Mutehassisîn adi verilerek bir genel müdür

tarafindan ve özel bir yönetmelikle idaresi uygun görülmüstü. Bu medresenin

siniflari kirkar kisilik olacakti.

Dâru'l-Hilâfe medresesinde okuyacak talebenin haftada 24

saat ders görmesi gerekiyordu. Bu derslerin isim ve saatleri, Ceride-i

Ilmiye'deki programlara dayanilarak Mübahat S. Kütükoglu tarafindan tesbit

edilmis ve semasi çikarilmistir. Bir senelik ögretimden sonra müfredat

programinda bazi degisiklikler yapilmis ve Ingilizce, Fransizca, Almanca veya

Rusçadan birini geçen talebe bu dili ögrenmek zorunda birakilmisti. Ayrica

hergün münasib bir zamanda gösterilecek olan beden terbiyesi (egitimi) dersi

de bu programa ilave edilmisti.

Dâru'l-Hilâfe medreselerinde dinî ilimler yaninda müsbet

ilimlerin de tedris edilmesi, 1923 senesinde Ismail Hakki Baltacioglu'nun

Bugünkü medrese kimyayi camilerde mihraba kadar sokmustur sözlerine göre

modern bir egitim müessesesi haline gelmisti. Yeni bir sistem ve asrin

icablarina göre kurulan bu medreseler, akademik bir hüviyet kazanmislardi.

Medresetu'l-Mütehassisinin her üç subesinde 500, Dâru'l-Hilâfe medreselerinde

ise 7000'e yaklasan bir ögrenci mevcudu vardi. Ayrica, Türkiye Büyük Millet

Meclisi hükümeti tarafindan çikarilan bir nizamnâme ile Anadolu'nun pekçok

yerinde hatta büyük köylerde bile imam ve hatip ihtiyacini karsilamak için

açilan medreselerin sayisi 465, talebesi de 16.000 civarinda idi. Cumhuriyetin

ilânindan dört ay sonra 3 Mart 1924 tarihinde Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve

50 arkadasinin teklifi üzerine Ser'iyye ve ve Evkaf Vekâleti'nin lagvedilir.

Ayni tarihte Saruhan mebusu Vâsif Bey ile 50 arkadaiin takriri üzerine

görüsmesiz kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün medreseler Maarif

Vekâletine devredilmisti. O zamana kadar bu medreselerde egitimine devam eden

ögrenciler Dâru'l-fünûn bünyesinde açilan Ilahiyat Fakültesine

naklolunmuslardi.

Osmanli Devleti'nde kurulusundan beri itina ile üzerinde

durulan egitim ve ögretim sistemi, daha sonralari degisik sebeblerden dolayi

geregi gibi uygulanamamis ve hatta eski kanunlar bile tatbik edilemez olmustu.

Bilhassa Fatih ve Kanunî devirlerindeki medreselerin, devirlerine göre bir irfan

yuvasi olmalari artik mazide kalmisti. Ne talebe ne de hoca kadrosunda yeni

metodlarin tatbiki düsünülmemisti. Bu yüzden bozulmaya yüz tutan medreselerin

islâhi için çalismalar yapilmisti. Bu sebeple farkli isimlerle degisik

tarihlerde çesitli okullarin açildigina daha önce temas edilmisti.

Bilindigi gibi Osmanli Devleti'nde köklü degisiklikler

Sultan II. Mahmud zamaninda yapildi. Onun için biz de önemine binaen bu dönemde

ilk egitimi mecburi kilan II. Mahmud'un fermanini buraya aynen almak

istiyoruz.

Istanbul ve bilâd-i selâse kadilarina hitaben yazilan

fermanin metni söyledir:

Cümleye ma'lumdur ki, ümmet-i Muhammed'denim diyen kâffe-i

ehl-i Islâm'a göre ibtida serâit-i islâmiyeyi ve akaid-i diniyesini ögrenip

bilmek ba'dehû iktisâb-i maiset için kangi dirlige sulûk edecek ise etmek.

Ve'l-hasil her bir seyden evvel zaruriyat-i diniyyeyi ögrenmekligi umur-i

dünyeviyenin cümlesine takdim eylemek lâzim iken bir zamandan beri ekser-i nâs

analarinin ve babalarinin seyyiesi olarak kendileri kaldiklari misillû

evladlarinin cahil kalmasini düsünmeyerek ve Rezzak-i âlem olan Hak Sübhanehu ve

Taala Hazretlerine adem-i tevekkül ile hemen akça kazanmak daiyesine düserek

çocuklari bes alti yasina vardigi gibi mektepten alip ehl-i hiref (sanatkâr)

yanina sâkirdlige verdiklerinden o makûle sabiler küçükten cehaletle büyüyüp

sonra dahi okuyup ögrenmeye heves etmediklerine binaen vizr ve veballeri

analirinin ve babalarinin boynuna olup yevm-i kiyamette bir taraftan bunlar

giriftar-i mes'uliyet ve bir taraftan kendileri duçar-i hiyz u nedâmet

olacaklarindan baska maazallahi Taala zamaneyi cehâlet istiabiyle ekser halk

diyanetten bi haber olduklarindan bu keyfiyet nusretsizlige sebeb-i mustakil

olup Aseman-Allahu Teâlâ böyle giderse min kibeli'r-Rahman terbiye-i sedideyi

müstelzim olacagi erbab-i basirete zâhir ve hüveyda olmaktan nâsi ibâd-i

müslimini o misillû dünya ve ahiret ukubatindan tahlis ve siyânet lâzim gelmekle

imdi emr-i dinde serm ve istihya câiz olmadigina binaen simdiye kadar câhil

kalmis olan genç ve ihtiyar bi'l-cümle ümmet-i Muhammed, cahilligin DAREYN'de

(dünya ve ahiret) vehametini düsünüp ve bu babta birbirinden utanmayarak hemen

Hak'dan utanip kendileri bulunduklari kâr, kisb ve san'at ve hizmetleri arasinda

bilmedikleri mesâil-i diniyye ve akaîd-i islâmiyelerini dahi ögrenip bilmekle

hasbe'l-imkân sa'y ve gayret ve ol vechle kendilerini Dâreyn selâmetligine

irgürmekle sarf ve sa'y ve makderet eylemeleri fariza-i uhde-i diyânetleri

oldugundan baska fî mâ ba'd, herkes evladlarini mürahik derecesine varmadikça ve

ilmihal ve serait-i islâmiyesini lâyikiyle taallum etmedikçe mektepten alip

ustaya vermemek ve murahik olup ustaya vermek derecesine geldikte babasi, babasi

yok ise sâir velisi olan kimesne murahik derecesinde oldugunu eger Istanbul

sekenesinden ise Istanbul kadisi olan efendi tarafina ve Eyyüb ve Üsküdar ve

Galata sükkânindan iseler kadilari efendiler taraflarina, mektep hocasiyle

beraber varup ve çocugu dahi getürüp gösterip taraf-i ser'den yedlerine memhur

(mühürlü) izin tezkiresi almak ve izin tezkiresi almadikça esnaf taifesi

sakirdlige almamak; ve sakirdlige alinmakla esnaf kethüdalarinin dahi re'y ve

marifetleri munzam olmak lâzimeden olduguna binaen sâyet esnaftan biri o makule

tezkiresiz çocugu sâkirdlige alur ve babasi ve validesi verir ise okudugu

mektebin hocasi veyahut mahallesinin imami dogru kadi efendilere haber vermek ve

kadi efendiler dahi bu keyfiyeti ihyay-i din-i mübin kaziyesine mebni oldugundan

taraflarindan taharri olunarak (arastirilarak) izin tezkiresi almaksizin san'ata

verilmis sabi bulunur ise alani ve vereni ve ol esnafin kethüdasini ve haber

vermedigi için mektep hocasini li ecli't-te'dib Bâb-i Âliye inha eylemek.

Anasiz-babasiz yetim çocuklar olup da kimesnesizligi sebebiyle zarurî (olarak)

bir usta yaninda veyahud bir kimesnenin terbiyesinde bulunur ise ustasi ve gerek

mürebbisi olan adam sirf san'at ögrenmeklige ve hizmete hasr etmeyerek günde iki

defa mektebe gönderip mürahik oluncaya kadar okutturmak ve kezalik el-haletü

hazihî, ustalarda bulunan çocuklar dahi bi tipkiha bu nizama dâhil olarak anasi,

babasi veya sâir velisi olanlar ustadan alup mektebe vermek ve kimsesiz olanlari

dahi ustalari mektebe verip câhil kalmamasina dikkat etmek ve mektep hocalari

dahi mekteplerde bulunan çocuklari güzelce okutup Kur'an-i Azimü's-sâni ta'lim

akabinde her bir çocugun haysiyet ve istidadina göre tecvid ve ilmihal misillû

risâleler okutarak serâit-i Islâmiye ve akaid-i diniyelerini ögrenmeklige sa'y

ve ikdam eylemek üzere ale'l-umûm tenbih ve ikaz olunmasina irâde-i seniye

suduriyle keyfiyet bilâd-i selâse kadilari efendilere baska baska bâ fermân-i

âlî tenbih kilinmis olmagla siz dahi âsitanede kâin bi'l-cümle mahallat

imamlarini ve mektep hocalarini ve esnaf kethüdalarini tarafiniza celb ederek

tenbihat-i mezkûreyi gûs-i hûslarina telkin ve tefhîm ve is bu fermân-i âlînin

birer mamzâ (imzali) suretlerini dahi yedlerine ita birle imamlar mahalleleri

ahalilerine ve kethüdalar dahi esnaflarina okuyup anlatmak ve mektep hocalari

bilip mûcibiyle amel etmek üzere cümlesine geregi gibi tenbih ve te'kide

mübaderet ve bi-tevfikihi isbu nizam ve tenbihatin ale'd-devam icra ve istikrari

vesâilini istihsâle tarafinizdan dahi bizzat ihtimam ve dikkat eyliyesiz deyü

buyruldu.

IHTISAS MEDRESELERI

Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis

edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki

bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi

gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli

branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm

dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam

ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib

olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile

bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli

öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu

medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab

etmektedir.

DÂRU'L-KURRA

Yer, mekân, ev gibi anlamlara gelen dar ile okuyan

anlamindaki kari kelimesinin çogulu olan kurra kelimelerinden meydana gelen

Dâru'l-Kurra, Kur'an-i Kerim'in ögretildigi, bir bölümünün veya tamaminin

ezberletildigi ve kiraat vecihlerinin talim ettirildigi mektepler için

kullanilmistir. Bazi Müslüman devletlerde bu müesseselere Dâru'l-Kur'an ve

Dâru'l-Huffaz gibi isimler de verilmistir.

Bilindigi gibi Hz. Peygamber, daha bi'setin (Peygamberlik ve

vahyin gelisi) dördüncü senesinde kendi evinden baska gizlice egitim ve ögretim

fayetlerinde bulunmak üzere, Safâ tepesinin eteklerinde bulunan ve Beni Mahzûm

kabilesinden olan Erkam'in evini kullanmaya baslar. Hz. Peygamber burada hem

Müslümanlara, hem de kendisini dinlemek ve buna göre karar vermek isteyenlere

Kur'an okuyup ögretiyordu. Böylece burada özellikle Müslümanlara hem Kur'an

ögretiyor, hem de inanç ve sabir konusunda onlari egitiyordu. Bunlari nazar-i

itibara aldigimiz zaman vahyin baslangicinda kendi evindeki ilk ögretimi bir

tarafa birakacak olursak, Islâm dünyasindaki ilk dâru'l-kurranin Erkam b.

Ebu'l-Erkam'in evindeki bu dâru'l-kurra, ilk hocanin da bizzat Resulullah oldugu

söylenebilir.

Islâm yayilis tarihinde bir dönüm noktasi olarak kabul

edilen Akabe bey'atlarindan sonra Hz. Peygamber, Yesriblilere (Medine) Kur'an

muallimi (ögreticisi) olarak Mus'ab b. Umeyr'i göndermisti. Böylece, daha

kendisi ve ashabi oraya varmadan, oradaki Müslümanlarin gerek Kur'an, gerekse bu

sayede Islâm'i ögrenmelerine imkân saglamisti.

Mekke'nin fethinden sonra vilayetlere tayin ettigi

valilerden bir kismi, ayni zamanda Kur'an muallimi idi. Bugün,

Mescidu'n-Nebevî dedigimiz mescidinde çesitli vesilelerle bizzat kendisi

Kur'an ögretirken, Suffa'da da hem kendisi hem de Ubâde b. Sâmit gibi kimseler

bu konuda ona yardimci oluyorlardi. Bu sayede Suffa ashabi da Kur'an ögrenmis

oluyordu. Keza o, mescidlerde Kur'an derslerini tesvik ediyordu. Nitekim,

Sahih-i Müslim'de belirtildigine göre Yahya b. Yahya et-Temimî'nin Ebû

Hüreyre'den nakledilen uzunca bir hadisinde Resulullah: Allah'in evlerinden

birinde, Allah'in kitabini okumak ve kendi aralarinda mütalaa etmek (tedârüs)

üzere toplanan her topluluga Allah, sekinet (iç huzuru, rahatlik) verir, onlari

rahmet kaplar, çevrelerinde melekler toplanir ve Allah, onlari meleklerin

yaninda anar. Gerek bu hadis, gerekse daha baska birçok hadiste Kur'an ve

onunla ilgili ilmin ögrenilmesinin önemi üzerinde durulur.

Hz. Peygamber'in, Kur'an ögrenmenin önemli vasitalarindan

biri olan okuma yazmaya karsi olan ilgisini ortaya koyan olaylardan biri sudur:

Bedir savasinda harp esiri olarak karsi taraftan ele geçen her bir esir için

dört bin dirheme kadar fiyd-i necât (kurtulus akçasi) takdir edilmis iken,

bunlarin okuma yazma bilenlerinden her biri, Medine'li on Müslüman çocuga bunu

ögretmek karsiliginda hürriyetlerine kavusabileceklerdi. Zeyd b. Sâbit,

bunlardan okuma yazma ögrenen Ensar çocuklarindan biridir.

Dokuz mescidde egitim ve ögretimin devam ettigi Medine'den

baska, fethedilen veya yeni kurulan merkezlerde ashabin kiraatta mahir olanlari

dersler veriyordu. Dimask (Sam)'da Ümeyye Câmii'ndeki ders halkalarinin bir çogu

kiraatla ilgiliydi. Ebu'd-Derdâ burada Kur'an tâlim ettigi için Muallimu's-Sam

veya Kâriu's-Sam ünvaniyla anilmisti. Ögrenci sayisinin zaman zaman 1500

sayisinin üstüne çikmasi,onun derslerine olan ragbeti gösterir. Ebu'd-Derda

vefat etmeden önce, kiraatini takdir ettigi Fedâle b. Ubeyd el-Ensârî'yi yerine

hoca olarak görevlendirmesi için Sam Valisi Muaviye b. Ebi Süfyan'a tavsiyede

bulunmustu. Öyle anlasiliyor ki bu durum (kiraat ilmi ile ilgilenme) burada uzun

süre devam etmisti. Nitekim seyahatlari sirasinda Dimask'a da ugrayan Ibn Cübeyr

(539-614/1144-1217), bu sehirdeki Ümeyye Camii'nde bütün gün devam eden Kur'an

dersleri hakkinda tafsilatli bilgi verir. Buna göre sabah namazindan sonra

Sub' denilen meclisle baslayan kiraat dersleri, ikindiden sonra Kevseriye

adi verilen derslerle devam ederdi. Burada kendilerine Kevserî denilen ve

Kur'an'i ezberlemede güçlük çeken yüzlerce kisiye el-Kevser sûresinden itibaren

namaz sûreleri ögretilirdi. Birçok merkezde Kur'an dersleri veren ashabtan

itibaren, tabiîn ve tebeu't-tabiîn dönemlerinde degisik lehçelere göre okuyus

tarzlari sekillenmeye baslar. Kur'an-i Kerim'in yedi harf üzerine indirilmesi,

onun yedi lehçe ile okunmasina ve buna bagli olarak kiraat ilminin dogmasina

sebep olmustur. Bizzat Hz. Peygamber, Kur'an'i yedi kiraatla okumus ve bunu

ashabina da ögretmisti.

Müslümanlar, hicrî ikinci asrin baslarinda, ashabtan

nakledilen bu yedi kiraati temsil eden Kurralar etrafinda toplanarak onlari

ögrenmeye basladilar. Böylece câmilerde veya özel yerlerde kurralar etrafinda

tesekkül eden halakalarla kiraat ilmi tahsil edilmeye baslandi. Mekke'de

Abdullah b. Kesir (öl. 120/737), Medine'de Nâfi b. Abdurrahman (öl. 169/785),

Sam'da Ibn Âmir (öl. 118/736), Basra'da Ebû Amr b. Alâ (öl. 154/770) ve Yakub

(öl. 205/820), Kûfe'de Hamza b. Habib (öl. 188/803) ile Âsim b. Behdele (öl.

127/744) gibi kimselerin etrafinda ilk kiraat halakalari meydana geldi. Daha

sonra bu mevzudaki çalismalara ilaveten saz kiraatlarla ondört kiraat (Kiraat-i

erbaa asere) dogdu ki bu konuda birçok eser telif edilmistir. Bu mahsuller,

Kurra halakalari, Dâru'l-Kur'anlar, Dâru'l-huffazlar ve

Dâru'l-kurralarin müfredatini meydana getirmisti. Buralarda, Kur'an'daki

kelime ve ibârelerin telaffuzu ile okunustaki ihtilaflari, nakledenlere isnad

ederek bildiren Ilm-i Kiraat tahsil edilmistir.

Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari dönemlerinde bu

müesseseler Dâru'l-huffaz adini almis olup baslica Selçuklular devrinde

Konya'da Sâhib Atâ, Ferhûniye (700/1300), Sa'duddin Ömer, Nasuh Bey (715/1315);

Karamanogullari döneminde Haci Yahya Bey,Hoca Salman, Has Yusuf Aga, Kadi

Imaduddin ve Haci Semseddin Dâru'l-huffazlari tesis olunmustur.

Bilindigi gibi Islâm dünyasinda camiler, uzun süre birçok

fonksiyonu birden icra eden mekan olma özelligini koruyorlardi. Bununla beraber

egitim ve ögretim faaliyetleri bakimindan da Kur'an ve hadis tahsilinin merkezi

özelligini muhafaza ettiler. Buralarda ileri seviyede Kur'an ögrenimi için

olusturulan ders halakalari subÕ ve tasdir diye anildi. Kiraat hocasina

seyhu'l-kiraa, görevine de mesihatu'l-kiraa denildi. Sehir câmilerinde

yürütülen Kur'an okutma faaliyeti mesihatu'l-mescid, ordugâhlarda yürütülen

faaliyetler mesihatu'l-cünd ismini aldi. Bu sonuncunun hocalarina

kâriu'l-cünd de denirdi.

Öyle anlasiliyor ki, Kur'an egitimi için açilan bu

müesseselere Islâm dünyasinin hemen her yer ve bölgesinde büyük bir önem

verilmistir. Zira burada hem Kur'an'in okunmasi, hem ezberlenmesi, hem de bazi

görevlerin yapilmasi bakimindan böyle bir mekâna ihtiyaç vardi. Kaldi ki bu ilim

sayesinde Allah kelâmi ögreniliyor ve bunun karsiliginda da sevab kazaniliyordu.

Iste bu sebeple her dönemde oldugu gibi Osmanli döneminde de bu isimle ve özel

bir ihtimamla açilan adi geçen müesseseyi görmek mümkün olmaktadir.

Osmanli egitim ve ögretim sistemi içinde yer alan ihtisas

medreselerinden biri de dâru'l-kurralardir. Osmanlilardan önce oldugu gibi

Osmanlilarda da kariler ile câmi hizmetlileri genellikle bu müesseselerden

yetisirlerdi. Sibyan mektebini bitiren veya o seviyede özel bir ögrenim görmüs

olan bir talebe, bu müesseselerde okumak istedigi zaman, önce en alt seviyedeki

bir dâru'l-kurraya girer ve orada hifzini tamamladiktan sonra yüksek seviyedeki

bir dâru'l-kurraya devam ederdi. Buralarda ilm-i kiraat ve ilm-i maharic-i

hurûfu ögrenirdi.

Osmanlilar'in, dâru'l-kurralara büyük bir önem verdikleri

anlasilmaktadir. Zira gezdigi yerlerdeki dâru'l-kurralarin bazi özellikleri

hakkinda bilgi veren Evliya Çelebi (1611-1682), kendi asrinda oldukça fazla

sayida dâru'l-kurradan söz etmektedir. Nitekim onun verdigi bilgiye göre

Amasya'da dokuz dâru'l-kurra vardi. Bunlardan sadece Sultan Bâyezid

dâru'l-kurrasinda 300'den fazla hafiz bulunmakta idi. Bunlarin arasinda kiraat-i

seb'a, asere ve takribi bilenler de vardi. Ilk bakista abartili gibi görünen bu

bilgi, Amasya Tarihi yazari Hüseyin Hüsameddin'in buradaki mevcud sekiz

dâru'l-kurra hakkinda ayrintili bilgi vermesi, Seyahatnâmedeki sayinin

abartilmamis oldugunu göstermektedir.

Gerçekten, Evliya Çelebi, gezdigi bütün Osmanli

sehirlerindeki dâru'l-kurralar hakkinda tafsilatli bilgiler vermektedir. Nitekim

Istanbul, Edirne, Bursa, Erzurum gibi hemen her yerde bir veya daha fazla

dâru'l-kurra oldugu anlasilmaktadir. Nitekim Basbakanlik Osmanli Arsivi'nin

sadece Cevdet Tasnifinin Evkaf ve Maarif bölümlerine bakildigi zaman bile

karsimiza sayisiz dâru'l-kurra çikacaktir ki, bunlarin büyük bir kismi halk

tarafindan vakif suretiyle yapilmis olanlardir. Halkin, dâru'l-kurralara olan bu

ilgisi son zamanlara kadar devam etmis görünmektedir. Biz, örnek olmasi

bakimindan sadece iki dâru'l-kurra ile ilgili iki arzdan (dilekçe) bir iki cümle

nakletmekle yetinmek istiyoruz:

a. Der-i devlet mekine arz-i dâi-i kemine oldur ki,

medine-i Izmir'de Hasan Hoca Mahallesi'nde Keçeciler sükunda vaki Haci Emine

Hatun binti Mustafa Efendi medrese-i dâru'l-kurrasi vakfindan almak üzere bâ

berât-i âli vazife-i muayene ile seyhu'l-kurra ve müderris olan...

b. Der-i devlet mekine arz-i dâi kemine oldur ki, nezâret-i

dâilerinde âsûde evkaftan Istanbul'da merhum Üveys Bey'in dâru'l-kurra vakfindan

almak üzere... diye devam eden belgelerdeki bilgiler, bize dâru'l-kurralarin

diger Osmanli medreseleri gibi vakiflara bagli oldugunu da

göstermektedir.

Dâru'l-kurralar, oralarda ögretilen ilimlerle alakasi

bakimindan daha çok câmiler içinde veya çevresinde tesis edilmislerdir. Bugünkü

bilgilerimize göre Osmanlilarin ilk dâru'l-kurrasi Bursa'daki Yildirim Bâyezid

dâru'l-kurrasidir. Bu dâru'l-kurra, Imam Cezerî'nin gelisiyle Ulu Cami'de

açilmisti. Evliya Çelebi, Istanbul dâru'l-kurralarindan bahsederken evvela ne

kadar selâtin camileri, vüzera ve gayri ayân-i kibar camileri varsa her

birisinde mutlaka birer dâru'l-kurra bulunur dedikten sonra müstakil

dâru'l-kurralarin isimlerini vermektedir. Böylece Osmanlilarda da, Anadolu

Selçuklulari ile Karamanogullari'nin dâru'l-huffazlari gibi müstakil binalari

bulunan dâru'l-kurralarin mevcudiyetine sahid olmaktayiz.

Osmanli dâru'l-kurralarinda ders kitabi olarak Semseddin

Muhammed b. Muhammed el-Cezerî (öl. 833/1429)'nin bizde Cezerî diye söhret

bulan eseri, ayrica Ebû Muhammed es-Sâtibî'nin Sâtibî diye meshur olan

Kaside-i Lâmiyesi okutulurdu. Bundan baska Cezerî'nin Sâtibî'ye yaptigi

Fethu'l-Vahid adli serhi, Osmanli dâru'l-kurralarinda okutulurdu.

