Albay
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 432,578
Tesekkür: 0
429 Mesajinıza toplam 518 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
| MEDRESELER Osmanli Devleti, mükemmel bir egitim, askerî ve idarî
teskilâta sahip bulunuyordu. Bu teskilât, XVI. asirda, günümüzdeki modern
devletlerin teskilâtlari derecesinde muntazam ve mürekkeb bir manzara
arzetmektedir. Gerek egitim ve ögretim, gerekse diger teskilâtlarla ilgili
durumu daha iyi kavrayabilmek için, binlerce defter ve milyonlarca vesikanin
bulundugu Osmanli arsivini görmek gerekir. Kendinden önceki Müslüman devletlerde
oldugu gibi Osmanlilarda da medreseleri genel anlamda iki grupta mütalaa etmek
gerekir. Bunlar: genel egitim veren medreseler ile özel egitim ve ögretim veren
ihtisas medreseleridir.
GENEL EGITIM VEREN MEDRESELER
Osmanlilar medreseyi, Selçuklu ve Anadolu beyliklerini örnek
alarak kurdular. Bununla beraber Osmanli medreseleri, naklî ilimlerde Sam-Misir,
aklî ilimlerde de Bagdat-Semerkant bölgelerinde yetismis ulemadan istifade
etmisti. Daha önce de belirtildigi gibi Orhan Gazi, Iznik'te ilk Osmanli
medresesini kurdugu zaman Kayseri ve Kahire'de tahsil görmüs olan Davud-i
Kayserî'yi ilk müderris olarak tayin etmisti.
Bilindigi üzere Osmanlilar'da medrese egitimi hemen hemen
devletin kurulusu ile baslamistir denebilir. Umumî bilgi veren medreselerde
ulûm-i Õâliye denilen kelam, mantik, belagat, lugat, nahiv, matematik,
astronomi, felsefe, tarih ve cografya gibi âlet ilimleri denilen ilimlerin
yaninda ulûm-i âliye denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fikih)
gibi ilimler okutulurdu.*
Osmanli 'Devleti'nin, medenî gelismeye imkân veren birçok
konuda oldugu gibi, egitim ve ögretimdeki açik politikasini sonuna kadar devam
ettirdigini, ülkeye davet ettigi hocalar ile ilim adamlari sayesinde
ögrenmistik. Bu bakimdan, ilk dönemlerde Osmanli medrese sisteminin Anadolu
Selçuklu ve yine Anadolu Beyliklerinin medrese sistemi seklinde olacagini
kestirmek kolaydir. Bununla beraber daha Yildirim Bâyezid devrinde bir
düzenlemeye gidildigi, II. Murad döneminde Edirne'deki Halebiye
Medresesi'ndeki* Tetimme ve yine burada Dâru'l-hadis
Medresesinin açilmasiyla gelistigi ve nihayet köklü degisikligin Fatih Sultan
Mehmed devrinde ortaya çiktigi bilinmektedir. Fatih zamanindaki medrese sistemi,
Kanunî Sultan Süleyman'in Süleymaniye Medresesi'ni açmasina kadar devam
eder.
Ister klasik dönemde olsun, ister Tanzimat'tan sonraki yeni
dönemde olsun genel egitim medreseleri devirlerindeki ilimlerin birlikte
okutuldugu medreselerdir.
Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimmeler yapildiktan sonra,
Osmanli Devleti hududlari içindeki medreselerde yeni bir düzenlemeye
gidildigine daha önce temas
edilmisti. Buna göre asagidan yukariya dogru her derecede hangi ders ve
kitaplarin ne ölçüde okutulduklarini kesin olarak söylemek pek mümkün
görülmemekte ise de bazi vakfiye, kanunnâme ve biyografi sayesinde bunlari
tesbit etmek kolaylasmaktadir. Genellikle müderrislerinin aldiklari yevmiye
(günlük) miktarina göre de isimlendirilen Osmanli medreseleri, asagidan yukariya
dogru söyle bir sira takib ederler:
HASIYE-I TECRID (YIRMILI) MEDRESELERI
Bu sinifa giren medreseler, Seyyid Serif Cürcanî'nin
Hasiye-i Tecrid adli eserinin adini tasimaktadirlar. Ilm-i Kelâm'a aid olan bu
eser, Nâsiruddin Tusî'nin Tecridu'l-Itikad veya Tecridu'l-Kelâm adli eserinin
hasiyesidir. Öyle anlasiliyor ki Hasiye-i Tecrid, bu medresede okutulan en
önemli ders kitabidir. Belirtilen medresede, bu eserden baska yine Seyyid
Serif'in fikha dair olan Serh-i Feraiz'i ve Sa'düddin Teftazanî'nin belagata
dair Mutavvel'i okutulmakta idi.Öbür taraftan, bu medresede okutulan eserleri
anlayabilmek için ilm-i Sarftan Emsile, Bina, Maksud, Izzî, Merah, Ilm-i
Nahivden Avamil, Izhâr, Kâfiye gibi eserleri, Serh-i Isagoci gibi Arapça,
Tevali gibi fikih usûlüne dair eserlerin de okunmus olmasi gerekir. MIFTAH (OTUZLU) MEDRESELERI
Bu medreseler de, belagat ilminden Sa'düddin Teftazanî'nin
belagata dair eseri olan Serh-i Miftahin adini tasimaktadirlar. Bu
medreselerde, Serh-i Miftah'tan baska fikihtan Tenkih ve Tavzih, kelâmdan
Hasiye-i Tecrid'in devami ve hadisten Mesâbih okutuluyordu. Bununla beraber
Hasiye-i Tecrid medreselerinde oldugu gibi bu medreselerde de baska eserlerin
okutulmasi gerekir. Nitekim Kâtib Çelebi, Fatih Sultan Mehmed'in otuzlu
medreselerde Miftah-i Meânî ve Sadru's-Seria'nin okutulmasini tayin buyurdugunu
söyler.
TELVIH (KIRKLI) MEDRESELERI
Müderrisine günlük olarak 40 akça verildigi için kirkli
medrese diye anilan bu medreselerde belagattan Miftahu'l-Ulûm, usûl-i fikihtan
Tavzih, fikihtan Radiyuddin Hasan Saganî'nin Mesariku Envari'n-Nebeviyye'si,
Sadrusseria Ubeydullah b. Ishakî'nin Mesarik'i, hadisten de Begavî'nin Mesabih
adli eseri okutuluyordu. Bütün bunlardan baska daha farkli eserler de ders
kitabi olarak takib edilmislerdir.
ELLILI MEDRESELER
Müderrislerine günlük (yevmiye) 50 akça verilen bu
medreseler Hâric ve Dâhil olmak üzere ikiye ayrilirlar. Kirkli ve Hâric
Ellili medreseler, Osmanlilar'dan daha önceki devirlerde Anadolu'da hükümran
olan Anadolu Selçuklulari ile Beyliklerin hükümdar, hükümdar aileleri ve
vezirlerinin yaptirdiklari medreselerdir. Dâhil medreseleri ise Osmanli
padisahlari ile sehzade valideleri, sehzadeler ve padisah kizlarinin
yaptirdiklari medreselerdir. Ellili medreselerin Hâric bölümünde: Fikihtan
Hidâye, Kelâm'dan Serh-i Mevakif, Hadis'ten Mesâbih okutuluyordu. Dâhil
bölümünde ise: Fikih'tan Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih, Hadis'ten Buharî,
Tefsir'den Kessaf ve Beyzavî okutuluyordu.
SAHN-I SEMÂN MEDRESELERI
Daha önce de belirtildigi gibi Sahn-i Semân Medreseleri,
Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da kurdugu külliyede bulunan 8 medresedir. Bu
medreseler, Kanunî Sultan Süleyman tarafindan Süleymaniye Medreseleri
kuruluncaya kadar en yüksek tahsil veren egitim kurumlari idi. Fatih
vakfiyesinde müderrislerine yevmiye 50 akça tayin edilmisse de bazi
müderrislerin burada kalarak terakki ettikleri, yani baska medreselere gitmeden
yevmiyelerinin, bulunduklari yerde yükseltildigi ve böylece 60, 70, 80, 90
akçaya kadar çikarildiklari görülmektedir. Burada okutulan derslere gelince
bunlar, daha öncekilerin bir devami mahiyetinde olmak üzere sunlardir: Fikih'tan
Hidâye, Usûl-i Fikih'tan Telvih ve Serh-i Adûd, Hadis'ten Buharî, Tefsir'den
Kessaf ve Beyzavî.