Öyle anlasiliyor ki, Osmanli dâru'l-kurralari, Yildirim

Bâyezid devrinde 798 (1395)'de Bursa'ya gelen Imam Cezerî vasitasiyla Sâtibî ve

Cezerî tesirinde gelisme göstermislerdir. XVI. asirda Kanunî Sultan Süleyman'in

emriyle Sokullu Mehmed Pasa, Misir'da Kur'an ögretimiyle söhret bulan Seyh

Ahmedu'l-Misrî'yi Istanbul'a celb ederek Eyyub Camii imamligina tayin etmis ve

bu zat, 1006 (1597) tarihine kadar bu câmide Teysir Tariki ile kiraat

okutmustu. Bu zatin yetistirmis oldugu talebeleri, Osmanli Devleti'nin muhtelif

sehirlerine dagilarak kiraat ilmini okutmuslardir. Hicrî 1000 (M. 1591)

tarihinden sonra Teysir Tariki, Islâmbol Tariki adiyla meshur olmaya

baslamisti.

Gerek ezberletilmek istenilen Kur'an-i Kerim'in, gerekse

ögretilmek istenilen diger ilimlerin özellikleri bakimindan dâru'l-kurralarda

sik sik tekrar ve uygulamaya dayanan bir ögretim metodunun takib edildigi

anlasilmaktadir. Bu uygulamada câmiler, âdeta birer labaratuar olarak

kullanilmislardir. Bununla beraber dâru'l-kurra mezunlarinin imâmet ve

müezzinlik gibi câmi hizmetleri de yapabilecekleri göz önüne alinarak itikad ve

amele müteallik yeterli ilm-i hal bilgilerinin, diger medreselerde takib edilen

metodlarla tedris olunmalari gerekir.

Türkiye'deki dâru'l-kurralar, 3 Mart 1924 tarih ve 430

sayili Tevhid-i Tedrisât Kanunu'nun 2. maddesi geregince bütün diger okullar

gibi Maarif Vekâleti'ne baglanmak istenmisse de zamanin Diyanet Isleri Baskani

Rifat Börekçi'nin, bu kurumlarin birer ihtisas okulu olduklari için baskanliga

bagli olarak ögretime devam etmesi gerektigi yolundaki israrlari sonucu, Kur'an

kurslarina dönüserek varliklarini devam ettirme imkâni

bulmuslardir.

DÂRU'L-HADIS

Yer, mekân, ev gibi anlamlara gelen dâr ile hadis

kelimelerinden meydana gelen Dâru'l-hadis, Hz. Peygamber'in söz fiil ve

takrirlerinden ibaret olan hadis tedris ve tedkiklerinin yapildigi yer demektir.

Bunun içindir ki bu müesseselere dâru's-sünne, dâru's-sünneti'n-nebeviye

veya dâru's-sünneti'l-Muhammediye gibi isimler de verilmistir.

Hz. Peygamber'in, vahyin ilk yillarinda Mekke'de ilk

dersleri verdigi Erkam b. Ebu'l-Erkam'in evi, ilk dâru'l-kurra olarak kabul

edilebilecegi gibi, ilk dâru'l-hadis olarak da kabul edilebilir.

Islâm tarihi boyunca mescidlerde degisik ilimlerin

okutuldugu meclislerin kuruldugu bilinmektedir.Fakat zamanla bilhassa hadis

ögrenimi için mescidler çok önemli görevler yüklendiler. Genel olarak hadislerin

müzakere edilip yazdirildigi meclislere meclisü'l-ilm veya meclisü'l-imlâ

denirdi. Bu meclislere, talebenin hocanin etrafinda toplanmasindan dolayi Hz.

Peygamber döneminden itibaren halaka da denilmistir.

Dâru'l-hadis adi ile ilk defa müstakil bir ögretim

müessesesi, Haleb Atabeklerinden Nureddin Mahmud b. Zengi (541-569 / 1146-1174)

tarafindan Sam (Dimask)'da açilmistir. Bu dâru'l-hadis, kurucusuna nisbetle

en-Nuriye diye adlandirilmistir. Bu müessese, büyük muhaddis ve tarihçi Ibn

Asakir (öl. 571 / 1175) adina yaptirilmistir. Bunlarin ikincisi Musul'da açilmis

olup, bunlari takiben Eyyubîler'den el-Melikü'l-Kâmil,

el-Medresetu'l-Kâmiliyye (622/1225)'yi, el-Melikü'l-Esref de Sam'da

el-Medresetu'l-Esrefiyye'yi tesis ettiler. Yine bu siralarda Seyfeddin Mahmud

b. Urve (öl. 620/1223) adina Dâru'l-Hadis-i Urviyyenin Sam'da (Dimask) Ümeyye

Câmii dâhilinde açildigini ögrenmekteyiz. Bu ilk dönemden sonra pek çok yerde

benzer isimle ögretim müesseselerinin açildigi görülmektedir. Nitekim Osmanli

öncesi Anadolu sehirlerinde de bu gaye ile kurulmus ihtisas medreselerine

tesadüf edilmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin meshur veziri Sâhib Atâ,

Konya'da Ince Minare Dâru'l-hadisi'ni, Ilhanli veziri Semseddin Cüveynî,

Sivas'ta Çifte Minare Dâru'l-Hadisi (670/1271-72)'ni kurmuslardi.

Öyle anlasiliyor ki, Osmanli öncesinde de Dâru'l-hadis

hocaliginin payesi en yüksek payelerden biridir. Burada hocalik yapabilecek

olanlarin hadis ilminde en üst seviyede bir bilgiye sahip olmasi gerektigi gibi

rivayet ve dirayet ilmini en iyi bilenlerden olmalidir.

Dâru'l-hadis gelenegini devam ettiren Osmanlilar da hadis

ilminin egitim ve ögretimi için ayni isimle müstakil eserler kurdular.

Osmanlilar döneminde ilk dâru'l-hadisin Sultan I. Murad döneminde Çandarli

Hayreddin Pasa tarafindan iznik'te yaptirildigi bilinmektedir. Ancak bu eserden

günümüze hiç bir iz kalmamistir. Bundan baska Bursa'da Kale içinde Yerkapi

yakinindaki dâru'l-hadis sahasindan bahsedilmis olmasi, bu bölgede de daha

devletin kurulus döneminde bir dâru'l-hadis yapildigini düsünmemize imkân

vermektedir. Bununla beraber ilk devir Osmanli dâru'l-hadislerinin en meshuru,

Sultan II. Murad tarafindan Edirne'de Tunca nehrinin kenarinda 1435 senesi

Nisan'inda yaptirilan dâru'l-hadistir. Bu dâru'l-hadis, Osmanli medrese

teskilâtinda bir dönüm noktasi olarak görülmektedir. Bugün, binasindan hiçbir iz

kalmayan bu dâru'l-hadisin ilk müderrisi Fahreddin-i Acemî'dir. Tabakat

kitaplarinin verdigi bilgiler isiginda bu medresenin baslangicindan XVIII.

yüzyila kadar olan müderris kadrosunu tesbit etmek mümkündür.

Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'u fethinden sonra burada

yaptirilan Fatih külliyesi bünyesinde dâru'l-hadis bulunmadigina daha önce temas

edilmisti. Muhtemelen Fâtih, babasi Sultan II. Murad'in Edirne'de yaptirip ve

yüksek bir pâye verdigi Dâru'l-Hadis Medresesi'ni ikinci plana düsürmemek için

Istanbul'da kurdugu külliyesinde dâru'l-hadise yer vermemistir. Nitekim bu

devirde Edirne Dâru'l-hadisi ile Fatih Semâniye Medreseleri'nin müderrisleri

ayni pâyeye sahip olup her ikisi de günde (yevmiye) 50 akça aliyordu. Gerçekten

Fâtih Sultan Mehmed, daha sonra kendisine hoca ve vezir edinecegi Sinan Pasa'yi

Edirne Dâru'l-hadisi'ne müderris tayin etmisti. Bundan sonra gerek bizzat Fâtih,

gerekse ondan sonra gelen Osmanli Padisahlari'nin zamanlarinda birçok

Dâru'l-hadis yaptirilmistir. Böylece sayilarinda büyük bir artis görülen

dâru'l-hadisler, bânilerinin isimleri ile zikredilmeye baslanir. Nitekim

Istanbul'daki ilk dâru'l-hadisin Kanunî tarafindan açilmis olmasindan dolayi

Süleymaniye Dâru'l-hadisi adini aldigini biliyoruz. Dâru'l-hadislerin bu

artisi, Osmanli ülkesinin her tarafina yayilmis bulunuyordu. Sadece Istanbul'da

hicrî 1300 (miladî 1882) senesinde yapilan nüfus sayimi için bastirilan

istatistige göre Istanbul'da bulunan dâru'l-hadislerin isim ve sayilarini

ögrenebiliyoruz. Buna göre belirtilen senede Istanbul'da mevcud olan ve

faaliyetlerine devam eden dâru'l-hadisler sunlardir: Haci Besir Aga (Eyyup'te

Baba Haydar), Izzet Efendi (Sultan Selim'de Çiragi Hamza), Misli Ali Efendi

(Otlukçu Yokusu), Hulusi Efendi (Otlukçu Yokusu), Bosnevî (Horhor), Baba Mahmud

Bekir Aga (Sehzâdebasi), Papaz-zâde (Koska), Damad Ibrahim Pasa (Sehzâdebasi),

Hasan Aga (Kalender-hâne), Süleymaniye (Tiryaki Çarsisi) ve Süleymaniye

(Dökmeciler). Burada hemen sunu de belirtelim ki, Istanbul medreseleri arasinda,

baslangiçta dâru'l-hadis iken sonradan terk edilenler bulundugu gibi,

baslangiçta dâru'l-hadis olmayip sonradan dâru'l-hadis haline getirilenler de

vardir.

Osmanli dâru'l-hadislerinde hadis ve ilimlerinden baska

tefsir gibi diger Islâmî ilimlerin de okutuldugu anlasilmaktadir. Hadisten

Buharî, Müslim, Mesarik gibi muteber eser ve serhleri okutulurdu. Bu

medreselerde ders okutan müderrislere Muhaddis denirdi. Buralara ögrenci

olarak girebilmek için genel egitim veren medreseleri ikmâl etmek gerekirdi.

Dâru'l-hadisler de kendi aralarinda çesitli seviye ve kademelere

ayrilirlardi.

Burada sunu da belirtmek gerekir ki Osmanli

dâru'l-hadislerinde okutulan hadis, baska bir ifadeyle ders kitaplari meselesi

kesin olarak açikliga kavusturulmus degildir. Biraz önce ders kitaplarindan bahs

ederken, okutulduklarini söyledigimiz kitaplar, daha ziyade Süleymaniye

Külliyesi Vakfiyesi'nin dâru'l-hadisle ilgili bölümünde müderrisin vasiflari

sayilirken bazi kelimelerin birer sifat mi, yoksa bu isimleri tasiyan Mesabih ve

Mesarik gibi hadis kitaplarinin isimlerini tasiyan eserlere mi ait oldugu kesin

olarak anlasilamamaktadir. Biraz önce temas edilen Buharî ve Müslim bir tarafa

birakilacak olursa herhalde hadisten okunacak kitaplar vakif sahibi tarafindan

degil, müderrisin kendi arzusu istikametinde olmustur.

Mimarî yönden genel medreselerden farkli olmayan

dâru'l-hadisler, halkin egitilmesinde, birlik ve beraberligin saglanmasinda

hizmet veren egitim müesseselerinden biri olmuslardir. Gerek kurulus döneminde,

gerekse duraklama ve gerileme dönemlerinde büyük hizmetler görmüslerdi. DÂRU'T-TIB

Islâm dünyasinda tib egitim ve ögretimi ile tedavinin

birlikte yürütüldügü müesseseler, Dâru't-tib, Dâru's-sifa, Dâru's-sihha,

Dâru'l-merza, Sifahâne, Mâristan,Bimaristan, Dâru'l-afiye ve

Bimarhane gibi isimlerle anilmaktadir.

Islâm'dan önce Arap tibbi, genellikle tecrübeye dayaniyordu.

Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç

olarak kullaniyorlardi. Islâm'in gelisi ile tib için yeni ufuk ve kapilar

açilmaya baslandi. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, doktorlarla istisare ve görüsmeyi

tesvik ediyor, onlarin bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu. Hatta bu

konuda o, doktorlarin Müslüman olup olmamasina da bakmiyordu. Nitekim Veda Hacci

esnasinda hastalanan Sa'd b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap

tabibi ve henüz Müslüman olmamis bulunan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den

istemisti.

Islâm tarihinde tip ilmi ile mesgul olma ve tedavi için

hastahâne kurulmasinin gerektigi anlayisi, Hz. Peygamber dönemine kadar

uzanmaktadir. Nitekim Hendek Gazvesi (Savasi) esnasinda yaralanan Sa'd b. Muaz

ile diger yaralilar için seyyar savas hastahânesi diyebilecegimiz bir

hastahânenin (Rüfeyde Çadiri), mescidin yanina kurulmasini emreden ve

yaralilarin buraya kaldirilip tedavi edilmesini isteyen Hz. Peygamber, Eslem

kabilesinden olan Rüfeyde el-Ensariye adindaki kadinin, bu çadirda yaralilari

tedavi etmesini de istemisti. Böyle bir uygulama sayesinde biz, Hz.

Peygamber'in, Islâm âleminde ilk defa hastahâne kurulmasini emreden kimse

oldugunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, ilk defa tam teskilatli dâru's-sifa

(hastahâne)nin Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik tarafindan Sam'da hicrî 88

(miladî 706) tarihinde kuruldugu bilinmektedir. Yine Emevîler döneminde

Fustat'ta Kanadil sokagindaki Ebû Zübeyd'in evi bimaristan haline getirilerek

burada da bir bimaristan yapilmisti. Velid, burayi bazi doktorlarin nezaretinde

cüzzama yakalananlarin tedavisi için açmisti. O, doktorlara ücret tayin eden ve

cüzzamlilar ile körlerin sokaklara çikip sikinti çekmemelerini isteyen, bu

sebeple onlara maas baglayan birisi idi. Ayrica o, bunlara yardimci olacak

bedenen saglam insanlari da görevlendirmisti. Emevîler döneminde tip egitim ve

ögretiminde büyük bir gelisme olmustu. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz

(99-101/717-720) döneminde tip ilminin büyük bir merhale katettigi görülür.

Çünkü o, Iskenderiye'deki bu meslegi Antakya ve Harran'a tasidi. Bu da

Abdülmelik b. Ebcer el-Kinanî'yi Antakya'ya getirmekle olmustu.

Bütün bir Islâm dünyasina ve dolayisiyle Osmanlilar üzerinde

de tesiri olmasi bakimindan kisaca Abbasî dönemi tibbina bir göz atmak

istiyoruz. Böylece Osmanli dönemindeki gelismelerin köklerini görmüs

olacagiz.

Abbasî halifelerinden Harun Resid (170-197/786-809)

Bagdad'da bir hastahâne tesis etmisti. O, Cündisapur hastahânesinin

doktorlarindan kendi sarayina gelenlerin tabibligini begendigi için onlara ayni

sistemle Bagdad'da bir hastahane kurdurur. Bagdad'da kurulan bu hastahanenin

söhreti her tarafa yayilir. Bu durumdan haberdar olan imkân sahibi herkes benzer

bir hastahane yapma gayretine düser. Böylece Islâm dünyasinin birçok yerinde

ayri ayri hastahaneler kurulur. Buralarda din ve mezheb farki gözetilmeksizin

her hasta en iyi sekilde bakilip tedavi edilirdi. Her hastalik için de ayri

salonlar tahsis edilmisti. Ayrica buralarda hocalar, asistanlar ve ögrenciler

bulunmak suretiyle amelî dersler de görülürdü. Bu dönemde Hiristiyan Avrupa, çok

kati bir din taassubu içinde bulunuyordu. Zira bunlarin anlayisina göre eski

dönemlere ait ne kadar ilim varsa ya yalanci veya zararli idi. Hele tip

konusunda Kitab-i Mukaddes'ten baska bir sey aramak dinsizlik belirtisi idi.

Zira bedenî rahatsizliklarin sebebi, Allah'in kula olan gazabi idi. Onun için

doktor eli ile tedavi olmaya çalismak inançsizlik sebebi sayiliyordu. Kilise

babalari, hastaliktan kurtulmak gayesiyle seytani bedenden uzaklastirmaya gayret

ediyorlardi. Bu da ancak ölüm ile mümkündü.

Türk emirlerinden Emir Ebu'l-Hasan Yahkem (öl. 329/941)

Bagdad'da bimaristan tesis etmisti. Türk hükümdarlari tarafindan kurulan ve

sonradan Bimaristan el-atik adiyla anilan ilk bimaristan, Ahmed b. Tolun

tarafindan h. 259 (m. 872) tarihinde Kahire'de tesis edilmisti. Bundan baska

Nureddin Mahmud b. Zengi'nin Haleb ve Sam'da, Suriye Atabeklerinden Emîr

Alemüddin Sencer Kerek'te, Tutus'un oglu Dukak da yine Sam'da dâru's-sifalar

kurmuslardi. Daha sonra Eyyubî ve Memlûklular'in da birçok bimaristan

yaptirdiklarini kaynaklardan ögrenmekteyiz.

Osmanlilar'dan önce Anadolu'da kurulan birçok dâru's-sifa

bulunmaktadir. Kayseri Gevher Nesibe Dâru's-Sifasi (602/1205), Sivas I. Keykâvus

Dâru's-Sifasi (614/1217), Mengücekler'den Fahreddin Behram Sah'in kizi Turan

Melike Hanim'in Divrigi'de (626/1228) yilinda yaptirdigi Divrigi Dâru's-Sifasi,

Ilhanlilar devrinde Amasya'da yaptirilan (708/1308) dâru's-sifa, ayrica

Diyarbakir ve Mardin gibi yerlerde Artuklular tarafindan yaptirilan

dâru's-sifalar, belirtilen dönem için örnek olarak gösterilecek

dâru's-sifalardan sadece birkaçidir.

Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla

degil, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi. Yakubî

ile Mes'udî eserlerinde Bagdad yakinlarinda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir

müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler.

Mes'udî'nin ifadesine göre Deyr Hizkil akil hastahânesi Abbasî Halifesi

Mütevekkil Alallah zamaninda (847-861) ünlü dilci el-Müberred tarafindan Bagdad

ile Vâsit arasindaki hastahâne hakkinda IX ve X. yüzyil müellifleri tarafindan

genis bilgi verildigine göre (Ya'kubî, s. 321; Mes'udî, IV, 89; Yakut, II,

540-541) hiç süphesiz burasi, sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis

edildigi belgelerle isbat edilebilen en eski psikiyatrik hastahane olma serefine

daha layiktir. Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda

ortaya çikan hastahânelerle mukayese edilemeyecek kadar bir öncelige

sahiptir.

Selçuklular'in, Dogu Islâm dünyasinin koruyucusu olarak Çin

ve Hindistan'dan Akdeniz'e kadar yayilmalarinin sadece Türk-Islâm tarihi için

degil, Avrupa tarihi için de bir dönüm noktasi teskil ettigi, son zamanlarda

yapilan arastirmalarin isigi altinda anlasilmaya baslanmistir. Avrupa'da

Rönesans devrinin dogmasinda Müslüman Türklerin oynadigi rol etraflica

incelendiginde Selçuklular'in Avrupa kültürünü, özellikle Avrupa tibbini,

hastahanelerini ve üniversite kuruluslarini ne kadar çok etkiledikleri daha

belirli bir sekilde ortaya çikacaktir. Bununla beraber, Selçuklular'in daha

Sultan Alparslan zamanindan baslayarak Nisabur, Bagdad, Siraz, Berdesir, Kâsân,

Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin gibi merkezlerde kurduklari bimaristanlar

ne yazik ki bugün ortadan kalkmis bulunmaktadirlar.

Selçuklular döneminde genel bimaristanlardan baska sadece

akil hastalarinin tedavisi ile ugrasan Bagdad yakinindaki Deyrihizkil Tekkesi

gibi müesseselerle, cüzzamlilarin tecrid edilerek bakildigi miskinler tekkesi

veya cüzzamhâne denilen hastahaneler de kurulmus ve bunlardan Anadolu'da

bulunanlar Osmanlilar tarafindan yakin zamana kadar isletilmistir. Mesela Afyon

dolaylarindaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakinlarinda Onacak'taki Melek

Dede Türbesi bunlardandir. Erzurum civarinda simdiki adi Deli Baba olan köyde

akil hastalarinin tedavisiyle ugrasan Selçuklu dönemineit böyle bir tekkenin XV.

yüzyilin baslarinda faal oldugu, Ispanya Krali'nin Timur'a gönderdigi elçi

Klavijo'nun seyahatnamesinden ögrenilmektedir. Semerkant'a giderken buradan

geçen Klavijo'nun yazdigina göre Deli Baba köyünde akil hastalarinin tedavisiyle

mesgul olan dervisler yasiyor ve buraya getirilen hastalar, onlarin telkin ve

mesguliyet tedavileriyle sifa buluyorlardi.

Diger medreselerde oldugu gibi Osmanli tip medreseleri de

Islâm dünyasinda daha önce kurulmus olan dâru's-sifa ve özellikle Anadolu

Selçuklulari dâru's-sifalari örnek alinarak kurulmuslardir. Osmanlilarda ilk

dâru's-sifa Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da kurulmustu. Bundan sonra

Istanbul'da Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de II. Bayezid, Istanbul'da Haseki

Sultan ve Atik Valide gibi tesisler kurulmustu.

Günümüze ulasabilen Islâm hastahanelerinin çogu, Osmanlilara

ait olanlardir. Özellikle XVI ve XVII. yüzyillarda dünya tarihinin en büyük

devletlerinden biri olan Osmanli Devleti'nin genis topraklarinda halk, ordu ve

saray mensuplari için bimaristan, bimarhâne, sifahâne, timarhâne veya

dâru's-sifa denilen hastahaneler tesis edilmisti.

Yildirim Bayezid döneminde askerî islere verilen önem kadar

ilim, irfan ve kültürel gelismelere de önem veriliyordu. Bu sebeple, daha önce

kendi imkânlari ile tibbin gelismesine yardimci olanlar için XV. yüzyilin ilk

senesinde (15 Ramazan/12 Mayis 1400) Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da

dâru't-tib adiyla bir hastahane açilmisti. Baslangiçta en güzel tibbî

müesseseler ve hastahaneler Iran'da, Cündisapur'da idi. Araplar da bunu örnek

alarak en güzellerini Bagdad'da yapmislardi. Osmanli ülkesinde yapilacak olan da

bunlara benzeyecekti. Islâm medeniyet tarihinde bimaristanlar hem hastahâne hem

de tip ilminin tedris edildigi birer tip fakülteleri idi. Daha önce de

belirtildigi gibi Türkler bazi farklarla bu müesseseleri Araplardan

almislardi.

Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de

insa edilen hanlarin mimarî özelliklerine göre yapilmisti. Bu medrese iki katli

olup ortada genis bir bahçe vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye

açilirdi. Yildirim Bayezid tarafindan insa ettirilen bu ilk Dâru't-tib, kisa

zamanda büyük bir söhrete ulasti. Genis vakiflari ile herkese hizmet eden bu

müessesenin egitim sisteminin, Cündisapur ve Selçuklu dönemi Sivas Darussifasina

benzemesi normal karsilanmalidir. Bu devrin (XV. asir) sonunda da Mukbilzâde

Mü'min adinda bir hekim yazar, II. Murad zamaninda yetismisti. Zahire-i

Mudariye adiyla padisaha ithaf edilen eserin en dikkate deger tarafi, Arapça

terimler arasinda Türkçe terimlerin serbestçe kullanilmis olmasidir.

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tesis edilen sahn

medreselerinin yaninda bir de Dâru's-sifa yapilmisti. Bu müessesenin mükemmel

bir sekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçinilmamisti. Fâtih

hastahânesi (bimarhâne)nin yetmis hücre ve seksen kubbesi oldugu

belirtilmektedir. Buraya Fâtih tarafindan dersiam ve hekim basi tayin

edilmisti.