Biraz sonra temas edilecegi gibi bütün bunlar, naklî ilimler
denilen ilimlerdir. Bunlarin yaninda tip, hendese, hey'et, cografya, mantik gibi
aklî ilimlerin de okutuldugunu söyleyebiliriz. Hele Sahn-i Semân içinde bir de
Dâru's-sifa denilen bir tip fakültesinin mevcudiyetini gözönünde bulundurarak
burada hem teori hem de pratik olarak tibbin tahsil edildigini
söyleyebiliriz.
ALTMISLI MEDRESELER
Müderrisine yevmiye 60 akça verilen medreselerdir. Bu
medreselerde okutulan dersleri söyle siralamak mümkündür:
Fikih: Hidâye ve Serh-i Feraiz
Usûl-i Fikih: Telvih
Kelâm: Serh-i Mevakif
Hadis: Buharî
Tefsir: Kessaf
Zaman zaman degisiklikler olmakla birlikte medreselerde
okutulan bu derslerin yaninda Cuz'iyât adi verilen Hikmet (Felsefe), Hesap,
Hendese (geometri) Hey'et (astronomi), Cografya, ilm-i zic (astronomi,
cetveller), Ilm-i Nücûm (Yildizlar ilmi), tip ve Tesrih de vardir. Son asirlarda
bunlara Koltuk Dersleri veya Âlet ilimleri de denmistir. Asil ilim subesini
bitirenler yukarida isimleri verilen müsbet ilimleri tahsil edebilirlerdi.
Nitekim bu branslara giren ilimleri Fatih medreselerinde bulunan fazil ve
zu'l-cenaheyn (iki kanatli, iki bransta da söz sahibi) denilen âlimlerden ya
genel mahiyette veya özel olarak tahsil ederlerdi. Her ne kadar isim olarak
bunlara cüz'iyat deniyorsa da bunlar medreselerde bulunan esas
derslerdir.
Osmanli dönemi genel egitim ve ögretim veren medreselerinde
gerek aklî, gerekse naklî ilimlerde okutulan dersler zaman zaman degisik
olagelmislerdir. Hatta bazi kaynaklarda bu derslerin isimleri manzum olarak
verilmislerdir. Örnek olmasi bakimindan bunlardan, Fatih kütüphanesinde 4985
numarali eserin bos bir yerine ilave edilmis ve medreselerde okunan dersleri
sira ile manzum olarak bildiren satirlari buraya aliyoruz.
Sarf okusan bir muhterem kisiden
Eline kitabin alsam olmaz mi?
Çalissan aferin dese isiten
Düsmanin bagrini delsen olmaz mi?
Emsile'yi ezber edüp süre gör
Maksud ile muradina ire gör
Izzî bilüb kaideye gire gör
Merah'i bir hosça bilsen olmaz mi?
Avamil ne derse âmil ol sen de
Misbah ile nur-i ilmi bul sen de.
Kâfiye'yi Câmi ile bilsen de
Kendini âlâ eylesen olmaz mi?
Mantik'in çok olur kiyl ile kali
Hacegâni hûb yazmistir akvali
Kutbeddin'den bilmek için eskâli
Seyyid-i Hasiye'yi bulsan olmaz mi?
Telhis'in dersine gark olup yanup
Muhtasar sözüne Mütavvel katup
Miftah'in üstüne Seyyid'i tutup
Ilim deryasina dalsam olmaz mi?
Menâr'in üstüne tut Ibn-i Melek
Tavzih u Telvih'e eris giderek
Pezdevî'de hâsil eylesen gerek
Usûlü mahlûlün alsan olmaz mi?
Bunlardan baska, Cüz'iyât denilen müsbet ilimler ile ilgili
olarak da siirler kaleme alinmistir:
Hikmetten oku hem cüz'iyati
Fehm et cihani seyreder cihati
Hendese ilmin okursan evvel
Eskâl-i tesis serhin bil eshel
Ilm-i hesaptan oku hülasa
Ibn-i celi bul ersin havasa
Bil ilm-i hey'et bul Serh-i Çagmin
Berçendî'yi kil halline tayin
Ilm-i amelden bil usturlabi
Üç bist bâbi seyret dolabi
Rub'u Müceyyeb dogru ameldir
Oku amel kil kim bî-bedeldir.