Osmanli hastahânelerinin en bariz mimarî özelligi câmi,

medrese, imaret, tabhâne, kervansaray, hamam, çarsi, çesme, kütüphâne ve

benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçasi olarak planlanmalaridir.

Bu külliyeler sehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle olusturarak bir sosyal

merkez gibi halkin her türlü sosyo-kültürel ve saglikla ilgili ihtiyaçlarini da

karsiliyorlardi. Osmanli hastahânelerinde Selçuklu geleneklerinin devam

ettirildigi, ancak bu dönem hastahânelerinde yeni mimarî fikirlerin de

uygulandigi görülmektedir. Nitekim Bursa'daki Yildirim Bayezid ve Manisa'daki

Hafsa Sultan dâru's-sifalarinda Selçuklu hastahanelerinin mimarî özellikleri

yasatilirken, Edirne'deki II. Bayezid Dâru's-sifasinda ve Mimar Sinan'in

Istanbul'da yaptigi hastahanelerde yeni mimarî düsüncelere yer

verilmistir.

Mimar Hayreddin'in Edirne'de insa ettigi II. Bâyezid

Dâru's-Sifasi, hastahâne tarihinde esi bulunmayan bir âbidedir. Bu hastahânenin

külliyeye dahil medrese, câmi, tabhâne, firin ve imâretle birlikte Tunca

nehrinin kenarinda yesil ibr sahaya insa edilisi, sehircilik bakimindan da

bugünün modern Isveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler

tarafindan 500 yil önce uygulandigini göstermektedir.

Osmanli döneminde hastalar, bimarhânede kendilerini sagliga

kavusturacak müsfik eller buluyorlardi. Kadinlar ve hiristiyanlar için özel

daireler ayrilmisti. Tedavide en küçük teferruat bile gözden kaçirilmiyordu.

Tedavi mükemmeldi. Hastalara uygun devalar (ilaçlar)dan baska ruhî tedavi de

uygulaniyordu. Icra edilen musikî ahengi karsisinda hastalar maddî izdiraplarini

unutuyorlardi. Vakfiyelerde kimlerin hangi vazife ile buralarda hizmet

görecekleri, ne kadar ücret alacaklari ve nasil hizmet etmeleri gerektigine dair

bilgilerin yaninda hastalara hangi ilaç ve yemeklerin verilecegine dair bilgi de

bulunmaktadir.

XV. yüzyilda Bursa'da kurulan dâru't-tibbi, bir tip okulu

sayanlar vardir. Her ne kadar vakfiyede ögretime dair bir bölüme tesadüf

edilememekte ise de, eskiden beri devam edegelen âdete göre usta hekimler çirak

yetistirirlerdi. Hastahânelerde tip ve eczaciliga dair dersler verilir ve her

iki sanatin tatbikati gösterilirdi. Elimizde bulunan birçok belge, buralarda

Muidlik esasina dayali ve ögrencilere mümkün mertebe faydali olma anlayisinin

bulundugunu göstermektedir. Binaenaleyh,herhangi bir sebeple vazifesinden

ayrilan muidlerin yerine derhal yenisi geliyordu. Nitekim 12 Zilhicce 1167 (30

Eylül 1754) tarihli bir belgeye göre Sivas'taki Sifaiyye medresesine Mehmed

Halife adinda bir muidin tayini istenmektedir. Çünkü daha önce muidlik yapan

Abdullah adindaki sahsin öldügü anlasilmaktadir. Doktorlar her çesit tib

bilgilerini ögrendikleri gibi, günümüzdekine benzer, cerrah, kan alici, kehhal

(göz doktoru), disçi, akil hastalari tabibi gibi ihtisas siniflarina da

ayriliyorlardi.

Osmanli dönemi Dâru't-tiblarindaki egitim hakkinda kesin bir

bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve

dâru'l-hadislerde uygulanan sistemden farkli bir uygulamanin oldugunu

söyleyebiliriz. Çünkü tabiblik, daha ziyade uygulama gerektirmektedir.Bu

bakimdan, bazi tabiplerin özel dersler vermek, bazisinin da özel dershaneler

açmak suretiyle sakird (çirak) yetistirdikleri görülmektedir.

Osmanli tip hayatinda muhtesib ile tabiplerin birbirleri ile

siki bir iliskileri bulunmaktadir. Zira görevi geregi muhtesib (veya ihtisâb

Agasi) zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatini kötüye

kullananlar veya gerçekte tabip olmadigi halde tabiblik yapanlari bu isten

uzaklastirabilmektedir.

Osmanli Devleti'ndeki ihtisas medreselerinden bahsederken,

degisen dünya sartlarinin geregi olarak, klasik dönemde bulunmayan yeni ihtisas

medreselerinin kurulduguna da temas etmek gerekir. Bu bakimdan bunlardan

bazilarina kisaca isaret etmek istiyoruz.

MEDRESETÜ'L-KUDÂT

Kadi yetistirmek maksadiyla 1270 (1854)'te Seyhülislâm

Mesreb Efendi hafidi Mehmed Arif Efendi zamaninda açilmistir. Ilk açilisinda

Muallimhane-i Nuvvab adini tasiyan medrese, 1302 (1884)'ten sonra Mekteb-i

Nuvvab, 1329 (1910) ise Mekteb-i Kudât adi ile anilmistir. Iki yil tahsil

müddeti olan medrese ilk mezunlarini 1272 (1856) tarihinde vermistir. Ilk sene

bir tek mezun veren bu medreseden çikanlar, hukuk mektebi talebe yetistirinceye

kadar mahkemelere tayin ediliyorlardi.

MEDRESETÜ'L-VÂIZÎN

Bu medrese, 6 Subat 1912 tarihli bir nizamnâmeye göre

Ahkâm-i âliye-i Kur'aniyye ve Sünnet-i seniyye-i Nebeviyye dairesinde mevâizi,

hasene-i ictimaiyye icrasiyla din-i mübin-i Islâm'in, müessis-i medeniyet ve

fazilet oldugunu cihan-i insaniyete nesr edebilecek erbâb-i kemâl-iyetistirmek

maksadiyla açilmisti.

Kurulus gayesinden de anlasilacagi gibi medrese, adeta Islâm

tebligcilerini (misyoner) yetistirmek için kurulmustur. Üç siniftan meydana

gelen medresenin her sinifinda okutulacak olan dersler, ögrencilerin hem dinî

hem de kültürel seviyelerinin yüksek olmasina yardimci olacak derslerdi. Önemine

binaen, siniflara göre ders dagitim cetvelini buraya aliyoruz.

Birinci Sinif: Hadis, Kelâm, Fikih, Siyer-i Nebi, Târih-i

Islâm, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Osmaniye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i

Arabiyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmanî, Cografya-yi Osmanî ve Islâmî,

Cografya-yi Umumi, Hesap, Hendese, Terbiye-i Bedeniyye (Beden

Egitimi).

Ikinci Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih,

Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i

Osmaniyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmaniyye, Siyer-i Nebi ve Tarih-i Islâm,

Cebir, Hikmet-i Tabiiyye, Malumat-i Hukukiyye, Terbiye-i Bedeniyye.

Üçüncü Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih,

Felsefe, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye,

Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Edyan (Dinler Tarihi), Hey'et (Astronomi),

Hifzissihha (Saglik bilgisi), Kimya, Hikmet-i Tabiiyye, Terbiye-i

Bedeniyye.

MEDRESETÜ'L-EIMME VE'L-HUTEBÂ

Günümüzde, vazifesi hemen hemen mihrab ile minber arasina

sikisip kalan mahalle imamlarinin selâhiyetleri, baslangiçta bu kadar kisitli

degildi. Osmanlilar'da imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi.

Bunun için, bu göreve atanacaklarin belli seviyede bir bilgi ve kültür

birikimine sahip olmalari gerekiyordu. Vazifeye tayinleri, Padisah berâti ile

olan imamlar, 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilâti kurulana kadar

mahallenin yöneticisi durumunda idiler. Onlar, kadilarin temsilcileri

olduklarindan, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu

idiler. Tabir caizse belirtilen dönemde mahalleyi onlar yönetiyor diyebiliriz.

Bu sebeple olacak ki bir arsiv belgesine göre resmen imamlik vazifesi ile

görevlendirilmeyen kimselere imam degil, Namazci adi verilmektedir.

Baslangiçta daha ziyade dâru'l-kurra mezunlari arasindan

seçilen imamlar için sonralari yeni bir medrese açilir. Iste bu medrese Imam ve

Hatip yetistirmek için 1329 (1913) yilinda açilmisti. Medrese iki bölümden

olusmaktaydi. Bunlardan biri Imam ve Hatip'lik bölümü, digeri de Ezan ve Ilâhî

bölümü idi ki bir mânada müezzinlik bölümü diye

isimlendirebiliriz.

MEDRESETÜ'L-IRSÂD

Medresetü'l-Vâizîn ile Medresetü'l-Eimme ve'l-Hutebânin

birlestirilmesi ile meydana gelmis bir medresedir. Bu medrese talebesinin

yedirilip içirilmesi isi, Dâru'l-Hilâfe talebesininki gibidir. Bu medreseyi

bitirenler, zeyil mesihatlarina, kara ve deniz askerî kitalari imamliklarina,

vilayet, liva ve kaza merkezlerindeki vaizliklere tayin olunurlardi. Bundan

böyle imam ve hatiplik sadece bu medrese mezunlarina verilirdi. Bu medrese,

Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun nesrine kadar devam etti. Adi geçen kanunla

medreseler kapatildigi zaman bu medrese Imam-Hatip Okulu'na

çevrildi.

MEDRESETÜ'L-MÜTEHASSISÎN

Medreselerin ilk teskilât ve taksimatinda onlarin üstünde

ihtisas medresesi olarak Dâru'l-Hadis, Dâru't-Tib gibi müesseseler vardi. Fakat

Fikih (Islâm Hukuku), Kelâm, Felsefe ve özellikle Kur'an'in tefsiri gibi

konularda ihtisas veren bir medrese yoktu. Nihayet 1908'deki medrese islahatinda

bir de Medresetü'l-Mütehassisîn adiyla yeni bir medrese kurulmasina ihtiyaç

hâsil olmustu. Nihayet 1333 (1917) yilina gelindiginde Dâru'l-Hilafeti'l-Aliyye

Medresesi programini tanzim ve islah etmek üzere toplanmis olan 38 kisilik

komisyon, üç bölümü ihtiva eden Medresetü'l-Mütehassisîn'i kurmustu.

Bütün bu medreselerden baska gerek saray erkâninin

çocuklarini okutup egitmek, gerekse askerî egitimle ilgili medreseler de

kurulmustu. Biz, bilgi vermek bakimindan bunlardan da kisaca bahs etmek

istiyoruz. Bunlar: Saray ve Askerî mekteplerdir.

Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis

edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki

bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi

gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli

branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm

dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam

ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib

olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile

bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli

öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu

medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab

etmektedir.

SARAY MEKTEPLERI

Bu mektepler, saraydaki çocuklari okutmak, hünkârin

hizmetinde bulunacak memur ve müstahdemleri yetistirmek üzere saray içinde

açilan mekteplerdir. Bunlar da:

1. Sehzâdegân Mektebi

Osmanli sehzâdelerinin okuduklari mekteptir. Bu mektep,

Topkapi Sarayi'nin Harem dairesinde Dâru's-saade Agasi'nin bulundugu binanin üst

katindadir. Mektebin âmiri, adi geçen agadir. Tahsil derecesi, halka açik olan

ve halk çocuklarinin devam ettikleri Sibyân Mektebi seviyesindedir. Osmanli

hanedanina mensub olanlarin bir kisminin ilimde ileri merhalede bulunmalari,

onlarin söhretli ve devrin en bilgili hocalarinin nezaretinde yetismis

olmalarindandir.

Sibyan mekteplerinde oldugu gibi burada da okuma-yazma,

Kur'an-i Kerim, dört islem gibi basit bilgiler verilirdi.

Sehzâdelerin ilk defa derse basladiklari zaman ve onlar için

yapilan tören Türk maarif tarihi bakimindan önemlidir. Bu tören, sehirde halk

tabakasi çocuklarinin mektebe ilk baslama zamaninda yapilan ve Bed'-i Besmele

denilen törenden daha parlak ve muhtesem olurdu.

2. Enderûn Mektebi

Ilk defa I. Murad tarafindan tesis edildigi, II. Murad

döneminde müfredat programinin gelistirildigi veya Fâtih tarafindan kuruldugu

belirtilen Enderûn mektebinin, devletin kudretini korumaya kabiliyetli bir

(kapi-kulu) sinifi yetistirmek için çesitli odalarda, muhtelif kademelerde

egitim ve ögretim faaliyeti yürüttügü ve Acemî oglanlar arasinda seçilen

talebelerin (Gilmân) buralarda 7-8 yil tahsil gördügü

anlasilmaktadir.

Osmanli Devleti'nde Enderûn, özellikel XV. yüzyil

ortalarindan itibaren medrese disinda en önemli resmî egitim kurumu ünvanini

tasimaktadir. Daha çok mülkî ve askerî idarecilerin yetistirildigi bu mektep,

Osmanli merkez ve tasra bürokrasisinde gerekli insan gücü kaynagini olusturmak

için kurulmustur. Bu vasfi ile resmî Osmanli ideolojisi veya zihniyetinin

ögretilip gelistirildigi temel egitim birimini teskil ettigi gibi idarî ve

siyasî hedeflerin tayininde, devletin ana kurumlarinin isleyisinde önemli bir

yere sahip olmustur. Biraz önce belirtildigi gibi kurulus tarihi hakkinda farkli

görüsler bulunmakla beraber bunun II. Murad zamaninda Edirne Sarayi'nda teskil

edildigi, ancak gerçek ve olgun teskilatina Fâtih döneminde kavustugu

söylenebilir. Böyle bir kurumun teskilinde esas hedef, askerî temele dayanan

Osmanli Devleti'ne yetenekli komutan yetistirmek ve devamli büyüyen ülkenin

farkli din, dil ve kültürlere mensub kitleleri idare edecek saglam yönetici

kadrolari temin etmekti.

Enderun Mektebi, Topkapi Sarayi içinde idi. Enderun tabiri

de bunu göstermektedir. Buraya devsirmeden gelen çocuklar alinirdi. Bununla

beraber bazan rehine olarak Istanbul'a getirilmis olan baska devlet

hükümdarlarinin çocuklari da alinirdi.

Mektebin teskilâti zamanla bir hayli degisiklige ugrayarak

XVII. asirda bilhassa acemi oglanlar mektebine son sekilleri verildigi sirada

kat'î seklini almis ve yedi odaya, yani sinifa ayrilmisti. Her odanin basinda

bir aga bulunurdu. Bu odalar sunlardir:

a. Küçük oda: (Hâne-i sagir)

b. Büyük oda: (Hâne-i kebir)

Bu iki odadakiler yalniz okuyup yazarlardi. Bunlar Enderûn

mektebinin ibtidai yahut hazirlik sinifi durumunda idiler. Dolama denilen

elbiseyi giydikleri için bunlara Dolamali da denirdi. Bunlarin sayilari

digerlerinden daha fazla idi. Kapi agasinin maiyetinde bulunurlardi. Anahtar,

serbet ve peskir isleri büyük odalilara aitti.

c. Dogancilar odasi (Hâne-i bazban)

Hünkârin avda kullandigi doganlara bakan 40 kisilik bir

sinifti. Agalarina doganci-basi denirdi.

d. Seferli odasi

Bu odadakiler, hünkârin çamasirlarina bakar, sarik, seccade

hizmeti gibi seyler bunlara aitti. Câmide, hünkârin üzerinde namaz kilacagi

seccadeyi bunlarin agasi serer ve padisahi tatmin etmek için evvela kendisi bu

seccade üzerinde secde ederdi. Sarayin mefrusat isi de bunlarin hizmet alanina

girmekteydi.

e. Kiler odasi

Bunlar, sarayin yiyecek ve içecegi ile ugrasir, onlara

bakarlardi. Agalari kilerci-basi idi. Bilhassa hünkârin yiyecegi yemegin tadina

bakmak, onlarda zehirleyici bir maddenin olmadigina inandirmak için mutfakta

hazirlanan yemek tablasini padisahin yemek odasina kadar götürüp bizzat sofraya

koymak bunlarin baslica vazifelerindendi.

f. Hazine odasi

Agalari, hazinenin muhafazasi ile mesgul

olurlardi.

g. Has oda

Bunlar, zülüflü denilen 40 agadan mütesekkildi.

Gece-gündüz hünkârin hizmetinde bulunurlardi. Hirka-i serifte devamli olarak dua

ederlerdi. Bunlarin agasina Odabasi denirdi. Hünkâri giydirip kusatmak

bunlarin vazifeleri arasindadir. Has odabasi, kapi agasindan sonra en yüksek

rütbeli idi. Bunun için mührü hümâyunlardan birini tasirdi.

Enderûnlularin yalniz küçük ve büyük odadakiler degil,

digerleri de bir san'at ve hüner sahibi olmaktan geri durmazlardi. Dinî tahsil

ve Kur'an-i Kerim tilaveti, en çok mesgul olduklari saha idi.

1045 (1635) senesinde Evliya Çelebi'nin 20 yaslarinda iken

Ayasofya'da müezzin mahfilinde okudugu Kur'an, Sultan IV. Murad'in hosuna

gittigi için saraya alinmasini istemistir. Sarayda kendisine verilen kitaplardan

anlasildigina göre buradaki tahsil, medreselerde oldugu gibi dinî egitime dayali

ve hatta seviye itibari ile medreselerden daha yüksek bir mevkide görünmektedir.

Atâ tarihinde Enderûn'da okutulan ders ve takip edilen sistem hakkinda genis

bilgi bulunmaktadir. H. XIII. asra kadar bu mektepten pek çok devlet adami

yetismistir. Nitekim 79 sadrazam, 36 kaptan-i derya, 3 seyhülislâm isminin Atâ

tarihinin ikinci cildinde verilmesi bunu göstermektedir.

3. Meskhâne

Musikî, refah, servet ve medeniyetle birlikte yürüyen bir

san'at olduguna göre Osmanlilar'da da ayni sekilde kendisini kabul ettirmistir.

Gerçekten, Osmanlilarin yükselislerine paralel olarak pek çok musikî âletinin bu

dönemde meydana çiktigi bilinmektedir. Kaynaklarimiz, II. Murad'dan itibaren

konu ile ilgili eserlerin Osmanli sultanlarina sunuldugunu kaydederler. 1045

(1635) senesinde saraya alindigi zaman oradaki musikî hayatini anlatan E.

Çelebi, Meskhanenin has hamam yaninda bulundugunu nakleder. O, burada

gece-gündüz saz ve fasillar dinlendigini de anlatir (E. Çelebi, I, 245). Burada

musikî tahsil edildigi, devrin en iyi ustalarindan ders alindigi da kaynaklarda

belirtilir. Bugün, hâlâ mûsikimizin en ziyade muteber olan ilahî, semaî, beste,

pesrev gibi eserleri, meskhaneden çikan üstadlarin eserleridir.

ASKERI MEKTEPLER

Istanbul'u fethetmekle dünyanin en büyük ve egitilmis

ordusuna sahip oldugunu gösteren Osmanli Devleti'nin, dönemine göre modern

askerî mektepler açacagi kaçinilmaz bir sonuçtu. Gerçi daha önce de ocaga hizmet

etmek isteyen ve bunlarin yetismesini saglayan mektep seklinde olmasa bile

çesitli müesseseler vardi. Bu sinifa giren mektepleri üçe ayirabiliriz. Bunlar,

daha ziyade askerî teskilati ilgilendirdigi için üzerinde fazla durmuyor, sadece

isimlerini vermekle iktifa ediyoruz. Bu mektepler, Acemioglanlar mektebi,

Mehterhâne ve Canbazhânedir. Mehterhâne, Osmanli Devleti'nin kurulusu ile

birlikte ortaya çiktigi sanilan bir müessesedir. Selçuklu hükümdari Alaeddin

Keykûbad'in bagimsizlik nisânesi olarak Osman Gazi'ye gönderdigi hediyeler

içinde bulunan davulun, bu müessesenin temelini teskil ettigi kaynaklarda

belirtilmektedir. Canbazhâneye gelince bunun asil vazifesinin ne oldugu kesin

olarak bilinememektedir. Bunlarin XV. asrin ilk yarisinda ortaya çiktiklari

kabul edilmektedir.

Askerî teskilâtin genislemesi ve bu teskilâtin ayri ayri

siniflara ayrilmasindan sonra, her sinifin egitimi için uygun olan mekteplerin

açildigi bilinmektedir. Tophane, Kiliçhâne, Tüfekhâne, Humbarahâne gibi

mektepleri sayabiliriz. Bu arada, ismi mektep olan daha bazi kuruluslarin da

bulundugunu belirtmekle yetiniyoruz.

MEDRESELERDEKI EGITIM VE ÖGRETIM

METODU

Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli

medreseleri, yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi. Bununla beraber

Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim sistemi, hiç süphesiz diger Islâm

devletlerinde oldugu gibi bir usûl takip etmis olup, medreselerin adedi arttikça

bunlar da derece ve siniflarina göre bir tertibe tabi tutulmuslardi.

Osmanlilar'da Fâtih Sultan Mehmed'le medrese ögretimi belli

bir kanuna baglandi. Dersler kahvaltidan sonra baslar ve ögle namazina kadar

devam ederdi. Ögrenci ögleden sonra kütüphane veya câmide çalisirdi. XV. asirda

günde dört, XVI. asirda ise bes ders okutuldugu anlasilmaktadir. Nitekim Fâtih

devri müderrislerinden Hamiduddin b. Efdaluddin haftada dört gün medreseye

gelmekte ve her gün dört saat ders vermektedir. Bu zatin biyografisini veren

Mecdi Mehmed Efendi bu konuda sunlari söylemektedir:

Haftada dört gün medrese-i mezkûreye geldikten maada her

günde âdet-i kadime-i müstedimesi üzre bin türlü ihtimamla dört dersin edasina

müdavemet ve mülâzemet eyledi.

XV. asirdaki dört ders, XVI. asirda bese çikarilmistir.

Nitekim hem Kanunî, Süleymaniye'de hem de oglu II. Selim Edirne'deki Selimiye'de

günde bes ders okutulmasini sart kosmuslardi.

Osmanli medreselerinde Sali günü hafta tatilidir. Bundan

baska dinî bayram ve kandillerde ders yapilmazdi. Bununla beraber medreselerde

bazan Sali, Persembe ve Cuma günlerinin de tatil oldugu belirtilmektedir.

Herhalde bu en uzun tatil olsa gerekir. Bundan baska senelik tatiller daima

Ramazan ayina tesadüf eder. Ramazan'da talebeler, dogduklari veya büyüdükleri

yerlere, bazan da davetli veya davetsiz köy ve kasabalara gidip hem halka bilgi

birikimlerini aktarir (bu önemli bir stajdir), hem de bu hizmetlerine karsilik

kendilerine bir sene yetecek miktarda maddî imkân saglarlardi.

Her günün belli dinlenme zamanlari da genellikle ögle ve

ikindi aralaridir. Medreselerde en önemli olan sabah dersleridir. Bu dersleri

sadece talebe degil, disardan dinleyip takip edenler de çoktur. Bu gelenek

asirlarca Istanbul'da devam edegelmistir.

Medreselerde çok defa zihnin hafiza ve muhakeme fonksiyonu

dikkate alinarak naklî bilgiler yaninda düsünceyi gelistiren aklî ve felsefî

ilimlere de yer veriliyordu. Bununla beraber zaman zaman bu ideal programin,

ikinciler aleyhine bozuldugu da olmustur.

MEDRESE ÖGRETIM KADROSU

Islâm dünyasinda medreselerin ortaya çikmasi ile baslayan

medrese dönemi egitim ve ögretimi, bir veya birkaç kisinin ögrencilere bilgi

vermesi ve belli bir sistem çerçevesinde onlari egitmesi sonucunda ögretim

kadrosu tesekkül etti. Kendisinden önceki Islâm devletlerinin uygulamalarindan

bir hayli istifade eden Osmanli dönemi medreselerinin, ögretim kadrosuna dahil

olan elemanlar ile ögrenciler hakkinda fazla teferruata girmeden bilgi vermek

istiyoruz. Bu arada Osmanli öncesine de kisaca temas edecegiz.