Rub'u mukantar bil eyle seyran
Cografiya bil Takvim-i Büldan
Bil ilm-i ziycten fasl-i Tusî
Takvimin ol dürür ziba arusi
Ilm-i Nücum'dan ahkâmi bulma
Olacak olursan bos yorulma
Ahkâm-i necmi bilmek haterdir
Ahkâm-i ser'î bil muteberdir.
Okut ulumu cüz ile bile
Tesrih ilmin Tibb-i Nebiyle
Tesrihi seyret görsen de san'at
Tib ilmini bil, bul tende sihhat
SÜLEYMANIYE MEDRESELERI
Osmanli medrese sistemindeki en büyük gelismelerden biri de
süphesiz ki, Kanunî Sultan Süleyman döneminde meydana gelmisti. Kanunî devri,
her sahada oldugu gibi medrese teskilâtinda da zirveyi ifade eder. Fatih Sultan
Mehmed'in Sahn-i Semân medreselerinde Dâru's-sifa olmakla beraber henüz tip ve
matematik fakülteleri yoktu. Bu medreselerde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat
gibi dersler okutuluyordu. Bununla beraber buraya gelecek olan ögrenciler,
günümüzün ifadesiyle ilk ve orta tahsillerinde matematik, geometri, astronomi
gibi dersleri daha önce gördüklerinden bu neviden fen bilimlerine vâkif
idiler.
Günün sartlari ve ihtiyaçlari gözönüne alinarak Süleymaniye
medreselerine Tib, Riyaziye (matematik) ve Dâru'l-hadis ilave edildi.
Süleymaniye Vakfiyesi'nden anlasildigina göre, Süleymaniye Câmii'nin kuzey
tarafina düsen kisimda medrese-i evvel ve sâni denilen birinci ve ikinci
medreselerle, kuzey doguda bir hamam, kible tarafinda bir dâru'l-hadis, caminin
tam güneyine tesadüf eden kisminda medrese-i rabi' (4. medrese), bunun dogusunda
da medrese-i sâlis (3. medrese), câminin güney batisinda tip medresesi ve
eczahâne, câminin bati kismina düsen tarafinda ise imâret, tabhâne ve
dâru's-sifa denilen hastahâne yapilmisti. Demek oluyor ki, Kanunî Sultan
Süleyman tarafindan vücuda getirilen medreseler manzûmesi (üniversite),
Dâru'l-hadis, Tib, Riyaziye, Tabiiyye, Din, Hukuk ve Edebî tedrisat yapilan
fakültelerden tesekkül ediyordu. Ayrica hastahâne, imâret, hamam, tabhâne vesair
müstemilat bütün bu siteyi (külliyeyi) meydana getirmisti.
Câmi, medrese ve diger tesislerin temeli 7 Cemaziyelevvel
957 (24 Mayis 1550) senesi Persembe günü atilmis, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi
tarafindan mihrabin temel tasi konmustu. Câmi, Sevval 963 (Agustos 1556) da
bitmis ise de diger tesislerin bitis tarihi daha sonralari olmustur. Süleymaniye
medreseleri içinde en yüksek olan Dâru'l-hadis idi. Müderrisi yevmiye 100 akça
aliyordu. Diger müderrislerin yevmiyesi ise 60 akça idi.
Hâriç ve Dâhil derslerini gören bir ögrenci Hukuk, Ilâhiyat
ve Edebiyat Fakültesi durumunda bulunan Sahn-i Semân medreselerine girmeyerek
Riyaziyât ve Tip Fakültesi derslerini takib edecekse Musila-i Süleymaniye
denilen medreselere devam eder. Buradan mezun olduktan sonra Süleymaniye
Medresesi'ne devam edip yüksek tahsil yapabilirdi.
Böyle bir sistemle Kanunî, bir tarafdan Sahn-i Semân
medreselerinin üstünde medreseler kurmayi gerçeklestirirken, bir taraftan da
Osmanli medreselerinin pâyelerini yeni bir sisteme göre tanzim etmis oluyordu.