1. MÜDERRIS (PROFESÖR)

Bilindigi gibi Nizâmiye medreseleri, yüksek seviyede ögretim

ve egitim faaliyetlerinde bulunan kurumlardi. Bu sebeple, bu ve daha sonra

kurulan bütün medreselerde ders veren kimseler için müderris ünvani

kullanildi. Bu tabir, Arapça bir kelime olup tedris mastarindan ism-i faildir.

Buna göre mânasi medreselerde ders okutan kimse olmaktadir.

Islâm'in ilk devirlerinden itibaren özellikle bazi ilimlerin

tahsilinde bir ögreticiye (muallim, müderris, ögretmen) ihtiyaç duyulmus

oldugundan kendi basina kitapla ugrasmak pek hos karsilanmamistir. Ayrica,

insanlarin bildiklerini baskasina ögretmek için gayret sarf etmesi de tesvik

edilmistir. Bütün bunlar, Islâm dünyasinda medreselerin yayginlasmasi ile

birlikte her tarafta saygi ve itibar gören müderrislerin yetismesine sebep oldu.

Ilmin yayilmasi için gayret sarf eden bu zümrenin, gerek fikir ve çalisma

hürriyeti, gerekse büyük bir malî imkâna sahip olmasi, bu sahanin ragbet

görmesine sebep oldugu gibi, bu zümre mensuplarinin daha iyi bir sekilde ilmî

faaliyetlerde bulunmasina da sebep olmustu. Baslangiçta hükümdar, emîr veya

vakfi tesis eden herhangi bir kimse tarafindan tayin edilen müderris, devrin en

bilgili ve kabiliyetli âlimleri arasindan seçilirdi. O, hemen hemen dinî

ilimlerin tamaminda bilgi sahibidir. Özellikle kendi mezhebi hakkinda usûl ve

füru' ilimlerine iyice vâkif olmak zorundadir.

Osmanli dönemi medreselerinde, belirli bir tahsilden sonra

icazet, mülâzemet ve beratla medreselerde ders veren kimselere müderris

(günümüzde profesör) denir. Vakfiyelerde müderrislerin nasil seçkin kimseler

arasinda seçilmesi gerektigi ve özelliklerinin neler olmasi hakkinda bilgiler

verilmektedir. Bu konuda Fâtih ve Kanunî vakfiyeleri ile kanunnâmelerde genis

bilgi bulunmaktadir. Osmanli medrese teskilâtinda Hâric ve Dâhil derslerini

gören talebe, Sahn-i Semân veya Süleymaniye seviyelerindeki egitim ve

ögretimden sonra mezun olur. Yani, icazet alir. Bu, onun müderrislik

yapabilecegini gösteren bir diplomadir. Sayet Anadolu'da vazife almak istiyorsa

Anadolu, Rumeli'de vazife alacaksa Rumeli Kadiaskeri'ne müracaat ederek onun,

muayyen günlerdeki meclislerine devam edip Matlab denilen deftere (Rûznâme)

mülâzim kayd edilir. Bundan sonra sirasi gelinceye kadar beklerdi ki, buna

nevbet (nöbet) denirdi. Sirasi geldiginde en asagi derecedeki Hasiye-i Tecrid

medreselerinden birine yevmiye (günlük) 20 akça ile müderris tayin edilirdi.

Bundan sonra sira ile yükselerek en üst seviyedeki bir medreseye kadar

çikabilirdi.

2. MUID (ASISTAN, ARASTIRMA GÖREVLISI)

Arapça bir kelime olan Muîd birçok mânaya delâlet

etmektedir. Teknik yani istilâh olarak müzakereci, müderrisin derslerini

tekrarlayip izah eden müderris yardimcisi. Gerçekten muîd, müderrisin dersten

ayrilmasindan sonra onun dersini talebeye tekrarlayan bir kimsedir. Talebe bazan

konuyu anlamadigindan, bazan müderrise sormaktan utandigindan her seyi tam

olarak kavrayamaz. Iste bu durumda muîd onlara yardimci olur. Demek oluyor ki,

muîdin müderris ile talebe arasinda bir derecesi vardir. Bugünkü asistan veya

arastirma görevlisi pozisyonundadir. Muîdler, talebelerle ayni yerde otururlar.

Vazifesi, dersi ögrencilerle tekrarlamak olan muîde müzakereci de denebilir. Bu

vazife medreselerin kurulmasiyla birlikte ortaya çikmistir. Eyyubîler döneminde

muîdlik, aranan bir görev haline gelmistir. Hemen her medresede bir muîd vardir.

Hatta, bazi medreselere tayin edilen her müderris için iki muîd tayin

edilmistir. Nitekim Melik Necmeddin Eyyub tarafindan yaptirilan Selâhiyye

Medresesi'ne dört müderris, her müderrise de ikiser muid verilmistir. Muîdler,

ayni zamanda talebenin disiplini ile de mesgul olurlardi. Hatta bazan (Misir'da

görüldügü gibi) bir medresede müderris, digerinde de muîd olanlara

rastlanmaktadir.

Osmanli egitim ve ögretim tarihinde muîdlerin önemli bir

yeri bulunmaktadir. Fâtih vakfiyesinde muîdlerle ilgili olarak söyle

denilmektedir:

Hadid ve fikr-i sedid ve re'y-i resid ile akrani beyninde

ferid ve ta'lim-i muhtasarat-i kütübde mâhir ve teallüm ve iktisâb-i mütavvelata

kadir kimesne olur. Her müderrisin medresesinde muîdi olup vazife-i yevmiyesi

hâsil-i vakf-i seriften bes akça ola. Görüldügü gibi Osmanli dönemi muîdi,

akranlari arasinda en iyi bilgiye sahip, zeki, saglam ve isabetli görüslere

sahip bir kimse olarak tavsif edilmektedir. Muîd, yaptigi is ve gördügü hizmet

karsiliginda da günde bes akça gibi bir ücret almaktadir.

Süleymaniye vakfiyesinde de muîdlikle ilgili su bilgilere

yer verilmektedir:

Ve tullab-i ilimden birer maarif u fezâil ile mümtaz,

rütbe-i istifadeden derece-i ifadeye vüsûle isti'dad ile ser-efrazini muîd

eyleyeler. Ve vazife-i yevmiyyeleri beser akça ola. Vakfiyenin bu metninden

anlasildigi üzere Süleymaniye medreselerinde muîdlik yapacak olanlarin talebenin

en iyilerinden olmasi, bilgili ve arkadaslari arasinda her bakimdan üstünlügü

kabul edilen bir kimse olmasi gerektigi belirtilmektedir.

Muîdlerin, Ellili medreselerden asagi seviyedeki

medreselerde de bulundugu ve bunlarin da müderrisler gibi tayin edildikleri

anlasilmaktadir. 5 Saban 1247 (9 Ocak 1832) tarihini tasiyan bir belge, Sivas

Dâru's-sifa medresesinde muîdlik yapan Musa adindaki sahsin vefati üzerine yeri

ve hizmetin hâli oldugu, bu sebeple islerin görülemez oldugu anlasildigindan

yerine beratla, bu ise lâyik olan oglunun geçmesi Sivas Kadisi Müftüzâde

Abdullah tarafindan istenmektedir. Öyle anlasiliyor ki bu medresede muîdlik

hizmeti eskiden beri uygulanmaktadir. Zira adi geçen sehrin kadisi tarafindan

Istanbul'a gönderilen 12 Zilhicce 1167 (30 Kasim 1754) tarihli baska bir arzda

muîdlik hizmetinin bir baskasina verilmesi istenmektedir.

Danismendler arasinda muîd olabilecek evsafta bulunanlarin

seçimi ise müderrisler tarafindan yapilmis olmalidir. Muîdlerin, kaç yil bu

görevde kaldiklari henüz kesin olarak tesbit edilebilmis olmamakla beraber,

(Dâru't-tiblar disinda) bunun iki sene devam ettigi belirtilmektedir.

Osmanlilar döneminde bu görev, 1908 inkilâbindan sonra da

Sultanî-ler'de devam etmek üzere yeniden ihdas edilmisse de sonradan

kaldirilmistir.

3. TALEBE

Islâm dünyasinin egitim ve ögretim tarihinde medreselerin

esas unsurlarindan biri de süphesiz ki ögrencilerdir. Talebelerin gerek zekâ

gerekse bedenî yapi bakimindan saglam olmalarina dikkat edilirdi. Bu bakimdan

hocalar tarafindan bazi zekâ testlerinin yapildigi da belirtilmektedir. Bu

testler neticesinde hocalar talebe olarak seçecekleri kimseleri belirlerlerdi.

Böylece zeki veya daha az zeki olan insanlarin ayni yerde bulunmamalari

saglanmis oluyordu. Zira farkli zekâ seviyesine sahip olan ögrencilerin ayni

sinifta bulunmalari hos karsilanmamistir. Çünkü böyle bir uygulama, zeki

çocuklari geri birakacagi gibi, zekâ bakimindan fazla gelismemis olanlara da

büyük bir azap çektirir.

Her ne kadar ögretim için belli bir yas sözkonusu degilse de

bazi müderrislerin, belli ilimlerde ögrenme kabiliyetini nazar-i dikkate alarak

belli bir yas grubundan ögrenci seçtikleri de olmustur. Gerçekten, Kâtib

Çelebi'nin de ifade ettigi gibi ilim yolcusunun fedakâr olmasi, dünya ile

iliskisinin fazla bulunmamasi, çoluk çocuk kaygisinin olmamasi gerekir. Bütün

bunlar da ilim tahsil etmek isteyen kimsenin bir ölçüde genç olmasini

gerektirmektedir. Hatta bazi müellifler, talebenin mümkün mertebe bekâr olmasini

da isterler. Çünkü evli bir kimse, evlilik hukuku ve geçim derdi gibi islerle

mesgul olacagindan kendisini rahat ve huzurlu bir sekilde ilme veremez. Bu da

ilmî tedkik ve arastirmaya bir engel teskil eder.

Talebe sayisi genellikle vakfi tesis edenlerin isteklerine

bagli kalmissa da, bazan bu sayilar degisebilmektedir. Misir medreselerindeki

ögrenci sayisi 3-100 arasindadir. Bazan sayi çogaldigi zaman bunlarin iki kisma

ayrildigi, hocalarin böyle bir taksim yaptiklari da belirtilmektedir.

Osmanli döneminde talebelerin yetismesi üzerinde ehemmiyetle

durulmus olmasi onlara büyük bir degerin verildigini göstermektedir.

Osmanlilarin ilk medreseleri ile birlikte bütün talebeye vakiflarca bakilmis,

onlara imâretler vasitasiyla da yeme, içme, yatma ve para temin etme gibi

imkânlar saglanmistir.

Islâm ve Osmanli dünyasinda talebeler için degisik kelime ve

istilahlar kullanilmistir. Araplarin tâlib dedikleri medrese talebesine

Selçuklular fakih ve mülazim derlerdi. Osmanlilarda ise tâlibin çogulu

talebe ve tüllâb kelimeleri kullanildigi gibi, Farsça'da âlim ve akilli

mânasina gelen danismend ve yine Farsça'dan yanmis mânasina suhte

kelimesinin bozulmus sekli olan softa kelimeleri ile Arapça'da istidadli ve

kabiliyetli mânasina gelen müsteid kelimesi kullanilmistir. Bu kelimelerden

her birinin digerinin yerine kullanilabildigi anlasilmakla birlikte, Sibyan

mektebi talebelerine sadece talebe, asagi seviyedeki medrese talebelerine

suhte yüksek seviyedeki medrese talebesine de danismend denildigi

anlasilmaktadir.

Osmanli medreselerindeki talebe sayisi, medresenin büyüklük

veya küçüklügüne göre degismekle beraber, medreselerin en büyüklerinde bile bir

müderrisin okuttugu ögrenci sayisi 20 rakamini geçmez.

Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti'nde daha kurulus

yillarindan itibaren tahsilini belirli seviyeye getiren talebeler, hocalarinin

da tavsiyesi ile Islâm dünyasinin o dönemlerde taninmis ilim merkezleri olan

Kahire, Semerkant, Buhara, Mâveraünnehr, Bagdad ve Sam (Dimask) gibi

merkezlerine giderek tahsillerini tamamliyorlardi. Böylece birkaç yil sonra

Islâm dini, kültürü ve medeniyeti konusunda yetismis birer âlim olarak

dönerlerdi. Hangi sehrin hangi sahalarda meshur oldugu, buralardaki ilmî gelisme

ve ilim mahfilleri, daha önce gidip dönenler veya oralardan gelen misafir

hocalar tarafindan bilinir ve akademik seyahata çikan ögrenciye tavsiye

edilirdi.

HUZUR DERSLERI

Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara

yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir. Bu sebeple ilmiye

teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu

Osmanli devlet teskilatinda bulunan dört tarikten biri olan

ilmiyye sinifi, bu devletin kültür tarihinde önemli ve faal bir rol

oynamistir. Cemiyet hayatinin belli bir noktaya kanalize edilmesi, özellikle

Ramazan gibi hususiyet arzeden günlerde daha belirgin bir sekil almakta idi.

Bu da Huzur Dersleri adi verilen ve devrin padisahi ile saray erkâni

tarafindan takib edilen dersler vasitasiyla olmakta idi. Bunun içindir ki daha

küçük yasta bulunmalarina ragmen sehzâdeler, pek çok ilmî meselelere bu vesile

ile vâkif oluyorlardi. Devlet adamlari ile diger davetlilerin bu mecliste

kazandiklari malumat, ileride kendilerine isik tutacagindan dolayi son derece

ehemmiyetli idi.

Ilmiye sinifi mensuplarinin, Osmanli ülkesinde gördükleri

saygi ve itibari, baska hiç bir ülkede görmedikleri bilinmektedir. Bu ülkede

bilginler devlet memurlarina tatbik edilen birçok cezadan da muaf idiler.

Vebi'l-cümle ülemaya bu devlet-i aliyyede olan ikram ve i'zaz bu devlet-i

Islâmiyyede olmustur. Kendi kesbleri olan zilletten gayri devlet canibinden amme

içün tertib olunan siyaset ve ukubât havfindan emin irz (ve) mallari dest-i

taaddi-i avamdan masun ve mahfuzdur.

Ilim adamlarina gösterilen bu saygi, onlarin fikir ve

görüslerini hiç çekinmeden ortaya koymalarina sebep oluyordu. Hele Ramazan'a

mahsus huzur derslerinde bu serbestiye, daha çok dikkat ve riayet edilirdi.

Hatta III. Selim (1789-1807) devrinde bu derse istirak eden mukarrir ve

muhataplarin istediklerini söylemekte tamamen serbest olacaklari, dersten önce

bizzat padisah tarafindan bir irade-i kat'iyye olarak adi geçen zevata

bildirilirdi.

Osmanli devletinde, Ramazan ayinin ilk günü baslamak ve

umumiyetle sekiz derste sona ermek üzere sarayda padisah huzurunda mukarrir

adi verilen zamanin taninmis âlimleri tarafindan takrir olunan derslere Huzur

Dersleri deniliyordu. Zamanla sayilarinda degisiklik olan ve muhatab adi

verilen, yine devrin âlimlerinden mütesekkil bir heyetin de münazarasinda

bulundugu bu derslere, padisah huzurunda icra edilmelerinden dolayi Huzur-i

Hümayun Dersleri de deniliyordu.

Birçok Müslüman devlet baskanlarinda oldugu gibi, Osmanli

Sultanlari da herhangi bir konuda bilgi edinmek istedikleri zaman, devrin

âlimlerin-den birini saraya davet eder ve ondan istedikleri mevzuda bilgi

alirlardi. Bunun, Ramazan ayinda olmayisi ve ayni zamanda mukarrir ile

muhataplar aasinda münakasali bir sekilde cereyan etmemis olmasindan dolayi

bunlara Huzur Dersi denmez.

Tarihçiler, Tefsirden ibaret olan bu dersin baslangicini,

Osman Gazi (1299-1326)'ye kadar çikarmaktadirlar. Nitekim, Tayyarzâde Ahmed Ata;

Osman Han Gazi asr-i fezâil hasr-i âlisinden bed' ile, Orhan Han Gazi ahdinda

daimi surette icraya baslanilarak ol zamanlardan ve hususiyle Murad Han-i evvel

vaktinden beru Ramazan-i serifte vakit bulundukça her gün ve eyyâm-i sâirede

irade buyruldukça fühulin-i ülemadan olan zevat-i fezail-simâtin ekserisi

huzur-i hümayunda ictima ile âyât-i celile-i fürkaniyeden bazi süver-i serife

tefsir olunmasi kaide hükmüne girmisken Mustafa Han-i salis hazretlerinin

(1172/1758) eyyâm-i rûzesinden bed' ile sehr-i ramazan-i serifin evvelki

gününden onuncu gününe kadar birer mukarrir ile çend nefer muhataptan ibaret

olmak üzere bir hey'et-i ülema celb ederek tefsir-i serif-i Beyzavî'den birkaç

âyet-i kerime tefsir ettirmek ve bu cihetle istifaza-i feyz ve bereket etmek ve

onuncu günü kütüphâne hocasi pisva oldugu halde mukarrir olan zatlardan mürekkeb

bir meclis-i mütemayiz dahi akdolunarak kezalik tefsir-i seriften mübahasat-i

hasene icrasiyle tenvir-i mübalât edilmek usulü vaz' buyurulmustur. demek

suretiyle, bu derslerin tarihi ve geçirdigi merhaleleri hakkinda bir bilgi

vermektedir.

Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafindan belli bir kanuna

baglanarak devami saglanan Huzur Derslerinin baslangici hakkinda Ahmet Cevdet

Pasa da sunlari söyler: ... evail-i ramazan-i serifte her gün huzur-i hümayunda

huzur dersi ünvaniyle bir meclis tertib olunarak her mecliste efahim-i ülemâdan

birer mukarrir ile müderrisinden yediser-sekizer muhatap bulunup tefsir-i Kad-i

Beyzavî kiraat edilir.

Bu ifadelerden de anlasilacagi üzere huzur derslerinin

takriri Osmanli devleti için, eskiden beri riayet edilen güzel bir âdet olarak

kabul edilmektedir.

Ramazan'a mahsus bu güzel gelenek, padisah, sehzâde ve

devlet erkâninin, özellikle dinî konularda birçok seyi ögrenmelerine sebep

oluyordu. Bu derslerde Kur'an-i Kerim'den zamana münasip bir âyet okunarak

mukarrir tarafindan tefsiri yapilirdi. Bundan sonra Muhataplar tarafindan

vaki itiraz ve suellere cevap verilirdi. Böylece ilmî bir mübahese açilmis

olurdu. Mukarirr ve muhataplar bu ilmî mübahasede fikirlerini açikça belirtmekte

tamamen serbest idiler. Hatta bu yüzden ilminin derecesini göstermek isteyen

bazi muhataplarin, bulunduklari mahalli unutarak münazaralarda terbiye ve edep

haricine çiktiklari görülmüstür. Meselâ 1176 senesi Ramazaninda muhataplardan

Tatar Hoca, mukarrir Abdülmü'min Efendi ile olan mübaheseyi asarak Mü'min

Efendiye terbiye disi agir sözler sarfettiginden Bozcaada'ya sürgün

edilmistir.

Biraz önce belirtildigi gibi H. 1200 senesinden önce

Kur'an-i Kerimden degisik âyetler ve özellikle Fetih sûresinden seçilen bölümler

tefsir edilirken, mezkur senenin Ramazaninda, Fatiha sûresinden baslamak üzere

sira ile Kur'an'in tefsiri cihetine gidilmistir.

Saray Ramazan'inin baslica hususiyetlerinden biri olan Huzur

Dersleri, her gün degisen bir mukarrir ile muhataplardan mütesekkil ulemadan bir

zümre tarafindan icra edilirdi. Her ders için, önceden Mesihat makaminca tesbit

ve tayin edilmis olan bir mukarrir ile, (7-15) muhataplarin icra ettikleri bu

derslerin kadrosuna girebilmek bazi sartlar ve vasiflari tasimakla mümkündü.

Binaenaleyh, belli birtakim vasiflari tasimayanlar huzur dersleri için mukarrir

ve muhatap olamazlardi. Aranan bu özellikleri söyle maddelendirmemiz

mümkündür:

a. Istanbul rüusunu hâiz müderris olmak,

b. Talebesi ziyade, müretteb tahsile nazaran dersi ileri

bulunmak,

c. Meleke, ihtisas ve zâti kemaliyle muhitte söhret bulmus

olmak.

Huzur derslerinin takrir ve icrasinda riayet edilen bazi

usul ve kaideler de vardir. Biz bunlari Ebül-ólâ Mardin'den özetleyerek

nakletmekle iktifa ediyoruz:

1. Huzur Dersleri, Istanbul rüûsunu haiz olup uhdesinde

herhangi resmî bir vazife bulunmayan ve Istanbul sehrinde ikamet eden zevat-i

fâziladan tesekkül eder. Binaenaleyh, mevleviyetle terfi edenler veya tasrada

müderrislik ve naiplik gibi vazifeleri kabul edenler ile Istanbul haricinde

ikamet edenler bu derse istirak edemezlerdi.

2. Meclisleri teskilde ve sirayi tayinde rüustaki kidem

nazara alinir. Bu kaidenin bir sonucu olarak ilk meclisi teskil eden zevatin

rüus dereceleri kibar-i müderrisin mertebeleri olan Dâru'l-hadis, Hamise-i

Süleymaniye, Musila-i Süleymaniye olarak görülmektedir.

3. Hacc ve sila-i rahm gibi sebeblerle muvakkaten

Istanbul'dan ayrilan meclis üyeleri, ayrilislari Ramazan'a tesadüf etmese bile

seyhülislâmdan izin almak zorundadirlar.

4. Huzur Dersi mukarrir ve muhatapligina yapilacak tayinler,

seyhülislamin inhasiyle, irade-i seniyye üzerine olur.

5. Mukarrirlikte bosalma olunca muahhar meclis mukarrirleri

sirasiyla üst meclis mukarrirligine çikarlar.

6. Mukarrir, herhangi bir sebeble Ramazanda dersini takrir

edemeyecek bir durumda ise kendisine vekalet hususunda meclisinin basmuhatabi

mihaniki olarak yerine geçemeyip yine seyhülislâmin inhasi üzerine vekalet

edecek olan zat, irade-i seniyye ile belirlenir.

7. Her mukarrir ve muhatabin rütbesi ve ders sirasi

mesihatça bilindiginden derslerin esasini teskil edecek olan sûrelerin metni iki

üç ay evvel mukarrirlere teblig edilir. Saban'in 15 inde de her bir mukarrire

dersinde bulunacak muhataplarin isimleri bildirilirdi.

8. Mukarrir ve muhataplar, meclisin toplanmasindan önce

kendi aralarinda ders mevzuu üzerinde fikir beyaninda bulunamazlar. Zira dersin

takririnden evvel gizlilik, ders esnasinda ise aleniyet (açiklik ve serbestlik)

asildir.

9. Meclisin ictima yerini padisah tayin eder. Mukarrir ders

ve duasini oturarak takrir eder. Keza muhataplar da oturmus olduklari halde

sorularini sorarlar. Mukarrir padisahin sag tarafina oturur. Muhataplar da

mukarririn yanindan baslamak üzere yarim daire meydana getirirler.

10. Mukarrir ve muhataplarin önlerinde rahleler

bulunur.

11. Ders açik ve aleni olmakla beraber, erkek-kadin ders

dinleyecek zevat hakkinda padisaha malumat verilir.

12. Misafir ve dinleyiciler de mukarrir ile muhataplar gibi

minderler üzerine diz çöküp otururlar. Herhangi bir mazeret bulunmadikça,

padisahlar da bu sekilde otururlar.

13. Mukarririn ders sonunda yapacagi duada ihtisar

(kisaltma, özet) kaidedir. Dua kisa olur. Sayet dua uzarsa bu durum kendisine

nazikane ve kimsenin anlayamayacagi bir sekilde ihsas ettirilir.

14. Ders, Kadi Beyzavî tefsirinden takib edilir.

15. Dersler, Ramazan'in ilk günlerinde, her meclis ayri bir

gün toplanmak üzere, 8 meclis halinde verilir.

16. Meclis ictimalarinin mütetabi (birbiri ardinca) olmasi

kaidedir.

17. Cuma günleri ders takrir olunmaz.

Sultan III. Mustafa tarafindan 1172 (1758) senesi

Ramazan'inda icra edilen ilk derste Fetva emini Ebubekir Efendi mukarrir; Nebil

Muhammed Efendi, saray hocasi Hamidî Muhammed Efendi, Seyhülislâm müfettisi

Idris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî Ismail Efendi muhatap olarak

b olunmuslardir. Icra edilen bu ilk derste Ey inananlar! Kendiniz, ana

babaniz ve yakinlariniz aleyhlerine de olsa, Allah için sahit olarak adaleti

gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakindir.

Adaletinizde heveslere uymayin. Eger egreltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin

ki Allah islediklerinizden süphesiz haberdardir. âyet-i kerimesi takrir

olunmustur.

Huzur dersleri, Ramazan'in ilk on gününde icra edilirdi. Ilk

on gündeki cuma günleri ders okutulmamak ve diger günlerde okutulmak adetti.

mukarirler, rütbelerine göre ders okuturlardi. Bu yüzden rütbesi büyük olanin

takaddum hakki vardi. Keza muhataplar da rütbelerine göre taksim edilir.

Mecliste buna göre otururlardi. Mukarirrler, seyhülislamlik makami tarafindan

muhataplar arasindan seçilirlerdi. Bu pta ehliyet ve liyakat

esasti.

Dersler saray salonlarindan birinde ve ögle ile ikindi

arasinda takrir olunurdu. Salona biri mukarrir efendiye, on besi de muhataplara

mahsus olmak üzere on alti rahle ve her bir rahleye birer de minder konulurdu.

Mukarrir efendinin rahlesi sedef islemeli, muhataplarinkiler ise ceviz boyali

idi. Mukarrir efendinin minderi de muhatap efendininkinden bir parça büyükçe

idi. Salonda bu suretle tertibat alindiktan ve davetli olan zevat da birer birer

geldikten sonra Hünkâr, salonu tesrif buyururdu. Verilen malumat üzerine ulema-i

kirâm da müteakiben birer ihtiram selâmi vererek salona girerlerdi. Padisahla

maiyetindekiler o sirada ayakta bulunurlar ve hünkârin oturmasi üzerine

digerleri ile birlikte mukarrir ve muhatap efendiler de yerlerini alirlardi.

Salon bu sirada tam alatürka bir hal alirdi. Bir ihtiram mevkiine konulmus olan

ve hünkârin oturmasina mahsus bulunan koltuktan baska sandalye ve kanape gibi

seyler mevcut degildir. Sair erkanin oturmasi için hep silteler konulmus

bulunuyordu. Muhatap efendilerin rahleleri mukarrir efendinin rahlesinin sag ve

sol tarafinda ve bir daire teskil edecek surette konurdu. Mukarrir efendinin

takriri, umum tarafindan kemal-i husu ile dinlenirdi. Mukarrir efendi derse ait

tefsirden bir eserle buna müteallik notlarini, muhataplar da kitaplarini rahle

üzerine koyarlardi. Ders bir iki saat sürerdi. Dersin sonunda mukarrir

muhataplara sorulacak sualleri bulunup bulunmadigini sorardi. Rütbe itibariyle

yer almis olan muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve basta oturan

zattan baslanarak her biri sirasiyla sualini sorar ve mukarrir efendi de lâzim

gelen cevabi verirdi. Sorular dersle ilgili olurdu. Dersin sonunda mukarrir

efendi dua ederdi. Dersin sona ermesinden sonra padisah tarafindan mukarrirlere

birer miktar atiyye ile birer bohça, muhataplara da yalniz birer atiyye

verilirdi. Atiyyenin miktari zamana göre degisirdi. Bohçanin muhteviyati ise her

vakit bir top çuha, iki top kumas ve bir tane Lahor saldan ibaret

bulunurdu.

Osmanli Devleti'nin basinda bulunan hükümdar ile sehzâde,

hükümet erkani vs. gibi ileri gelen zevatin kendisinden istifade ettigi bu

dersler, padisahligin nihayete ermesinden sonra da devam etmisti. Halife

Abdülmecid Efendi'nin huzurunda devam eden bu derslerde en son okunan ve tefsiri

yapilan âyet sudur:

Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuslardir. Nihayet

Allah, onlarin binalarini ta temellerinden (yikmayi) diledi de üstlerindeki

tavan tepelerine göçtü (onlari helâk etti). Hem bu azab onlara akil

erdiremeyecekleri taraftan gelmistir.

Sultan III. Mustafa tarafindan bir kanuna baglanan Huzur

Dersleri, belirtilen tarihten itibaren 169 sene araliksiz devam etmisti. Buna

göre 1172 senesi Ramazan'inda baslayan resmî uygulama 1341 senesi Ramazan ayinda

sona ermisti.

ILMIYE TESKILATI

Osmanli ilmiye sinifi, klasik Islâmî egitim kurumu olarak

bilinen medresede, usûlüne uygun tahsilden sonra icâzet almak suretiyle mezun

olup, Osmanli Devleti'nde hukuk, egitim, dinî hizmetler ve nihayet merkezî

brokrasinin kendi sahalari ile ilgili önemli bazi makamlarini dolduran Müslüman

ve çogunlukla da Türkler'den olusan bir meslek grubudur.

Bu meslegin, tarihî seyri içinde kendine has özellikleri ile

tesekkül, olgunluk, karisiklik ve toparlanip küçülme dönemleri olmak üzere

baslica dört devresinden bahsedilebilir.

Türk-Islâm dünyasindan devraldigi temel kavram ve unsurlar

ile Istanbul'un fethine kadar uzanan bu dönemde çok basarili gelismeler

olmustur. XV. yüzyil ortalarindan XVII. yüzyil baslarina kadar devam eden bu

dönemde, saglam bir meslek anlayisi olusmus, egitim ve yargi alaninda belirlenen

dereceler, ulemânin gv alanlari, yetki ve sorumluluklarinin kesinlik kazanmasi

gibi önemli gelismeler olmustur. XVI. asirdan itibaren ilmiye, seyfiye ve

kalemiye mesleklerinin (tarik) ayri ayri formasyonlar gerektiren branslar haline

gelmesiyle, ilmiye mensuplari egitim ve yargi (adalet) alanlarini tekellerine

almislardir. Böylece bu sahalarda yegane söz sahibi olan kimseler durumuna

gelmislerdir. XIX. yüzyil ortalarina kadar devam eden bu uygulama 1820'lerden

itibaren daralmaya baslamistir. Burada sunu da belirtelim ki olgunluk döneminin

asil özelligi, ulemânin müsbet, yapici ve yipranmamis agirliginin devlet ve

toplumun her kesiminde hissedilmis olmasidir.

XVII. yüzyil, ilmiye teskilâti ve ulemâ için bir yipranma

dönemi olup, siyasetin içerisine âdeta zorla çekilmislerdir. Bu durum, büyük

ölçüde ulemânin disinda olusmus bir gelismedir. Bunun en önemli sebebi, Osmanli

hükümdar geleneginin sarsilmasidir. Gerçekten, Sultan I. Ahmed'le baslayan ve

pespese çocuk yasta denecek hükümdarlarin hüküm sürdügü bu dönemde dizginler,

askerin, saraydaki nüfuz odaklarinin ve tabii olarak ulemânin eline geçmistir.

Her zümre kendi güç ve nüfuzunu kuvvetlendirmek için ulemâyi yanina çekmek

istemistir. Bunun sonucunda siyasî fetvalar, ilmiye ricalinin bölünerek farkli

taraflarda yer almasi, onlari hem ilim yolundan alikoymus, hem de siyasî

mücadele içinde yipratmistir.

Yenilik tesebbüsleriyle girilen XVIII. yüzyilda ulemâ

yeniliklere taraftar, hatta yer yer öncü görünmektedir. Devletin toparlanmasinda

agir sorumluluk üstlendigi bir dönemdir. XIX. yüzyildan itibaren ulemânin

istihdam alaninda devamli bir daralma baslamistir. Ilmiye teskilâti ile ilgili

bu özet bilgilerden sonra teskilâtin kendi içindeki siniflandirmasina

geçebiliriz.

SEYHÜLISLÂMLIK

H. IV. (M. X.) asrin ikinci yarisinda ortaya çikan

Seyhülislâm tabiri, fukaha arasindaki ihtilafli meseleleri halledebilen

âlimler için, bir seref ünvani olarak kullanilmistir. Fukaha-yi izâm ve

füdelâ-yi fehâmdan sol sahib-i sadr-i iftâya istilâhat-i örfiyyede seyhülislâm

denilirdi ki, aralarinda tahaddüs eden münazaa ve mühâsemeden dolayi hall-i

müskilât-i enâm eyleye. ifadesi, yukarida temas edilen görüsün dogrulugunu

ortaya koymaktadir.

Bu asirdan itibaren, Islâm kelimesi, pek çok kelimeye

izafe edilerek kullanilmaya baslanmistir. Fakat bütün bu tabirler arasinda

sadece seyhülislâm terkibi devamliligini muhafaza edebildi, digerleri ise

unutulup gitti.

Seyhülislâm tabiri ile birlikte kullanilan öbür deyimlerden

bir kismi, dünyevî iktidar sahipleri (bilhassa Fâtimî vezirleri) tarafindan da

kullaniliyordu. Ama seyhülislâm ünvani, daima ulemâ ve sûfilere has olarak

istimal ediliyordu.

Hicrî IV. asrin ikinci yarisindan itibaren, ortaya çiktigini

belirttigimiz bu seref ünvanini almaya hak kazananlari üç kategoride toplamak

mümkündür. Bunlar:

1. Sadece, kendi zamanlarindaki bir sehir halki tarafindan

kendisine bu ünvan verilenler,

2. Seyhülislâm ünvani ile her tarafta söhret bulmus

olanlar,

3. Fetva ile icazetnâmeyi birlikte verebilen ve bu isimle

söhret bulmus olanlar.

Görüldügü üzere, Osmanlilardan önce de varligindan haberdar

oldugumuz bu makam ve müessese, Osmanlilarda oldugu gibi resmî degildi. Keza bu

müessese, ilmiye sinifinin en üst makami olma gibi bir hüviyet de

tasimiyordu.

Osmanlilarin, alti sari askin hükümranlik döneminde

seyhülislâm ünvaninin ne zaman kullanilmaya baslandigi kesin olarak

bilinemedigi gibi, ilk defa bu ünvani alan zâtin kimligi dahi kesin ve net

olarak tesbit edilememektedir. Bununla beraber, Fâtih kanunnâmesinde

seyhülislâmin ulemanin reisi oldugu açikca belirtilmektedir. Fâtih Sultan

Mehmed'in (1451-1481) tedvin ettirdigi kanunnâmede seyhülislâm tabiri, açik ve

sarih bir sekilde zikredilmektedir ki, bu da Fâtih ve babasi II. Murad

(1421-1451) devirlerinde mezkur ünvanla adlandirilan kimselerin varligini ortaya

koymaktadir.

Osmanli Devleti'nde, kendisine sorulan dinî ve ser'î

meseleleri cevaplandiran kimseye müftî, verilen karara da fetva dendigini

biliyoruz. Nitekim mesihat makami, ilk önce, mesned-i fetva veya mansib-i

ifta gibi isimlerle basmüftilik tarzinda tesekkül etmisti. Bu durumu ile o, bir

müddet kadiasker ve muallim-i sultanî vazifelerine nisbetle ikinci derecede

kalmisti. Bunun için müftilik makami, Divan-i hümayun âzaligina dahil bulunan

kadiaskerlik makamina göre daha hususî bir vaziyet arzediyordu. Ancak fetva

vermek yetkisi Ibn Kemal (1525-1533) ile Ebu's-Suûd (1545-1574) Efendi gibi

zevata havale edilince, bu makam daha çok ehemmiyet kazanmaya basladi. Çünkü bu

iki kisi, kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi. Bundan

böyle seyhülislâmlik makami, sadreyn efendilerin üstünde tutularak ilmiyye

tarikinin reisi ve ser'î mahkemelerin nâziri olmustur. Yukarida adi geçen

kudretli zevatin yetismesi,bütün ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verilmesine

sebep olmustur. Muhtemelen bunun da tesiriyle olsa gerek ki, makam ve mevki

itibariyle seyhülislâmlar sadrazamla denk bir seviyede tutulur

olmuslardir.

Osmanlilarda, ileri gelen zevat için kullanilan ünvanlarin

bir çogu, daha önceki müslüman devletlerde de kullanilmistir. Nitekim, takva

sahibi olarak kemal mertebesine ulasan sahsiyeti ve müellefâtinin çoklugu

sebebiyle büyük bir ün kazanmis olan Ibn-i Kemal'e, bu özelliklerinden dolayi,

Necmeddin Ebu Hafs Ömer en-Nesefî'nin ünvani olan müfti's-sakaleyn... lakabi

verilmistir. Osmanli döneminde bu tabir, sadece adi geçen seyhülislâm için

kullanilmistir.

Ilmiyye sinifinin en yüksek mevkii olan ve Mesihat-i

Islâmiyye diye adlandirilan bu makamin Osmanlilarda ortaya çikis gayesine

yönelik degisik bazi görüsler bulunmaktadir. Bu mevzuda farkli görüslerin ortaya

atilmasina sebep ve bu görüslere kaynaklik eden kimsenin J.H. Kramers oldugu

ileri sürülmektedir. Filhakika Islâm Ansiklopedisindeki makalesinde bu mevzua

temas eden Kramers, Gaudefroy-Demombyn'e dayanarak bazi fikirler ileri

sürmektedir. Bunlari, su sekilde siralayabiliriz:

a) Osmanli padisahlari, Misir'da Memlûk sultanlari yaninda

bulunan Abbasî halifesinin hâiz oldugu mevkii taklid etmek suretiyle böyle bir

müesseseyi kurmus olabilirler.

b) Osmanli ulemâsinin bir dinî reisin baskanliginda

teskilâtlanmasi, devletin tebeasi olan gayr-i müslimlerin basinda bulunan

patrikligi taklit etmek suretiyle olmustur.

c) Bu müessese, devlette mevcut dünyevî iktidar yaninda,

kazaî selâhiyetlerle teçhiz edilmis sûfî-dinî bir an'anenin neticesi olarak da

dogmus olabilir.

Zuhurunu, tek ve belli bir sebebe baglama imkâni bulunmayan

bu müessesenin kurulusunu, baska dinlerdeki ruhanî riyasetin taklid edilmesi ile

izâha kalkismak, tamamen indî bir mütalâa olur. Çünkü Islâmin din ve devlet

anlayisi ile Hiristiyanligin din ve devlet anlayisi arasinda büyük farklar

vardir. Biri, müntesiblerinden hem dünyevî, hem de uhrevî vazifeler beklerken,

digeri sadece uhrevî hizmetler beklemektedir. Bunun için, bu iki müesseseyi

birbiri ile mukayese etmek ve hele, seyhülislâmligin, patrikligin bir taklidi

olarak ortaya çiktigini söylemek, dogru olmasa gerektir. Nitekim, I. Hâmi

Danismend de, bu meseleye temasla söyle der: Dikkat edilecek noktalardan biri

de mesihat makaminin baska dinlerdeki ruhanî reisliklerle mukayesesinin dogru

olmadigidir.

Seyhülislâmligin dogus ve ortaya çikis sebebini tek bir

vak'aya baglamak yerine, tarihî olaylari incelemek ve bu yolla bir neticeye

varmak daha dogru gibi görünmektedir. Bunun için de meseleye tarihî olaylar

açisindan bakmak gerekir.

II. Murad devrinde yasayan ve umumiyetle ilk seyhülislâm

olarak kabul edilen Molla Fenari (1424-1431)'nin, böyle bir makama getirilmesi

ve kendisine böyle bir ünvan verilmesi, dikkat çekicidir. Devletin, dinî ve

siyasî bir kargasalik içinde bulundugu bir sirada tahta geçen II. Murad, böyle

bir ortamda, ahlâkî, ilmî ve dinî otoritesi bütün memleketçe kabul edilen büyük

bir âlime ihtiyaç bulundugunu düsünmüs olmalidir. Keza bu zâtin, tebeayi bütün

sapik cereyanlardan koruyabilecek bir otoriteye sahip olmasi ve halk ile

devletin dinî meselelerini çözmesi gerektigine inanmis olmalidir. Yine bu

esnada, devlet sinirlarinin dahilindeki gayr-i resmî müftülerin, dinî meseleler

hakkinda kendi dünya görüsleri ve kabiliyetlerine göre ayri ayri fetva

vermelerinin, devlet için bir tehlike arzettigini de sezmis olmalidir. Gerçekten

böyle durumlar, hos olmayan bir takim tenakuzlarin ortaya çikmasina yol

açabilir. Bu yüzden de hem devletin otoritesi, hem de mü'minlerin seriata olan

bagliliklari zedelenebilirdi. Bu sebeple fetvalarin, tek kanaldan ve resmî

sifati bulunan bir kimse tarafindan verilmesi ihtiyaci hissediliyordu. Ayni

zamanda, durmadan yayilma istidadi gösteren Bâtinî-Rafizî görüslere karsi sed

çekecek kuvvetli ve dirayetli sünnî bir sese de ihtiyaç vardi.

Iste bütün bu hususlar nazar-i dikkate alinmis olacak ki,

ilk defa bu makama getirilen Molla Fenarî'nin sahsinda adi geçen ünvanla bir

makam ve müessese kurulmus oldu.

Ilk Seyhülislâm: Osmanli devlet teskilatinda, müfti'l-enâm

ünvani ile de anilan seyhülislâmlarin, ihraz ettikleri bu resmî makama ilk defa

kimin getirildiginin kesin olarak bilinemediginden söz etmistik. Bu hususta

farkli görüsler bulunmaktadir.

Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde, varligindan

haberdar oldugumuz seyhülislâmlik, bu devlette eristigi dinî ve siyasî

ehemmiyeti hiç bir ülkede bulamamistir. Fâtih kanunnâmesinde kendisinden söz

edilen seyhülislâmin bu devirdeki durumu da tartisilabilir nitelikte

görünmektedir. Mezkûr kanunnâmeye göre ulemânin reisi olmakla birlikte ilmiyenin

basi sayilmasi XVI. asrin ortalarina ve belki az daha sonraya rastlar. Bu durumu

göz önüne almis olacak ki, M. Tayyib Gökbilgin bu ünvanin (seyhülislâmligin) ilk

önce Ibn Kemâl'e verildigine kani görünmektedir. Bu konuda o, fetva hizmeti

vazifesi, Ibn Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi kimselerin bu vazifeye

getirilmesinden sonra ehemmiyet kazanmis ve artik bunlara seyhülislâm

denilmistir. Bu iki kisi kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye

getirilmislerdi. diyerek bu konudaki görüsünü belirtir.

Bununla beraber, Fatih Sultan Mehmed'in tedvîn ettirdig

ikanunnâ-mede, açikça isminden ve ulemanin reisi olma gibi bir sifati

bulundugundan söz edilen seyhülislâmlik makaminin daha önce mevcut olmasi

gerekir. II. Murad devrinin dinî, siyasî ve ictimaî kargasaliklari sucunda

meydana gelen hadiseler, böyle bir makamin kurulmasini mecburî hale getirmisti.

Böylece kurulup teessüs eden bu müessesenin basina da -daha önce belirtildigi

gibi- devrin bilgini ve otoritesi herkesçe kabul edilen Molla Fenarî

getirilmistir.

Günümüzün, Adalet ve Millî Egitim Bakanligi ile Diyanet

Isleri Baskanliginin görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bu makamin,

Osmanli devlet teskilati içindeki mevkii ve durumu, Fâtih kanunnâmesinde açikça

belirtilmektedir. Bundan anlasildigina göre seyhülislâm, diger devlet erkâni

üzerinde büyük bir nüfuza sahiptir. Buna dayanarak, Brockelmann: Fâtih Sultan

Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman, seyhülislâmin bütün memurlar sinifinin en

üstünde bulunan müstesna mevkiini teyid ettiler. diyerek bu ehemmiyeti

belirtmek ister.

Fâtih kanunnâmesinde mevkii belirtilmis olmakla beraber,

esas ehemmiyet, Zenbilli Ali Cemalî Efendi (1503-1525) ile baslamis, Ibni Kemal

ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile kemâl mertebesine

ulasmistir. Ilmî dirayet ve temiz sahsiyetleriyle mesihat makamina çikan bu çok

kiymetli âlimler, en heybetli padisahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi

olduklari için, icâb-i halda onlara bile dogru yolu göstermekten ve sert sözler

söylemekten çekinmiyorlardi. Mevzûun daha iyi kavranabilmesi için birkaç tarihî

olaydan söz etmek gerekecektir.

a. Daha kadiligi zamaninda, Yildirim Bayezid (1389-1403)'in

cemâatla namaza devam etmesinden dolayi sahidligini kabul etmeyen Molla Fenari,

ibadetlerinde kusur eden kimsenin, insan hukukunun gözetilmesi gereken yerlerde

de dikkatsiz olabilecegini düsünerek, mahkeme salonunda, bizzat Yildirim

Bayezid'e sehadetini kabul etmiyecegini söylemek suretiyle büyük bir cesarete

sahip oldugunu göstermistir.

b. Yavuz Sultan Selim, Hazine-i Âmire muhafizlarindan 150

kisinin katline karar verir. Bu iradeyi dogru bulmayan Seyhülislâm Zenbilli Ali

Cemalî Efendi, çagirilmadigi halde ve hiç kimseye bildirmeden Divân'a girerek,

böyle bir cezanin seriat ve adalete aykiri oldugunu söylemek suretiyle büyük bir

cesaret örnegi verir. Bunun üzerine padisah, 150 kisinin katli kararindan rücû'

eder.

c. Birgün divan'da, Sadriâzam Dervis Pasa'nin kabahatsiz bir

adamin katline hüküm vermesi üzerine, onu muahaza eden ve bu yüzden Divan-i

terkeden Seyhülislâm Yahya Efendi (1553-1644)'nin bu davranisi, devrin padisahi

I. Ahmed (1603-1617)'in dikkatini çeker. Pâdisah, davranisinin sebebini

sordugunda o da kaza emânettir. Pâdisah, kadiaskerleri istimai deâvî, ihkak-i

hak, mazlumlari siyânet için nasbeyler. Icâb-i ser'î yogiken bugün bir adam

katlolundu. Artik benim için icray-i kazaya imkân kalmadigindan terk-i mansiba

mecbur oldum der. I. Ahmed, Yahya Efendi'nin bu cevabi üzerine sadrâzami

cellâda teslim etmekle isi bitirir.

XVI. asirdan itibaren ehemmiyeti daha da artan

seyhülislamlik makami, manen sadrazamliktan daha yüksek telâkki ediliyordu.

Çünkü, Osmanli devletinde din asil, devlet ise onun bir fer'i olarak

görülüyordu. Bu anlayisin bir sonucudur ki, sadriâzamlarin seyhülislhamlari

ziyaretleri III. Murad (1574-1595) devrinde 922 (1584) tarihinde kanun haline

getirilmisti. Tâyini, bizzat padisah tarafindan yapilmakla beraber, bilhassa

idarenin zayif zamanlarinda veya herhangi bir isyan esnasinda padisah aleyhine

fetva verebilir endisesiyle daima seyhülis-lâmdan çekinilmistir. Çünkü Osmanli

padisahlari, tebea üzerinde keyfî bir tasarruf hakkina sahip degillerdi. Onlar

da birtakim kanun ve nizamlarla bagli idiler. Zahiren, hudutsuz bir selahiyete

sahip görünseler bile, hakikatte bazi kanunlarla mukayyettiler. Idarî

mekanizmada dini asil, devleti de onun bir fer'i olarak kabul eden bir devlette

bu durum normal karsilanmalidir. Bu anlayisin bir neticesi olacak ki, yürürlüge

girmesi istenilen her türlü kanun ve nizam hakkinda, önce seyhülislâmdan, bunun

seriata uygun olup olmadigina dair fetva alinirdi. Ancak bundan sonra, istenilen

kanun yürürlüge girerdi. 1686 yilinda Amsterdam'da basilan ve Türkçe tercemesi

yayinlanan bir eserde bu mevzu ile ilgili olarak söyle denilmektedir:

Seyhülislâm, sahip oldugu genis yetkisi ile herhangi bir mesele hakkinda hüküm

verince padisah bile bunun aksini iddia edip karsi çikamaz.