Buna göre Osmanli medreselerinin asagidan yukariya dogru su sekli aldigi
görülür:
1. Ibtida-i Hâric Medreseleri
2. Hareket-i Hâric Medreseleri
3. Ibtida-i Dâhil Medreseleri
4. Hareket-i Dâhil Medreseleri
5. Musila-i Sahn Medreseleri
6. Sahn-i Seman Medreseleri
7. Ibtida-i Altmisli Medreseleri
8. Hareket-i Altmisli Medreseleri
9. Musila-i Süleymaniye Medreseleri
10. Süleymaniye Medreseleri
11. Dâru'l-Hadis Medreseleri.
Görüldügü gibi Kanunî Sultan Süleyman devrinin en yüksek
pâyeli medresesi, Süleymaniye Dâru'l-Hadisi idi. Daha sonraki dönemlerde
Osmanlilarda birçok Dâru'l-Hadis açilmakla beraber Süleymaniye Dâru'l- Hadisi,
devletin son dönemlerine kadar bu pâyesini muhafaza etmistir.
Bütün bunlardan anlasildigina göre Süleymaniye ile birlikte
en yüksek müderrislik derecesi de Süleymaniye müderrisligi oluyordu. Süleymaniye
müderrisligi için söyle bir sira takib ediliyordu. Buna göre sira ile ibtida-i
altmisli, yani altmis akçali yevmiyeden baslayarak Hareket-i altmisli, Musila-i
Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye,* Süleymaniye ve nihayet
Dâru'l-Hadis-i Süleymaniye gelirdi. Bu medreselerde kaç müderrisin olacagi belli
idi. Sayilarinda artis olmazdi.
Ibtida-i Altmisli denilen ve altmis akça yevmiye alan
müderrislerin sayisi 48 rakaminda dondurulmustu. Bu derecede bulunan bir
müderris, terfi ettigi zaman daha yüksek bir dereceye hareket ettigi için buna
Hareket-i Altmisli denilmisti. Yevmiyesi daha öncekinin ayni idi. Buna karsilik
müderrislik derecesi daha yüksekti. Bunlarin sayilari da otuz iki idi. Buradan
terfi eden birisi Musila-i Süleymaniye denilen ve kendisini Süleymaniye
müderrisligine götürecek olan dereceye yükselirdi.
Musila-i Süleymaniye müderrisligi, kibar-i müderrisîn
denilen müderrisliklerin ilk kademesi idi. Bundan sonra Hamise-i Süleymaniye,
daha sonra da Süleymaniye'nin dört müderrisinden birinin müderrisligi ve en
sonunda da Dâru'l-Hadis müderrisligi gelirdi.
Osmanli Devleti'nde, pâye itibariyle Dâru'l-Hadis
medresesinin üstünde bir medrese olmadigi gibi, müderrisliginin üstünde de bir
müderrislik bulunmuyordu. Bu bakimdan buranin müderrisi arzu ettigi takdirde
Mahrec Mevleviyetlerine dahil Kudüs, Haleb, Eyüb, Selanik, Tirhala, Yenisehir,
Galata, Izmir, Sofya, Trabzon ve Girit kadiliklarindan birine tayin
edilebilirdi.
Osmanli ilmiye teskilâtinda müderrislerin, protokol ve pâye
bakimindan gerek birbirleri ile gerekse kadilarla olan durumlari kanunnâmelerde
düzenlenmis bulunmaktadir. Nitekim degerli bir devlet adami olan Tevkiî
Abdurrahman Pasa (öl. 1692)'nin 1677-78 siralarinda hazirladigi ve medeniyet
tarihimiz için çok degerli olan Kanunnâmesinde bu konuda söyle
denilmektedir:
... Ve müderrislerden Süleymaniye müderrisleri Musila-i
Süleymaniye müderrislerine tasaddur eder. Ve Musila-i Süleymaniye müderrisleri
altmisli müderrislere tasaddur eder. Ve altmisli müderrisler Sahn müderrislerine
tasaddur eder. Ve Musila-i sahn müderrisleri dâhil müderrislerine tasaddur eder.