Seyhülislâmligin haiz oldugu önemi belirten hususlardan biri

de, seyhülislâm olarak tayin edilecek olan zatin saraya daveti esnasinda,

protokol geregi sadriâzamla birlikte huzura girerlerken padisahin onlara karsi

üç adim atmasi ve onlari ayakta istikbal etmesidir. Keza, seyhülislâm adayinin,

padisahin elini öptükten sonra oturmasi, buna karsi sadriâzamin ayakta beklemesi

de bu hususu açikça ortaya koymaktadir. Bu tatbikat, IV. Mehmed devrinde

(1648-1687), sadriâzam Melek Ahmed Pasa'dan itibaren devam

edegelmistir.

Seyhülislâmligin Sona Ermesi: Osmanli Devleti'nde, ilmiye

sinifinin en yüksek mevkii olan ve mesihat-i islâmiyye diye adlandirilan bu

önemli makamin uzunca bir tarihçesi vardir. Ilk seyhülislâm Molla Fenarî'nin

tayin tarihi olan 1424/25 senesinden, Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922 =

1339-1341)'nin istifa tarihi olan 26 Eylül 1922 yilina kadar mesihat-i islâmiyye

müessesesi, kesintisiz olarak tam 498 sene devam etmistir. Bes asra yaklasan ve

özellikle kayd-i hayat sarti ile bu makama gelen dirâyetli zevatin yeri, daha

sonra gelenlerle ayni sekilde doldurulamamistir.

Bütün Osmanli müesseselerinde oldugu gibi, bu müessese de,

XVI. asrin son senelerinden ve bilhassa XVII. asirdan itibaren yavas yavas

inhitata (gerileme) yüz tutmustur. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin

ortalarinda 948 (1541/42) baslayan seyhülislâm azli, daha önce benzeri

görülmediginden büyük bir hadise olarak karsilanmistir. Devrin seyhülislâmi,

Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendi (1539-1542)'nin, Mevlâna Celaleddin-i Rumî

ve Muhyiddin-i Arabî gibi mütavassiflar hakkinda vazife ve selahiyetini asan bir

dil kullanmasi, vazifesinden azledilmesine sebep olmustu.

Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendinin, yukarida

belirtilen sebepten dolayi azli, bu makama yükselenlerin artik azledilemez = lâ

yen'azil olan özelliklerini ortadan kaldirmis oldu. Bundan böyle sadriâzamla

aralarinin iyi olmamasi veya maiyetinin çesitli islere müdahalesi neticesinde,

dedikodularin ortaya çikmasi gibi nahos olaylar, seyhülislâm azilerinin

sebepleri arasinda idi.

Seyhülislâmlarin azledilemez özelligi ortadan kalktiktan

ve eskiye nisbetle bir gerileme basladiktan sonra, azledilmis olan bir

seyhülislâmin, ayni vazifeye tekrar getirilmesi ile karsilasiyoruz. Böyle bir

adim da Bostanzâde Mehmed Efendi ile atilmistir. Ilk mesihat-i 997-1000

(1589-1592) yillari arasinda olan mezkûr zâtin ikinci mesihati da 1001-1006

(1593-1598) seneleri arasindadir.

Osmanli Devleti idarî kadrosunda bulunan hemen herkese en

büyük ceza olan idâmin verilebildigi ve sadriâzamlarin bile böyle bir cezadan

kendilerini kurtaramadigi bir gerçektir. Hal böyleyken seyhülislâmlar, bu

kaidenin disinda tutulmuslardi. Dinî reis olmalari, onlari böyle bir cezadan

uzak tutuyordu. Bununla beraber, bes asra yaklasan tarihi içinde sadece üç

seyhülislâm ölüm cezasina çarptirilmisti. Böyle bir cezaya çarptirilmakla

beraber bunlara sehid denilmektedir. Bu, inhitat devrinde, ilmiyye

masûniyyetinin ihlâline karsi, meslegin protesto tezahürleri mahiyetindedir.

Efkâr-i umumiyece bunlar, yanlis anlasilmanin kurbani olarak idam edilmislerdi.

Böyle bir ceza ile hayata vada eden seyhülislâmlar sunlardir:

1. Ahîzâde sehid Hüseyin Efendi

(1041-1043/1632-1634).

2. Hocazâde sehid Mes'ud Efendi (1066/1656) 4 ay 12

gün.

3. Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi (1088/1688) ikinci

mesihati (1106-1115/1695-1703).

Osmanli devlet teskilatinda, herhangi bir kimseye

seyhülislâm ünvaninin verilebilmesi, o kimsenin mesihat makamina getirilmesiyle

mümkün oluyordu. Bu makamin, eskiye nisbetle bir gerileme gösterdigi, resmen ve

fiilen bu makama gelmedigi halde bazi kimselere bu makam pâyesinin verilmesiyle

de ortaya çikmaktadir. Gerçi asirlarca süren bir tarih içinde ancak iki kisiye

bu pâye verilmistir ama bu da, çok yüksek bir makam olan seyhülislâmlik için,

bir gerileme sayilabilmektedir. Bu makama gelmedigi halde pâyesi ile taltif

edilen iki kisiden birincisi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendidir. Bu zat, 1059

(1649) tarihinde Ravzatu'l-Ebrar adli eserini devrin padisahi IV. Mehmed'e

takdim edince kendisine bu pâye verildi. Bundan iki sene sonra da 1061 (1651)

tarihinde Karaçelebizâde fiilen bu makama getirilmistir.

Bilfiil seyhülislâmlik makamina gelmedigi halde bu pâyeyi

alanlardan ikincisi de Erzurumlu Feyzullah Efendi'nin büyük oglu Fethullah

Efendi'dir. Fethullah Efendi, Nakibu'l-Esraf olarak Rumeli kadiaskeri

bulunurken, Seyhülislâm olanbabasi Feyzullah Efendi'den sonra bu makama gelmek

üzere bu pâyeyi almistir. Fakat 1115 (1703) senesinde babasi ile birlikte

azledilir. Bundan kisa bir müddet sonra da vefat etti.

Böylece tarihî seyri içinde geçirdigi çesitli merhalelerden

sonra nihayet, Seyhülislâm Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922)'nin, dahil

bulundugu son Osmanli kabinesiyle birlikte istifasi neticesinde, seyhülislâmlik

makami, Osmanlilar'la birlikte Islâm âleminden de kalkarak tarihe mal

olur.

Sehülislâmin Tayin ve Azli: Osmanli Devleti müesseselerinden

biri olan ilmiyye'nin reisi durumundaki seyhülislâmin bu makama gelebilmesi,

basit bir tayin veya formalite isi degildi. Bununla beraber, seyhülislâm

Ebu's-Suûd Efendi'den önce, bu makama gelebilmek için kesin ve tayin edilmis bir

kanun yoktu. Kadiaskerlik, büyük kadilik veya müderrislik yapmis olanlardan

münasipleri, bu makama getirilebiliyordu. Fakat Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren

seyhülislâmlik, Rumeli kadiaskeri olanlara verilir oldu. Bu tarihten sonra

nâdiren, Anadolu kadiaskeri veya bunun pâyelilerinin getirildigi

görülür.

Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren bu makama gelebilmek için

bazi merhalelerden geçmek gerekiyordu. Bunun için, müderrislik mertebesini ihraz

eden bir kimsenin en az 15-20 sene talebeye ders vermesi, belli

mevlevîyet-lerden* sonra Istanbul kadiligi, Anadolu

kadiaskerligi ve sonunda da Rumeli kadiaskerligine getirilmis olmasi

gerekiyordu. Ancak bu siranin takibinden sonra mesihat makamina

gelinebilirdi.

Ilmiye sinifinin reisi ve dinî lider olmakla beraber,

seyhülislâmin tayini, bizzat devletin basinda bulunan padisah tarafindan

yapilirdi. Bu tayinde çogu zaman sadriâzamin da müessir oldugu bilinmektedir.

Ayni sekilde veziriâzamin azlinde, bazan seyhülislâmin müessir oldugu da bir

gerçektir.

Sadriâzam, kadiasker veya mâzulleri arasinda, kendisiyle

anlasabilecegi birisini padisaha empoze edebilirdi. Maamafih, padisah, bazen hiç

kimseye sormadan ve hiç kimsenin fikrini almadan da seyhülislâm tayini

yapabiliyordu.

Seyhülislâmin kim olacagi kararlastirildiktan sonra,

veziriâzam, o zat hakkinda telhis denilen arîzayi padisaha takdim eder; bundan

sonra, seyhülislâm olacak zat,saraya veya icabina göre Pasakapisina dâvet olunup

sadriâzamla beraber saraya giderlerdi.

Sayet, seyhülislâm namzedi, dogrudan dogruya saraya dâvet

edilmis ise, veziriâzam da çagirilirdi. Teamül geregi, seyhülislâm tâyin

edilenler Arz odasinda padisahin elini öperlerdi. Fakat, Zekeriyezâde Yahya

Efendi'nin seyhülislâmligindan sonra bu âdet terk edilerek sadece bahçede el

öpmekle iktifa edilmisti.

Seyhülislâmin tayini ile yakindan ilgili bulundugundan, bu

makamda en çok kalmis olanlardan da kisaca bahsetmemiz gerekir. Araliksiz, 498

sene devam eden bu makamda, en fazla kalan kisi, Kanunî ve II. Selim devri

seyhülislâmi Ebu's-Suûd Efendi'dir. Mesihat müddeti toplam olarak 28 sene 11 ay

sürmüstür. Ebu's-Suud Efendi'den sonra gelenler artik onun kadar kalamamis ve

3-4 senelik bir vazifeden sonra bu makami baskalarina terk etmek zorunda

kalmislardir. Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den sonra ikinci sirayi, 24 sene ile

II. Murad ve Fâtih devri seyhülislâmi, Molla Fahreddin Acemî (1436-1460)

almaktadir. Bu makamda uzun süre kalma imkânini elde eden ve üçüncü sirada

bulunan Zenbilli Ali Cemalî Efendi'dir. II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî

devirlerinde mesned-i mesihatta bulunan bu zâtin hizmeti, toplam olarak 23

seneyi bulmaktadir.

Bazi kimselerin bu makamda uzun süre kalmalarina karsi, bir

kismi da çok az denebilecek kadar kisa bir süre bu vazifede

kalabilmistir.

Memikzâde Mustafa Efendi'nin mesihat müddeti, Osmanli

mesihat tarihinde en kisa olani olarak bilinir. Bu müddet, 13 saatlik bir zamani

kapsamaktadir. Hizmetin azligi ve müddetin kisaligi ile ikinci sirada bulunan,

IV. Mustafa (1807-1808) devrindeki Sâmanîzâde Ömer Hulusi Efendi (öl. 1812)'nin

ikinci mesihatidir. Bu müddet de bir günlük bir zamani kapsamaktadir.

Daha önce de belirtildigi gibi mükerrer seyhülislâmlik, h.

1000 (1591) yilindan itibaren Bostanzâde Mehmed Efendi ile baslamistir. Bu

zattan sonra mükerrer vazifeler devam edegelmistir. Bu tatbikatin neticesi bazi

kimseler, birkaç defa bu makama getirilmislerdi. Bu makama en fazla yani dörder

defa gelenleri söyle siralayabiliriz:

1. Cafer Efendizâde Haci Mustafa Sun'ullah

Efendi.

2. Yusufzâde Cemaleddin Efendi.

3. Musa Kâzim Efendi.

4. Haydarîzâde Ibrahim Efendi.

5. Mustafa Sabri Efendi.

Isimleri zikredilen bu zevatin son dördü, Ikinci

Mesrutiyet'in kabine degisikligi sonucu tekraren bu makama getirilmislerdi. Zira

artik II. Mesrutiyetten itibaren seyhülislâmlar da kabine üyesi olarak onunla

birlikte atanir ve yine onunla birlikte vazifeden alinir oldular.

Seyhülislâmin vazife ve selahiyeti: Kurulus döneminde

vazifesi, sadece ser'î meseleler üzerindeki talepler hakkinda fetva vermekten

ibaret olan seyhülislâmin, bu hükümler hakkinda hiç bir icra selâhiyeti yoktu.

Bununla beraber, hiç bir kadi, onun verdigi fetvayi reddetmeye cür'et

edemezdi.

Kurulus döneminden sonra ise Seyhülislâmin fetvalari, sadece

ammeyi ilgilendiren siyasî sahalara inhisar etmistir diyebiliriz. Bunun için,

devlette, ammeyi ilgilendiren hususlarda mutlaka seyhülislâmin fetvasi

gerekiyordu. Böylece seyhülislâm, fetvalari ile devlette kanunlarin vazi'ligi

vazifesini de üstlenmis denebilir. Nitekim, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'nin

tasvibinden geçen kanunnâmenin bas tarafinda aynen söyle

denilmektedir:

Merhum ve magfurun leh Sultan Süleyman Han aleyhi'r-rahme

ve'r-ridvan hazretlerinin zamân-i bâemanlarinda merhum Seyhülislâm Ebu's-Suûd

Efendi hazretlerinin asrinda olan kanunnâme-i sultanîdir ki, ser-i serife

muvafakati mukarrer olup hâlâ muteber olan kavanin ve mesâildir. Kanunlasmasi

için fetva istenilen mevzularda, seyhülislâmlarin gözettigi esaslar, Islâm

cemaatinin hayri ve adalet prensibidir. Nitekim, Seyhülislâm Pîrizade Mehmed

Efendi (öl. 1748) Raiyyet, babasinin kaçtigi topraga geri getirilir mi?

sualine karsi su fetvayi vermistir: Gerçi ser'î maslahat degildir, lakin koyun

kimin ise kuzu dahi onundur, deyü sayi, Ancak bu makûlede ûlu'l-emre müracaat

olunur. Nizâm-i memleket için olan emr-i âliye itaat vacibtir der.

Kararlarini tatbik edebilme imkânina sahip bulunmayan ve

ayni zamanda, Divân'in âzasi da olmayan seyhülislâma, önemli meselelerin

görüsülme ve müzakeresi esnasinda müracaat edilirdi. Hattâ bazen,

seyhülislâm-lar, hiç kimseye haber vermeden Divan'a girip istedikleri konu

hakkinda mütalâada bulunabilirlerdi.

Devlet teskilâti içindeki vazifesi, önceleri sadece fetva

vermek gibi bir sahaya inhisar eden seyhülislâmlarin bu makami, Ibni Kemal ve

Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile daha da önem kazanmaya

basladigindan yetki alani da buna paralel olarak genislemistir. Bu yüzden,

bilhassa XVI. asrin ikinci yarisindan itibaren ilmî tevcihatin seyhülislâmlara

verildigi görülmektedir. Nitekim, 982 (1574) tarihine kadar müderris ve mevali

ile müftülerin tertip ve telhisleri hususu, veziriâzamlara ait iken, bu tarihten

sonraki bazi veziriâzamlarin cahil olmalari, bu islerin seyhülislâmlara

birakilmasina sebep olmustur. Böyle bir yükten kurtulmak için Ebu's-Suûd Efendi,

Veziriâzam Ibrahim Pasa'ya bir tezkire yazarak Fetva istigâli vaktimizi istiâb

ederken bir bâri dahi üzerimize tahmil bize çevirdir. diyerek bu vazifeyi kabul

etmek istememisse de bundan böyle vazife ve selâhiyet alani daha da

genisletilerek, kirk akçadan yukari hâriç ve dâhil müderrislikleri ile,

orduya tâyin edilecek kadilar; vilâyet, sancak ve kaza müftüleri; imam, hatip ve

müezzinlerin; Konya'da post-nisîn olan Çelebi Efendi'nin inhasi üzerine mevlevî

seyhlerinin ve mevâlî denilen büyük kadilar ile kadiaskerlerin tâyinleri

seyhülislâmlara verildi. Bu, seyhülislâmligin en yüksek makam oldugunun

bilinmesi ve kadiaskerlerle veziriâzamlarin haksizlik yapmalarini önlemek

içindi. Seyhülislâm, yapacagi tâyin hususunda kanun geregi, veziriâzam ile

görüstükten ve anlastiktan sonra tayin edileceklerin listesini bir telhis ile

veziriâzama bildirir, böylece, onun vasitasiyla padisahin iradesini almis

olurdu. XVII. asir sonlari ile XVIII. asirda veziriâzamin muvafakatinin alinmasi

sadece kadiasker ve mevâlî tayinlerine tahsis edilmistir. Digerleri için böyle

bir muvafakata ihtiyaç yoktu.

Böylece seyhülislâm, günümüzün hem Adliye, hem de Millî

Egitim Bakanliklari vazifesini üstlendigi gibi, Diyanet Isleri Baskanligi

vazifesini de üstlenmisti. Bütün bu vazifelerle yükümlü tutulan seyhülislâm,

sadece belli bazi tâyin ve fetva islerinin tedvini ile yetinmiyordu. O,

medreselerin idare ve kontrolundan da mes'ul tutuluyordu.

Önceleri, Divan-i hümayûn âzasi olmayan seyhülislâmlarin

meclise girmesi, II. Mahmud (1808-1839) devrine rastlar. Bu devirde,

kadiaskerler meclisten çikarilmis, onlarin yerine seyhülislâm gelmistir.

Tanzimat'in ilânindan 1908 senesine kadar nâzirlar gibi degistirilebilen

seyhülislâmlar, bu tarihten sonra, kabine ile degistirilir

olmuslardi.

Tanzimat'la birlikte nâzirlik derecesine inen seyhülislâmlik

makami, 1876'da Mithat Pasa tarafindan ilan edilen Kanun-i esâsî'nin 27.

maddesine göre kendisine taninan hak mucibince derece bakimindan öbür nâzirlara

olan üstünlügü muhafaza edildi. Mezkûr maddede: Sultan, sadriâzami ve

seyhülislâmi kendisi seçer, diger nâzirlar ise sadriâzam tarafindan tâyin

olunurlar denilmektedir.

Seyhülislâmlik makaminin devlet teskilati içindeki

ehemmiyeti, bir hayli yüksekti. Bu ehemmiyet, ifadesini tesrifatta bulurdu. Bu

mânâda seyhülislâm, zamaninin Imam Ebu Hanife (H. 80-150)'si gibi tesrifat üstü

kabul edilirdi. Onun, sadriâzam ve sultan huzurundaki tesrifat kaideleri ile

dinî bayramlarda, sultanlarin cenaze merasiminde, yeni hükümdara beyat ve kiliç

kusatma (Kiliç Alayi) esnasindaki vazife ve selâhiyetleri bütün teferrüatiyle

tesbit edilmistir.

Seyhülislâmin maiyyeti: Osmanli devlet teskilâti içinde

önemli bir yeri bulunan seyhülislâmlarin, XVIII. asra kadar belli ve herkesçe

bilinen bir daireleri yoktu. Seyhülislâm olarak tayin edilen zatin konagi

müsaitse kendi konaginda, degilse münasip bir konaga tasinarak orada vazifesini

icra ederdi. Nitekim, Ali Cemalî Efendi'nin kendisinden istenen fetvalarin

cevaplarini, konaginin penceresinden, iple sarkittigi bir zenbile koymak gibi

bir âdetinin bulundugunu ve bundan dolayi da Zenbilli adini aldigini

biliyoruz. Bu bilgi, bize onun kendi konaginda vazifesini icra ettigini

göstermektedir.

Osmanlilarda XVIII. asir sonlarina dogru baslayan idarî

yenilesme hareketlerinin sonucu olarak, zamanla reisi seyhülislâm olan idarî bir

kisim meydana geldi. Daha önce, belli bir dairesi bulunmayan seyhülislâma,

Tanzimat döneminde Yeniçeri Agasi'nin dairesi tahsis edildi. Artik bundan sonra

buraya Seyhülislâm Kapisi veya Bab-i Fetva denmeye baslandi.

Devlet teskilâti içindeki durum, yetki ve vazifesine uygun

olarak seyhülislâmin maiyetinde de hayli kabarik bir memurlar kadrosu tesekkül

ediyordu. Birçok memuru yaninda, baslarinda Fetva Emini bulunan ve pek mühim

bir daire olan fetva kalemi vardi. Bu dairede müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci,

kâtip, mühürdar ve müvezziler bulunurdu. Dairenin basinda bulunan Fetva emini,

fikih, yani Islâm hukukunu çok iyi bilen bir kimse olurdu. Istenilen fetvayi

bulmakla yükümlüydü. Bu zatin maiyetinde de yirmi kadar kâtip olup bunlar,

verilen fetvalari yazarlardi.

Fetva eminliginin ihdasi, Seyhülislâmin sefere istiraki veya

hastalanmasi gibi anormal bir durumun ortaya çikmasi yüzündendir. Ilk fetva

emininin, Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin hastaligi üzerine tâyin

edildigi ve bu zatin da Balikesirli Mehmed Muhyiddin Efendi oldugu

bildirilmektedir.

Seyhülislâm dairesinde, fetva eminliginden baska daha bazi

önemli memuriyetler de vardir, bunlar:

Kethüda: Siyasî ve iktisadî islerinde seyhülislâmin vekili

olan kethüda, onun adina hareket ederdi.

Telhisçi: Seyhülislâmin, hükümet nezdindeki temsilcisi

durumundaki memuru olup, hukuk, dinî isler ve kanunlara ait muamelelerde

hükûmetle temas ederdi. Seyhülislâmin, müderris ve mevali tayinleri bunun

vasitasiyla ve Reisü'l-Küttab'in delâletiyle veziriâzama arzolunurdu.

Mektupçu: Seyhülislâmin divan efendisi veya mühardari ve

simdiki ismiyle yazi isleri müdürü idi. Mesihattan çikan buyruldular, tayin

rüusu ve beratlari ile icâzetnâmelerin yazildigi daire bunun emri altinda idi.

Keza seyhülislâmin mührü de bunda (mühürdar) bulunurdu.

Seyhülislâmin maiyetindeki bu memurlardan (daire müdürleri)

her birinin kendisine ait ve müstakil daireleri bulunmakta idi.

XIX. asirda maiyeti daha da genisleyen seyhülislâmlik

makaminin bu devirdeki memurlari, kadiasker ve Istanbul kadisi maiyeti de dahil

olmak üzere sunlardi:

Ders vekili, Fetva emini, Seyhülislâm mektupçusu, Arzuhalci,

Ilâmat mümeyyizi, Rumeli kadiaskeri tezkirecisi, Kassam-i askerî, Rumeli

ser'iyyatçisi, Rumeli vekayi kâtibi, Anadolu kadiaskeri tezkirecisi, Anadolu

vekayi kâtibi, Istanbul Kadisi müsaviri, Istanbul ser'iyatçisi ve Istanbul

kadisi vekayi kâtibi. 1293 (1875) yilindaki uygulamaya göre mesihat daireleri

büyük memurlari (müdürleri) ise sunlardi:

Ders vekili, fetva emini, Mesihat mektupçusu ve üç muavini,

Ilâmat-i ser'iyye mümeyyizi, Mesihat arzuhalcisi ve iki muavini, Ilâmat-i

ser'iyye mümeyyiz muavini, maas-i ilmiyye kâtibi, Reisü'l-müsevvidîn. Bunlarin

her birinin de müteaddid memurlari vardi.

KADILIK

Osmanlilar, kendilerinden önceki Islâm devletlerinin

geleneklerine uyarak kadi tayininde çok titiz davrandilar. Zira Islâmî anlayisa

göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakimdan

Osmanlilar, herhangi bir kimseyi degil, her yönü ile taninmis ve güvenilir

kimseleri bu makama getiriyorlardi. Kurulus döneminden itibaren Islâm dünyasinin

maruf aileleri bir taraftan Anadolu'ya gelirken bir taraftan da açilan

medreseler kaza tarikini ihtiyar edecekleri (kadiligi seçecek olanlari)

yetistiriyordu. Hatta baslangiçta kaza isinin Islâm an'anesine uygun olarak

camilerde görülmesi için Bursa'daki Yesil Câmi ile Yildirim câmileri dâva

görülebilecek bir sekilde yaptirilmislardi. Nitekim Bursa'daki Yesil Câmi gözden

geçirilecek olursa, biraz yüksek olan minberle mihrab arasi namaza, fiskiyenin

bulundugu ve nisbeten alçak olan yer dâvacilara, iki tarafindaki odalar da

dâvalari görecek olan kadi ve kadiaskerlere tahsis edilmisti.

Osmanlilarda kadi nasbi ilk defa Osman Gazi tarafindan,

kayinpederi Seyh Edebali'nin damadi ve talebesi olan Dursun Fakih ile baslar.

Devletin istiklâl ve hükümranligina bir isaret olan ilk hutbeyi okuyan kimse de

ayni zatti.

Osmanli devlet teskilâtinda, kadi'nin adlî görevi yaninda

idarî, ilmî ve hatta askerî görevi de vardir. Çünkü Osmanli sehir idaresinde

beledî ve mülkî idare fonksiyonlari birbirinden kesin çizgilerle ayrilmamistir.

Kadi, sehrin yargi mercii oldugu kadar, asayisin âmiri, vakiflarin denetçisi,

beledî hizmet ve zâbita görevlerinin de âmiridir. Bütün bu vazifeleri yerine

getirmesinde kendisine yardim eden bazi yardimcilari vardir. Böylece kadi'nin

yükü hafifletilmis olur. Mesela kadi'nin yaninda Subasi, Böcekbasi, Çöplük

Subasisi Mimarbasi gibi Yeniçeri ocagina bagli zâbit ve görevliler, genel

güvenlik, temizlik ve imar düzeninin saglanmasina kadar çesitli alanlardaki

zâbita hizmetlerini yerine getiriyrolardi. Keza çarsi ve pazarin kontrolü,

narhin tesbiti, dinî emirlerin yerine getirilip getirilmediginin gözetilmesi,

kötülüklerin islenip islenmediginin kontrolü, (emr bi'l-ma'rûf ve nehy

ani'l-münker), bazi günlük vergilerin (yevmiye-i dekâkin gibi) toplanmasinda da

kadi'nin en büyük yardimcisi Ihtisâb Agasi (Muhtesib)dir.

Osmanli toplumunda önemli bir yeri bulunan kadilar, biri

Anadolu, digeri de Rumeli olmak üzere iki kadiaskerlige bagliydilar. Bunlar,

bagli bulundugu kadiaskerligin icray-i faaliyet eyledigi sinirlar dahilinde

adalet tevzi edip hizmet görürlerdi.

Osmanli ülkesinde kadi olabilmek için medresinin yüksek

derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini düsünmek mümkün degildi.

Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama en küçük bir kazaya kadi olunamazdi.

Vazifelerinin önemi, halk ile olan münasebetleri ve adalete gölge düsürmemek

için kadilar, bazi isleri yapamazlardi. Ticaret yapmak, borç alip vermek, hediye

kabul etmek, umumî ziyafetlerde bulunmak. Zira böyle isler onlarin hüküm

vermesinde ileride herhangi bir süpheye sebep olabilir. Bu bakimdan onlar her

türlü hareketlerden kaçinmak zorunda idiler.

Osmanli kadisi sancak ve kazalara tayin edilirdi.

Hiyerarside sancak kadilari daha üstün idiler. Kadi ilk olarak kazaya tayin

edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye baslardi. Rumeli kaza kadiliklari dokuz,

Anadolu on, Misir ise alti sinifa ayrilmisti. Bir kadi terfihen son basamaga

geldiginde yevmiyesi 150 akçaya yükselmis olup esref-i kudat adiyla anilan

zümreden sayilirdi. Kaza kadilarinin görev süresi bir yerde 20 ay,

Mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi. Bu müddeti dolduran kadi, mazul

sayilarak yerine sirada olan bir baskasi atanirdi. Müddetini dolduran mazul

kadi, Istanbul'a gelerek her Çarsamba günü kadiasker dairesine devam edip sira

beklerdi. Bu bekleyise zaman-i infisali denilip, sonraki tayinine de zaman-i

ittisâli adi verilir. Kadilarin bu kadar kisa bir zamanda yer degistirmesi,

muhtemelen terfi imkanlarinin tikanmamasi ve halk ile adalete süphe düsürecek

kadar ileri gidebilecek bir yakinlik peydah etmemeleri içindir. Bundan baska,

devamli olarak adlî problemlerle karsi karsiya kalan ve bu yüzden ulûm ve

fünûn ile istigalden uzak kaldiklari düsünülerek, vazifedeki müddetleri belli

dönemlere baglanmis, böylece onlara Istanbul'da yeniden bilgilerini tazeleme

imkâni verilmis oluyordu.

Kaza kadiligindan yükselen kadi, sancak kadisi olur ve

mevleviyet pâyesi alirdi. Mevleviyetler, kadilarin aldiklari yevmiye nazari

itibara alinarak 300 ve 500 akçalik olmak üzere iki kisma ayrilir.

Mevleviyetlerde kadilik müddeti bir senedir.

XVIII. yüzyildan itibaren mevleviyetler bes kategoriye

ayrilmisti. Bunlar: Devriye, Mahrec, Bilâd-i Hamse, Haremeyn ve Istanbul

Kadiligi idi.

1. Devriye Mevleviyeti: Bu mevleviyet, kategorinin en alt

derecesidir. Maras, Anteb, Bosna, Sofya, Belgrad, Bagdad bu yerlerden bir

kaçidir.

2. Mahrec Mevleviyeti: Kudüs, Haleb, Tirhala, Galata ve

Izmir gibi yerlerdir ki sayilari onbir kadardir.

3. Bilad-i Hamse: XVIII. asirda bu sinifta yer alan

mevleviyetler sunlardi: Edirne, Bursa, Sam, Misir ve Filibe, Bu bes kadiligin

dereceleri esit idi. Bu mevkiye yükselenlerden herhangi birisi sirasi gelince

Haremeyn Mollasi (Kadi) olur veya pâyesini alirdi.

4. Haremeyn Mevleviyeti: XVIII. yüzyilin ikinci yarisindan

itibaren Mekke kadiligina ilâveten Medine-i Münevvere de bu kadiliga baglanarak

Haremeyn mevleviyeti adi ile Istanbul kadiligindan sonra en yüksek dereceyi

isgal eyledi.

5. Istanbul Kadiligi: Mevleviyetler içinde en yüksek kademe

Istanbul kadiligi idi. Bundan sonra normal olarak sira Anadolu Kadiaskerligine

gelirdi.

Osmanli devlet teskilâtinda hâkim sifatiyla davalari

sonuçlandirip karara baglayan kadidir. Kadi hükmü olmadan hiç kimse ceza tertip

ve infazinda bulunamaz. Bu, Osmanli adlî sisteminin temel prensiplerinden

biridir. Bununla beraber, mahkemede degil de, yerinde hallolunmasi zarurî olan

veya tahkikat ve kesif gibi isleri gerektiren hallerde kadi, her zaman

mahkemeden ayrilamayacagi için, kendi adina bu isleri görmekle vazifelendirilen

bir yardimci kullanir. Gerek bu sekilde kullanilan yardimci, gerekse bizzat kadi

tarafindan kendi kazasina gönderilip onun adina hükmeden ve onun gibi bütün

yetkileri haiz olan kimseye Naib denir. Kadilarin tayin olduklari kazanin

büyük veya küçüklügüne göre nâiblerin sayisinda da farklilik olurdu.Genellikle

kadilar, kendi kazalari dahilindeki nahiyeleri, nâib ismiyle tayin ettikleri bir

ser'î memura iltizama verirlerdi. O memur da bulundugu nahiyede kaza kadisi

adina nahiyenin ser'î muamelelerine bakardi. Nâib olacaklarin da mutlaka yüksek

tahsil görmüs, halk arasinda ahlâk ve fazileti ile taninmis kimseler olmalari

gerekirdi. Zira o da kadi'nin sahip oldugu bütün hak ve yetkilere sahip olan bir

kimse olarak hüküm vermekteydi. Bu sebeple, kadi nâiblerinin de dürüst, ahlâkli

bilgili ve faziletli kimseler arasindan seçilmesi icab eder. Bütün bu

söylediklerimizi bünyesinde toplayan ve bir sureti Anadolu Kadiaskerine de

gönderilen Evahir-i Muharrem 1173 (21-30 Eylül 1759) tarihini tasiyan asagida

metnini verecegimiz hüküm, gerek kadilarda gerekse nâiblerde bulunmasi icab eden

sifatlari ortaya koymakla kalmamakta, ayni zamanda sirf menfaat temin etmek

gayesiyle, bazi kadilarin basvurdugu gayr-i hukukî yollara da isaret etmektedir.

Benzeri birçok vesika arasindan rastgele alinan bu belge, büyük bir ehemmiyet

arzetmektedir. Hukuk bilmeyen bazi kimselerin naib olarak tayin edilmelerinin,

ser'î hukuk esaslarina göre idare edilen devlet ve halk için ne kadar zararli

olduklarini da yine bu belgeden ögreniyoruz. Bu konuda hem daha fazla bilgi

vermesi, hem de orijinalitesi bakimindan vesikanin metnini aynen buraya almayi

faydali bulmaktayiz.

Rumeli Kadiaskeri edâmellahu fezailehuya hüküm ki: Ümenay-i

din-i mübin ve hademe-i ser'-i Seyyidi'l-mürselin olan kudata taklid-i kaza

veyahut te'yid-i maiset cihetiyle müstahakkine kaza tevcih ve itâ olundukta

binnefs kendileri gidüp hükümet-i kazayi icrâ ve özürleri oldukta icray-i

ahkâm-i ser'iyyeye kadir munassak ve müteserrî' kimesneleri yerlerine nâib nasb

ve tayin edüp bu vechle ahval-i kudat muntazam ve mazbut ve nizam-i bilâd ve

ibâd rabit-i ahkâm-i ser'iyye ile mustahkem ve merbut iken kazaya mutasarrif ve

naib olanlar ziyade celb-i menfaat ve tahsil-i rahat içün binnefs kendileri

memur olduklari mahalle gitmediklerinden gayri niyâbet ve hükümetleri ahkâm-i

ser'iyye icrasina kadir kimesnelere siparis etmeyüp nâdân ve cahil ve ilm-i

sakdan âri ve mütegafil olanlara ve belki hilye-i fadl ve irfandan âtil âyan ve

serdarlara ziyade mesahire ile tefviz eylemeleri anlar dahi kazalarina varup

kazalarinda meydana gelen olaylari yanlis ve rüsvet ile çesitli hüccet

verdikleri. Bundan böyle benzer olaylarin olmamasi için dikkat etmeleri...

Görüldügü gibi bu hüküm, ülkede gayr-i kanunî olaylara vesile olacak durumlarin

ortadan kaldirilmasi için dogrudan kadilarla ilgisi bulunan Rumeli Kadiaskerinin

dikkatini çekmekte ve kendisinden böyle olaylara meydan vermemesi

istenmektedir.

Osmanli toplumunda kadi, yegane sahsiyet olarak özelligini

korurken, hükümlerine disaridan herhangi bir sekilde müdahale ve tesir edilmesi

söz konusu degildir. Zira görevi, onun baskasinin tesiri altinda kalmasina

müsaade etmez. Eger böyle bir durum (tesir altinda kalma) söz konusu ise veya

istenmeyen bir olaya karismis ise o zaman vazifesinden azledilerek çesitli

cezalara çarptirilirdi. Islâm ve Osmanli adlî teskilâtinin ne denli iyi

oldugunu, adalet müessesesinin devrine göre mükemmel isleyip herhangi bir tesir

altinda kalmadigini açik bir sekilde anlatmasi bakimindan, yabanci bir müellifin

bu konudaki sözlerini buraya almak suretiyle bu teskilâtin nasil bir anlayisa

sahip oldugunu ve hangi temellere dayandigini göstermek istiyoruz.

Islâm, adaleti ibâdetten üstün tutmustur. Kadiyi azletmek

selahiyeti yalniz hükümdara mahsustur. Kadiyi, kendi namina halka adalet tevzi

etmek üzere padisah tayin eder. Bir kadi'nin sahsî hayatinda bir leke varsa,

faziletli degilse, içki içiyorsa hiç bir kuvvet onu yerinde muhafaza edemez.

Kadi'nin bilgili olmasi sarttir. Imam Safiî, cahil kadi'nin hükmünü geçersiz

saymistir. Kadi, her sartta vakar ile hareket etmeye mecburdur. Siddet

hareketinde bulunamaz, tehdid edici söz söyleyemez, sert tavir takinamaz, hatta

konusurken sesini yükseltemez. Bir kadi, yalniz padisahi degil, hüküm vererek

Peygamberi de temsil ettigini asla unutamaz. Gerçekten Osmanli kadisi

hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanina göre hareket ederdi. Padisah bile

onlarin tarafsizligina gölge düsürecek bir davranista bulunamazdi. Hergün

cemaatla namaza devam edemiyen Yildirim Bayezid'in, bir davada sahitligini kabul

etmeyen Bursa kadisi Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemiyen kimsenin, kul

hakkinin gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabilecegini düsünmesi

onun böyle bir harekette bulunmasina sebep olmustur.

Daha önce bir kismindan bahsettigimiz yardimcilardan baska,

mahkeme kâtipleri de tabii olarak mahkeme bakimindan kadi'nin yardimcilaridir.

Fakat bunlar disinda, Osmanli adlî teskilâti için bilmemiz ve üzerinde

ehemmiyetle durmamiz gereken bir husus daha vardir ki, o da mahkeme esnasinda

kadilarin yaninda bulunan bir jürinin mevcudiyetidir. Bütün ser'iyye

sicillerinde (mahkeme kararlari) bol bol örneklerini gördügümüz ve adlî

teskilâtimizin iftihar vesikalarindan olan bu jürinin mahiyetini Mustafa

Akdag'in kendi ifadesi ile buraya aliyoruz.

Bir defa, mahkemelerin mutlak surette alenî cereyan etmekte

olmasina ehemmiyetle isaret etmeliyiz. Kadilarin, dâvalara bakmak üzere

yaptiklari oturumlarda, yanlarinda Suhudu'l-hal yahut Udûdu'l-müslimîn veya

Suhûdu'l-udûl tabirleri ile dâvalarda bir bilirkisi heyeti halinde

mevcudiyetlerine zabit metinlerinde itina ile isaret olunan ve ayrica sicile

geçen kararlarin altinda adlari yazili bulunan bes, alti ve bazan daha fazla

sayida sahitler heyeti vardir ki bunlar, mahkemeye bir jüri mahiyeti

vermektedir. Filhakika bunlar katiyyen görgü sahitleri olmayip, tamamiyle

muhakeme tarzinin müsahidleridirler. Tabii, kadi'nin dâva ile ilgili taraflardan

herhangi birisini tutmadigi, müdafaalarini serbestçe yapmalarina tam bir imkân

verdigi itiraf veya inkârlarinda tazyik vesair yollarla tesir etmeyip, tamamiyle

tarafsiz bir hakim olarak hareket ettigi hususunda en iyi vesikanin, adi geçen

müsahidler oldugu görülüyor. Kararlarin yazilis sekli de bu esasa dayanmaktadir.

Çünkü kadi'nin taraf tutmasi veya herhangi bir maksatla dâvaya müessir olmak

suretiyle adaletin tecellisine mani oldugu hallerde, herkesin, her dâvada

bassehre giderek dâvasini divanda gördürmesi mümkün olmadigindan dolayi, bu

müsahidler heyetinin mevcudiyeti, mahkemede hakkin yerini bulmasi için çok mühim

bir hadise olarak kabul olunmalidir. Bundan baska kadi, dâvaya baktigi esnada,

onun bu müsahidlerle müsaverede bulundugunu da biliyoruz. Ser'î kanunlar yaninda

örf ve âdetin ehemmiyetle gözde tutulmasi lazim gelen mahkemelerde kararlarini

verirken birçok defa örf ve âdete vukufsuzluklari yüzünden yanilmalari mümkün

olan kadilarin bu sekilde hareketleri elbette yerinde idi. Osmanli rejimi devri

mahkemeleri bir gelenek halinde isleyip durmustur. Yalniz bahsettigimiz bu

müsahidlerin seçilisi, gelisi güzel olmayip, kasabadaki ileri gelen

sahsiyetlerin tercih olundugunu unutmamalidir. Böylece meshur müderrisler, âyan

ve esraftan olanlar buraya dahil oluyorlardi. Suhûdu'l-hal denen yahut bizim

bilirkisi heyeti diyebilecegimiz bu adi geçen müsahidler heyetini teskil eden

kimseler her mahkemede ayni kadro ile bulunmayip, bazan birkaç kisi degistigi

gibi, sayilarini da tayin etmek mümkün degildir. Çünkü belli basli sekiz on

kisinin isimleri kayit olduktan sonra ... ve gayrihim sözünün ilavesi, diger

bir kisimlarinin isimlerini kaydetmekten vazgeçildigini ifade

etmektedir.

Kadiya hükümlerinin ser'a uygun olmasi bakimindan yol

gösteren diger bir müsavir de kazanin müftüsüydü. Kendisi mahkemede bizzat

bulunmayan müftü, taraflardan, ser'-i serife göre, dâvasinda hakli oldugu

kimseye bir fetva verir, o da bunu mahkemeye ibraz ederek hükmün kendi lehinde

olmasini taleb ederdi. Mamafih dogrudan dogruya kadi'nin kendisi de müftüye

fetva için müracaat etmekteydi. Herhalde kadi tereddüd ettigi hallerde bu yola

gidiyordu. Mahkeme kararlarinda kadi'nin daima fetvaya uydugu görülüyorsa da,

müftünün fetvasindaki hukuki mesnedi yerinde bulmadigi hallerde, kadi'nin nasil

hareket ettigine dair misallerimiz yoktur. Öyle saniyoruz ki, mutlaka fetvaya

uymak lazim geldigine göre, kadi veya fetva geregince dâvayi kaybeden taraf, bu

fetvayi hükümsüz birakmak için, daha selâhiyetli birinden, ihtimal en saglami

Seyhülislâm'dan yeni bir fetva almak mecburiyetinde bulunuyordu. Su halde

görüyoruz ki herhangi bir tesir ile veya vukufsuzlugu yüzünden kadi, hükmünün

adalete aykiri olmamasi için, müftü ve adi geçen müsahidler heyeti bir nevi ilk

kademe temyiz vazifesini görüyorlardi. Kaza dairesini teskil eden topraklarda

çikan vak'alarin ve kaza halkinin bütün muhakemeleri yalniz o kaza mahkemesinde

görülür, baska bir kazaya dava naklolunmazdi. Yalniz bassehre gidip davasini

Divan'da gördürmek herkes için daima mümkün bulunmaktaydi.

Osmanli toplumunda vezirler, valiler vs. gibi devlet ileri

gelenleri her ne suretle olursa olsun hukuki islere müdahalede bulunmazlardi.

Kadilar, bu hususta serbest ve sadece vicdanlarina göre hareket ederlerdi. Hiç

kimse onlarin tarafsizligini bozma cesaretini gösteremezdi.

Ihdasindan itibaren kadiaskerlere, daha sonra bir kismi

mesihat makamina baglanan kadilik müessesesi, 1839'dan itibaren çesitli

degisiklikler geçirdi. Nihayet Cumhuriyetin ilani üzerine ünvani ile birlikte

eski teskilati ile birlikte bu müessesese de tarihe mal oldu.

NAKIBÜ'L-ESRAFLIK

Osmanli Devleti'nin bir yönü ile idarî diger yönü ile ilmî

teskilâtina bagli bulunan müesseselerden biri de Nakîbü'l-esrafliktir. Bu

devlette, ilmiye sinifi mensuplarina taninan imtiyazin, baska hiç bir devlette

taninmadigina daha önc etemas edilmistimisti. Ilmiye sinifina gösterilen bu

saygi ve hürmetten daha fazlasi, Hz. Peygamber'in soyundan gelenlere

gösteriliyordu. Filhakika onlara gösterilen bu saygi, sadece Osmanlil

hükümdarlari, degil, Islâm dünyasinin her devir ve ülkesinde vardi. Bunun

içindir ki, Osmanlilar, Misir'in fethini müteakip Yavuz Sultan Selim zamaninda

Hadîmü'l-Haremeyni's-Serifeyn ünvanini almalarina ve bu tarihten sonra Mekke

ve Medine (Hicaz) ile siki bir iliskide bulunmalarina ragmen daha Yildirim

Bayezid (1389-1402) zamaninda Nakibü'l-esraf tâyin etmislerdir.

Vazifesi, nesl-i pâk-i necib (Hz. Peygamber'in nesli)ten

gelmis bulunan seyyid ve serif lerin islerine bakmak, neseplerini kayd ve zapt

etmek, dogum ve ölümlerini deftere geçirmek, onlari adi bir sanata girmekten ve

fena hallerde bulunmaktan alikoymak, haklarini korumak, sülaleden olan

kadinlarin küfvü olmayanlarla evlenmelerine mani olmak gibi hususlari ihtiva

eden nakibü'l-esrafin bizzat kendisi de Hz. Peygamberin soyundan gelenlerden

tayin edilirdi.

Biraz önce de belirtildigi gibi, hemen hemen her Müslüman

ülkede varligi bilinen Nakîbu'l-esraflik teskilâtinin gördügü hizmetler de

asagi-yukari aynidir. Nitekim Misir'da Nakibü'l-esraf, Hz. Ali'nin zevceleri

olan Fatimatü'z-Zehra evladindan olanlara nezaret ederdi. Onlarin neseblerini

tahkik ve teftis eder, aralarindaki anlasmazliklari çözüp karara baglar ve

onlari gayr-i ahlâkî hallerden men ederdi. Fatimîler zamaninda bu makama

Nikabetü't-talibîn denirdi. Hz. Peygamber'in neslinden gelenlerin Türkiye

Selçuklulari zamaninda da mevcud olduklarini vesikalarla belgeleyen Osman Turan,

onlarin yeryüzüne dagilma sebeblerine temasla:

Vesikada, Sadreddin Yusuf'un asaleti, nesebinin sihhati ve

dindarligi kaydedilerek Selçuk Türkiyesinin seyyidleri reisligine tayin

edildigi, eskiden oldugu gibi onun, evladi ve torunlari için (maiset temini için

daimî gelir) tecdid edilip ona bagislandigini, seyyidlerin ahvalini zapt etmesi,

nesebi sahih olan seyyidlere rivayet... Emevî ve Abbasî devirlerinde vuku bulan

hilafet mücadeleleri dolayisiyla bir çok tazyiklere ugrayan Hz. Peygamber evladi

(seyyid ve serifler) Islâm dünyasinin her tarafina dagilmisti. Bunlar, çok

itibar görür ve devletler kendilerine tahsisat baglardi. der.

Islâm âleminde, seyyid ve seriflere gösterilen bu ragbetten

dolayi bir çok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid oldugunu (müteseyyid)

iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu tip iddialarin

önünü alabilmek ve gerçek seyyid ile müteseyyidleri birbirinden ayirmak isine

çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni dogan her seyyidin neseb defterinin

tutulmasi, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasinin da belirtilmesi

gerekiyordu. Osmanli Devleti'nde bu is biraz daha siki kontrol ediliyordu.

Bunlar (seyyid ve serif), deftere kayd edildikleri gibi ellerine de temessük

adi verilen tanitici bir kimlik belgesi veriliyordu. Nitekim, H. 976 senesi

Receb'inin baslarinda (1568 Aralik sonu) Defterdar Ahmed Çelebi'ye gönderilen

bir hükme göre:

Haci Mansur ve Bayram adindaki sahislar seyyid olduklarini

iddia etmektedirler. Bunun üzerine adi geçenler nakibü'l-esraf önünde sahih

seyyid olduklarini isbat ederlerse deftere kayd ettirilmeleri ve ellerine

temessüklerinin verilmesi emr edilmektedir.

Böyle bir teftiste seyyid olduklarini isbat edemiyenlerin de

baslarina sardiklari yesil sariklarinin alinmasi gerekmektedir. Zira yesil sarik

sarmak, seyyidligin en önde gelen isareti idi. Nitekim H. 984 senesi Sevval

ayinin sonlarinda (1577 Ocak basi) Bursa kadisina gönderilen bir hükümde

gerçekten seyyid olmayanlarin Nakibü'l-esraf'in gönderecegi adamlari vasitasiyla

teftis edilmeleri, siyadetini isbat edemeyenlerin baslarinda bulunan yesil

sariklarinin alinmasi gerektigi bildirilmektedir.

Osmanli Devleti'nin kurulusundan kisa bir müddet sonra

burada da gördügümüz bu müessesenin kurulusu hakkinda Rif'at Efendi

Davhatü'n-Nukaba adli eserinde sunlari söyler:

Yildirim zamanina kadar seyyidler için bir nakib ve zabita

tayin edilmemisti. Ancak daha önceleri ve onun devrinde bir çok âlim ve fâzil

kimse Osmanli ülkesine geliyorlardi. Yildirim zamaninda Buhara'dan kalkip gelen

Seyyid Ali Neta' ki cedd-i âlâlari Seyyid Muhammed, Bagdad'da esraftandi.

Padisah bu durumu anlayinca onu tâife-i aliyye-i sâdâta zâbit ve nâzir tayinle

kendileri için Ebû Ishak zaviyesini bina eyleyerek tevliyetini ahfadina sart

kilmisti. Timur vak'asinda Molla Fenari ve Seyh Muhammed Cezerî ile birlikte

hapsedilmisti. Hapisten kurtulduktan sonra Hacc farizasini eda etmek üzere

Mekke'ye gitti. Dönüste vefat eyledi. Yerine oglu Seyyid Zeynelabidin geçti.

Onun da vefati ile bu makam uzun bir müddet bos kaldi. Ancak Ikinci Bâyezid

(Bâyezid-i veli) devrinde H. 900 (1494/95) tarihlerinde Emirî mahlasli Kirimli

Seyyid Mahmud Efendi Arap ve Acem seyahatini bitirip Osmanli ülkesine gelmisti.

Âyan ve cumhurun ittifaki ile seyyidlere nâzir tâyin edildi. Araplarda bu

vazifeyi alana nakibü'l-esraf dendigi için adi geçen zatin mensuru dahi bu

ünvanla tayin edilerek ilk olarak bu zat hakkinda nakibü'l-esraf tabiri

kullanildi. Önceleri günde 25 akça vazife ile maas aliyordu. Daha sonra bu maasi

yevmiye 70 akçaya çikti.

Mevzumuza isik tutacagi için Ali Emirî (öl. 1924)'nin

nakibü'l-esraflikla ilgili verdigi malumata temas etmeden

geçemiyecegiz:

Selâtin-i Osmaniyye'nin sâdât-i kiram hazeratina fevkalâde

hürmet-i mahsuslari oldugundan bu silsile-i mübarekeye bazi müteseyyidler

karismamak ve bir seyyid-i sahihu'n-neseb bir memlekete seyahat ederse hakkinda

hürmet olunmak ve sayet gittigi sehirde temekkün ve tavattun buyurursa ismi zabt

ve kayd olunmak üzere hicretin sekiz yüz tarihinde selâtin-i Osmaniyye'nin

dördüncüsü olan Yildirim Bayezid tarafindan o vakit payitaht olan Bursa'da

Nakibü'l-esraf ünvaniyle sâdâttan olmak üzere memur-i mahsus tâyin buyrulmus ve

Fâtih Istanbul'u zapt ettikten sonra da bu hususa itina buyurduklari gibi

mahdumlari sultan Bâyezid-i sani zamaninda umum vilayet ve liva merkezlerine

vesair icabeden mahallere de Nakibü'l-esraf vekili ünvaniyle memurlar nasb ve

tayin buyrularak sâdatin silsilelerinin muhafazasina itina edilmis ve el'an

devam edilmekte bulunmustur. Zaten o misillû sâdât-i kiramdan olanlarin

ellerinde secereleri bulunmak tabii ise de secereleri ziyaa ugrar veyahut secere

tutmamis bulunanlar olursa ya Dersaadette Nakibü'l-esrafa veyahut Nakibü'l-esraf

vekillerine müracaatla siyadetini irae ve isbat edebilirler.

Nakibü'l-Esraf, Osmanli devlet tesrifatinda (protokol) diger

bütün devlet erkânina takaddum ederdi. Nitekim padisah cüluslarinda yeni sultani

ilk tebrik eden Nakibü'l-esraftir. Tesrifat-i Kadimede bu hususta söyle

denilmektedir:

Sevketlü kerametlü efendimiz hazretleri müsahede ve taht-i

aliye cülûs buyurduklarinda alkis olunup ibtida Nakibü'l-esraf efendi gelüp

dâmenbus ve kiyam ve alkis olunup duaya surû' eyledigi gibi çavusbasi aga ile

kapucular kethudasi aga temenna edüp kubbe-i hümayuna seyhülislâm efendi

hazretleri ile kaimakam hazretleri kaldirmaya azimet ve müsarünileyhima dahi

yerlerinden hareket ve süratlice reftar ile gelinceye dek Nakibü'l-esraf efendi

dahi duaya hitam virüp kad-i hamidey-i tâzim eyledikten sonra avdet etmeyüp

taht-i hümayunun sag tarafinda sevketlü efendimizin nazargahlarinda

durdular.

Sultan Ikinci Abdülhamid zamaninda, Nakibü'l-esraflarin

oturmalarina mahsus Yildiz civarinda bir konak tahsis edilmisti.

1908 senesine kadar 1000 kurus maas alan Nakibü'l-esrafin

ayligi daha sonra 5000 kurusa kadar çikarilmistir. Önceleri kalabalik bir kalem

heyeti bulunan bu makamin bilahare 1000 kurus aylikli bir kâtible iktifa ettigi

görülmektedir.

Osmanli devlet ve toplum hayatinda büyük bir yeri bulunan

Nakibü'l-esraflik müessesesi, adi geçen devletle birlikte tarihe mal

olmustur.

IMAMLIK

Insanlari dogru yola iletmek ve dolayisiyla onlara dünya ve

ahiret saadetini tattirmak için, zaman zaman peygamber adi verilen elçilerini

gönderen Allah, insanlara bu elçileri vasitasiyla emirlerini bildirmistir. Bu

emirler Allah tarafindan gönderilen Kitap veya Sahifeler'de yazili idi.

Peygamberlerin vefatindan sonra da emirlerine uyulmasi ve bunlarin tatbiki için

bazi kimselere bu sahada çalisma imkân ve kolayligi verilmistir. Çesitli dinlere

göre farkli isimler alan bu zümre genel olarak Din adami sinifi diye

isimlendirilebilir.

Ilk emrinde okumayi emreden, ilmi herkese farz kilan ve

ilimle mesgul olmayi ibadet sayan Islâm Dini, kendinden önceki dinlerde oldugu

gibi, belli çizgilerle diger insanlardan ayrilan veya Allah ile insanlar

arasinda aracilik yapan bir din adami sinifina tarih boyunca yer vermemistir.

Bu durum Islâm'la öbür dinler arasindaki belli basli farklardan birini teskil

eder. Zira bir müslüman istedigi her yer ve zamanda Allah'a yalvarir, tevbe ve

ibadet edebilir. Hiç kimse onun bu istegini engelleyemez. Ama öbür dinlerde

meselâ hristiyanlikta oldugu gibi bir kimsenin günahlarinin bagislanmasini

istemesi ancak bir papaz vasitasi ile mümkündür. Arada bir rahip olmayinca

Hristiyanin tevbe ve bagislanma istegi Allah'a ulasmaz. Daha açik bir ifade ile

Hristiyanlikta din adami Allah ile insanlar arasinda bir nevi aracilik yapar.

Iste bu sebeple Islâmdaki din adamligi anlayisi ile baska dinlerdeki din

adamligi anlayisi arasinda önemli farklar vardir. Burada bu farklardan sadece

bir tanesine temas ettik. Konu ile ilgili böyle kisa bir giristen sonra artik

Islâmdaki din adami, dogru bir ifade ile din görevliligi sayilan imamlik

müessesesine geçebiliriz.

Kur'an-i Kerim'in yedi yerinde müfred (tekil), bes yerinde

de cemî' (çogul) olarak geçen imam kelimesinin âyetlerin isigi altindaki lügat

mânasi: Nümune, isaret, misal ve rehberdir. Ilmî istilah olarak ta çok degisik

mânalar ifade eden bu kelimenin bütün bu yönlerini simdilik bir kenara birakip

sadece namazda müslümanlarin kendisine uydugu kimse (imâmet-i sugrâ) mâna ve

medlûlüne temas edecegiz.

Günümüzde vazifesi mihrab ile minber arasina sikismis

bulunan imamin yetki ve selahiyetleri baslangiçta bu kadar kisitli degildi. O,

sosyal hayatin en önemli unsurlarindan biri oldugu için daha genis yetkilere

sahipti. Osmanli sehrinin toplum hayatinda özellikle mahallenin her seyi ondan

sorulur, onun haberi olmadan mahalleye yabanci bir kimse giremezdi. Ölüm ve

dogumlarin kayitlarini o tutardi. Mahallenin genel ahlâkindan bir dereceye kadar

o sorumlu idi. Nitekim Osmanli cemiyetinde mahalle imami kadi'nin vazife ve

temsilciligini yapardi. Mekâna göre bir görev taksimi yapildiginda

kadi-nâib-imam hiyerarsisi görülmektedir. Memleketimizde 1245 (1829) senesinde

muhtarlik teskilati kurulana kadar mahallelerin mülkî ve beledî âmiri yani

yöneticisi olan imamlar, ayni zamanda kadi'nin bir nevi temsilciligini de

yapiyorlardi. Vazifeye tayinleri bizzat padisah berati ile olan imamlarin bu

durumunu ortaya koyan pek çok vasika vardir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini

tasiyan ve Edirne Kadi'sina yazilmis bulunan bir emre göre imam ve hatiblerin

vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerekmektedir. Aksi

takdirde vazife yapamiyacaklari belirtilmektedir.

Osmanli Devleti'nde mahalle halkinin beledî, idarî ve dinî

yöneticisi olan imamin vazifesi sadece sivil hayatta degil, askeriyede de vardi.

Bu sebeple biz, onun askeriyedeki durumuna kisaca temas edecek daha sonra sivil

toplumdaki yetkilerine temas edecegiz. Onun, askeriyede de önemli bir mevkii

vardi. Osmanli Teskilât ve Kiyafet-i Askeriyesi adli eserinde Mahmud Sevket

aynen söyle der: Imam, basinda yesil çuhadan müdevveru's-sekl kalafat üzerine

beyaz sarik sarip arkasina dar kollu kirmizi cübbe ve bunun altina sivâî entari

ve bacagina dökme salvar iktisâ eder. Ve ayagina mavi mest ve pabuç giyer ve

Mushaf-i Serif vaz'ina mahsus olan cüz kesesini boynuna asar idi.

Yeniçeri ocagina mahsus olmak üzere ImamGi Hazret-i Aga

ünvanini haiz bir imam bulundugu gibi kapikulu sünûf-i askeriyesi ortalarindan

her birinde dahi efrad-i askeriyeye talim-i serâit-i dîniyye etmek ve edây-i

salât ile talkin, gasl ve tekfin vezâifi dahi ifa eylemek üzere bir imam mevcut

idi.

Kitâat-i askeriyenin büyük zâbitâni meyaninda vacibu'r-riâye

olanlardan birinin ismine nisbetle yâdedilmesi orduy-u hümâyunca kadîmen mutâd

oldugu cihetle yeniçeri ortalarindan 84. cemaat ortasina imâm-i Hazret-i Aga

namina nisbetle Imam denirdi.

Imam-i Hazreti Aga hakkinda Uzunçarsili (Osmanli Devleti

Teskilâ-tindan kapikulu Ocaklari, I, 232-233)'da söyle der: Ocak imami resmî

zamanlarda ve ordu alaylarinda basina yayabasi keçesi giymeyerek ulemâya mahsus

örf giyer. Fakat Kadiasker ve Istanbul Kadisi gibi saçakli çuha abayi degil

seraser abayi giyerdi. Bes vakit namazda aga kapisindaki yeniçeri agasina

imamlik eder ve aga sefere gitmeyince bu da sefere gitmezdi.

Aga imami azlolunamazdi. Kendi arzusuyla devecilik isterse

yani deveciler ortasina yayabasi olmasini arzu ederse o makam ayrilmasina

müsaade edilirdi. Imam, yeniçeri agasinin yakini oldugundan ortasinin efradi

fazla idi. 1035 (1625) tarihindeki ulûfe defterinin 28. imam ortasi mevcudu 327

ve 1074 (1663) senesindeki defterde ise 94. imam ortasi mevcudu 261 kisi

idi.

Yeniçeri tesrifat defterinde (XVI. asir) Ocak imami basçavus

ve Haseki agalar arasinda görülmektedir. Her ayda bir defa yeniçeri agasinin,

alayla veziriazama gidip ziyaret ettigi vakit, Ocak imami da beraber gider ve el

öptükten sonra diger bazi agalar gibi disari çikmayarak Yeniçeri Agasi ile

beraber sadriazamin odasinda otururdu. Bayram merasiminde de imam, ayni

tesrifata tabi idi.

Halkin, daha dogrusu mahallenin idarî ve beledî âmiri olan

imamlarin bu durumu, kendilerini bazi mükellefiyetlerden kurtarmaktadir. Nitekim

bu yüzden devlet, imam ve hatiplik vazifelerinde kaldiklari müddetçe bunlardan

vergi almamaktadir.

Osmanlilarda, mahalle yöneticisi olan imamlar, günümüzde

oldugu gibi namaz kildirip köselerine çekilmiyorlardi. Onlar, mahallenin gören

gözü ve isiten kulagi idiler. Kahvede vaaz eder, çocuklara ders verir, cemaata

yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi. Bununla beraber onlar, yalniz

dinî bir kilavuz, ögrencilere ders okutan birer ögretmen, kahve ve minberlerde

cemaata yol gösteren birer akil hocalari degillerdi. Onlar, mahallelerinin

düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu birer yönetici idiler.

Mahalleleri onlar yönetirdi. Nitekim, kötülükleri zahir olanlar, içki içenler ve

namaz kilmayanlarin mahallelere sokulmamasi gibi bazi görevler bizzat imamlardan

istenmektedir. Onlara bu vazifelerini bildiren emirler verilmektedir. Evahir-i

Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihin, tasiyan asagidaki su emir bunlardan sadece

bir tanesidir:

Âsitâne Kaymakamina ve Istanbul Kadisina ve Sekbânbasiya ve

Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahruse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis

taifesi tavattun ve âdet-i mazmumeleri üzre bazi erâzil ve müdmini - hamr (içki

içenler) olan eskiya ile ihtilat ve irtikâb-i fisk-u fücur ve bâsie-i fitne ve

fesâd olduklari mesami-i aliyye-i mülûkâneme ilka olunub emr bi'l-ma'ruf ve nehy

ani'l-münkerin mev'ize-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeâ-bimi

vâcib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lâzim vârid olmagla sen ki

vezir-i müsarün ileyh ve siz ki mûmâ ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i

serif-i vacibü'l-imtisalim vüsuluna mahruse-i Istanbul ve tevabii mahallati

imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i

hamsede (bes vakit) cemaat ile eday-i salât-i mefruza içün hazir olup ve

içlerinden târik-i salât (namazi terk edenler) ve sürb-i hamr vesair menahiyi

mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzre ma'rifet-i ser'le muhkem

tenbih ve te'kid ve mehakime üzerlerine ta'zir-i ser'î iktiza eder cürmü sâbit

olanlarin dahi müstahak olduklari cezalari töhmetleri tasrihi ile sen ki vezir-i

müsarün ileyhsin huzuruna i'lam ve ser'an müstahak olduklari cezalari, sâire

mucib-i ibret içün (baskalarina ibret olmak üzere) alenen tertib ve

bitevfikillahi taala menhiyyat ve münkerati men ve ref'ine ve ibadullahin zill-i

ma'delet-i mülûkânemde emn ve it'minanlerine ziyade takayyüd ve ihtimam eyleyüp

tesamüh ve tekâsülün gayetü'l-gaye ihtiraz ve ictinab eylemeniz bâbinda ferman-i

âlisanim sâdir olmustur.

Bu fermana göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden

sorumlu tutulmaktadirlar. Belgenin metnini verdigimiz için burada daha genis bir

açiklamaya girmek istemiyoruz. Bundan baska Haslar kadisina Selh-i Safer 975 (5

Eylül 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyüp ve civarindaki mahallelerde

bulunan fisk ve fücur ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve vs. oyun yerleri

ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulunduklari yerlerin kapatilmasi için de

yine imamlardan yardim istenmektedir. Bu emirlere uymayanlarin hapsedilmesi

isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin

görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir.

Osmanli döneminde mahalle imamlarinin birçok görevi

bulunmaktadir. Mahalle teskilâtinin basinda bulunan imamlar, mahallelerinde

inzibati saglamak için siki tedbirler almak zorunda idiler. Bu inzibat ve

güvenlik sebebiyle özellikle Istanbul halki birbirine kefil ettirilirdi.

Kefilsiz olanlar mahallelerde barinamadiklari gibi, Istanbul'da bes yildan az

oturanlar da geldikleri memleketlerine geri gönderilirlerdi. Mahallede kefilsiz

oturanlar ile bes seneden az kalanlarin arastirilip ortaya çikarilmasi tamamiyla

imamlara ait bir görevidir.

Mahalle halki tarafindan biriktirilip imama teslim edilen ve

avariz akçasi denilen bir nevi yardimlasma sandigi vardi ki, burada

biriktirilen para ile mahalledeki hasta ve fakirlere yardim edilirdi. Imamlar,

bu parayi çalistirmak suretiyle fakirlere yardim ettikleri gibi, câmi ve

mescidin ufak tefek ihtiyaçlarini da görürlerdi. Son senelere kadar devam eden

bu faaliyet sayesinde memleket fukarasina önemli derecede yardim yapiliyor, az

da olsa onlarin sikintilari giderilmeye çalisiliyordu. Ancak Kavalali Mehmet Ali

Pasa ile çikan harpte bu para, devlet tarafindan alinarak askerin masraflarina

harcandi.

Çesitli belge ve kroniklerin bildirdiklerine göre mahalle

aralarindaki sokaklarin süpürülüp temizlenmesinden mahalle halki; çarsi ile

pazarlardaki sokaklarin temizliginden de esnaf sorumlu tutulurdu. Nöbetlese ve

bazan da imece suretiyle halka bu hizmeti gördürmek mahallede imam, çarsi ve

pazarlarda da esnaf kâhyalari tarafindan yerine getirilirdi.

Imamlarin bu görevleri o kadar önemli ve devamli bir hal

almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip

fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan

mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette

bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri zamanla

daraltilmistir. Bu durum Tanzimat (1839)'a takaddum eden senelere kadar

uzanmaktadir. Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din

isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için,

danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar verilmistir.

Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin

yönetimini üstlenen imamlarin bu vazifelerine son vermeye baslamistir.

Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece camiye

hasredilmistir.

Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin

bulunmadigi bir dönemde devlet her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi

vasitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet,memleketin her yerine ayni

zamanda (yatsi namazi vakti) istedigi emri ulastirabiliyordu. Çünkü mahallede,

ergenlik çagina gelmis bulunan bütün erkeklerin yatsi namazi vaktinde camide

toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde

imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: Ey cemaat dagilmayiniz,

hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim der ve kendisine verilen emri ilan

ederdi.

Günümüzdeki vazife, yetki ve selâhiyetini çok iyi bildigimiz

imamlik, asirlarca Isâm âleminde önemli rol oynamis mühim bir

memuriyetti.

Önemli bir memuriyet oldugundan, resmen tayin edilmemis

olnalarla köy veya mahalle halki tarafindan gayri resmî olarak bu vazifeye

getirilenlere imam ismi bile verilmemektedir. Vesikalarda namazci adi

verilen böyle kimselerin durumunu belirten uzunca bir vesikayi buraya almak

istiyoruz. Böylece hem imamlarin hem de toplumun dinî ve sosyal hayati hakkinda

bilgi vermis olacagiz.

Mafharü'l-kudat ve'l-hukkâm ma''denü'l-fadli ve'l-kelâm

Mevlâna Vize kadisi zîde fadluhû tevki'i refi-i hümayunum vasil olicak malum ola

ki haliya taht-i kazanda vaki' olan Abdi köy demekle ma'ruf karye halki ve

kaza-i mezburun sair ahalisi evkat-i salatta tekâsül ve eday-i feraiz ve

vacibatta tesahül gösterüp ve ekser mesacid haraba müsrif olup tamir ve termim

olunmayup ve bazi eimme Kur'an-i Azim-i sihhat üzre kiraatina kâdir ve erkân-i

salata âlim olmayup ve bazi dahi ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve

evsaf ile maruf ve mevsuf iken imamet eyledikleri pâye-i serir-i a'laya arz

olunmagin buyurdum ki hükm-i serif-i lazimü'l-itbaim vardukta bizzat mübaseret

idüp bu hususu ayan-i vilayetten bî garaz müslümanlar mahzarinda ser'le teftis

ve tetebbu' edüp göresiz. Vaki ise târik-i salat olanlari tenbih ve tehdid edüp

evkat-i hamsede eday-i salat (namazi terk edenleri) ittüresiz. Temerrüd ve inad

idenlerin ser'le haklarindan gelesiz ve harap olan mesacidi dahi mütevellilerine

telif idüp mahsul-i evkaflari ile tamir ve termim ittüresiz. Ve vakfi olmayup

sehirde vaki' olan mesacidi ehl-i mahallesine ve kurada olani ehl-i karyesine

tamir ve termim ittürüp muhtac-i arz nesne vaki olursa yazup bildiresiz. Ve

eimmeden (imamlardan) sol ki Kur'an-i Azim'in sihhat üzre kiraatina kadir veya

erkân-i salâta âlim olmayup yahud ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve

evsaf ile maruf ve mevsuf oldugu tamam zâhir ve malum olivereni mehma emken

Kur'an-i Azimin sihhat üzre kiratina kadir ve müberra imamete elyak...

kimesnelere tevcih idüp Asitane-i saadet penahiden arz idesiz. Amma hakk-i

sahiha tabi olup garaz ve taassubtan ve bu bahane ile kimesnenin bî-gayri vech-i

ser'i irzina ve malina halel gelmekten ve bi'l-cümle emr-i serifime muhalif is

olmaktan be-gayet hazer ve ihtiyat idesiz. Ve bunun gibi husus oldukça vilayet

kadilari taht-i kazalarinda namazci deyü bir kimesne tayin iderlermis reayaya

teaddi olur imis. Imdi namazci tayin olunmaga emrim yoktur. Bu husus içün

namazci deyü kimesne tayin etmeyüp ferman-i serifim muktezasinca emr olunan

nesneleri kendin bizzat görüp... Receb 953.

Kaynak: Osmanli tarihi

 

 

Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın

Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu

Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir?

Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz.

Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım?

Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.

25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz.

bluemoon24 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Offline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


MEDRESELER

Serbest Kürsü ve Öğretici Bilgiler MEDRESELER Konusunu hayatimdegisti.com Konuğumuz olarak inceliyorsunuz hayatimdegisti.com sitemizde yaşamınızı hemen degistirecek bir cok telkinli hipnoz mp3 vardir tesaduf eseri de buradaysanız mutlaka inceleyiniz üst link TelkinCD tıklayınız Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî teskilâta sahip bulunuyordu. Bu teskilât, XVI. asirda, günümüzdeki modern devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara arzetmektedir. Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce ...

ayrıca bu konularda arama yapan konuklarımız var Öğretici Bilgiler telkin cd indir izle İstanbul Öğretici Bilgiler nerededir kimdir Öğretici Bilgiler çekirdek inanç temizliği İzmir bursa Öğretici Bilgiler hipnoz Öğretici Bilgiler olumlama seminerleri eğitimi çaresi tedavisi Öğretici Bilgiler hakkında bilgi bilinçaltı telkin cd telkin mp3 Öğretici Bilgiler kuantum düşünce kitap haberi


WEZ Format +3. Şuan Saat: 05:47 PM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.