Ve dâhil müderrisleri hâric müderrislerine tasaddur eder.
Ve hâric müderrisleri kudat-i kasabata (kaza ve kasaba
kadilari) tasaddur eder. Lâkin bu tasaddur itlâk üzere degildir. Hâriç
müderrisleri ile kudat-i kasabat mâ-beynlerinde (aralarinda) ilim irfan ve zat
ve zaman itibar olunur. Ve bilcümle kasaba kadisi bir zî san (san, söhret
sahibi) kimse olsa elbette hâric müderrislerine tasaddur ettirilir.
Ve medârisin (medreselerin) her sinifinda olan müderrisler,
kendi hempâyelerine tasaddurlari zat ve zaman itibariyledir. Fatih
Kanunnâ-mesinde de belirtildigine göre Sahn müderrisi 500 akça yevmiyeli
mevleviyetlerden birine geçebilirdi. Hâriç ve Dâhil medreselerinde yevmiye 50
akçaya müderrislik yapanlar, yevmiyesi 300 akça olan kadiliga geçebilirlerdi.
Ayni sekilde bunlar, Nisanci veya Defterdarlik gibi önemli memuriyetlere de
geçibilirlerdi. Ayrica Sahn-i Semân müderrisleri protokol (tesrifat)da
sancakbeylerinden önce gelirlerdi.
Bütün bunlardan baska Iç-il denilen Istanbul, Edirne ve
Bursa sehirleriyle bunlarin etraf ve mülhakatindaki medrese müderrislerinden
yevmiye yirmi akça alan bir müderris, kadi olmak istedigi zaman yevmiye 45
akçali bir yere kadi olarak tayin edilirdi.
Osmanlilar döneminde ilk defa tedris (egitim-ögretim)
hayatina baslayacak olan bir ögrenci, muhtasarat denilen dersleri gördükten
sonra Hasiye-i Tecrid medresesine devam eder. Orada muvaffak olursa
müderristen bir belge (icâzet, diploma) almak suretiyle bir yukari derecedeki
Miftah medresesine devam eder. Ondan sonra Kirkli, Hâric ve Dâhil
medreselerinin derslerini gördükten sonra baslangiçta Sahn medreselerine,
Süleymaniye'nin kurulusundan sonra da dilerse Sahn-i Semân'a veya Süleymaniye
medreselerine devam edebilir. Buralari da tamamladiktan sonra icâzet alir.
Yani, kendisine müderrislik yapabilecegine dair diploma verilirdi. Cevdet Pasa,
Sahn medreselerine gelinceye kadar Osmanli dönemindeki talebenin geçtigi
merhaleleri su ifadelerle anlatir:
Ve talebeden biri danismend olmak murad eylese, ibtida
ulemadan bir zata varup Hâric derslerini yani mukaddemat-i ulûmi taallum ve
tahsil ettikten sonra ol zatin tavassut ve delâletiyle müderrisînden birine
varup ve Dâhil derslerini görüp Sahn derslerine kesb-i liyakat eylerdi. Ve
Sahn medreselerine dâhil olabilmek için onlarin idâdiyesi hükmünde bulunan
medreselerde ikmal-i ulûm-i mürettebe etmek lâzim gelirdi ki, bunlara Musila-i
Sahn denilirdi. Ve Sahn medreseleri Fatih Camii Serifi'nin iki tarafindaki
kargir ve kursunlu sekiz medresedir ki, Sahn-i Semân denir. Bunlarda sahib-i
hücre olan talebe, ulema ve fuzelâdan zatlar olup nicesinin telifat-i makbulesi
vardir. Ve bunlarin eskilerine Muid denilir ki, medreselerinde müzakereci olup
bu medreselerin arkalarinda ve idadiyeleri makaminda sekiz Tetimme
medreselerindeki talebeye dahi tedris-i ulûm ederlerdi.
Osmanli medreselerinde icazet alan müderris adayi nevbet
denilen sirayi beklerdi. Anadolu'da müderrislik yapmak isteyenler Anadolu,
Rumeli'de müderrislik yapmak isteyenler de Rumeli kadiaskerinin belli günlerdeki
meclislerine devam edip Matlab denilen deftere (Ruznâme) isimlerini
kaydettirirlerdi. Ebu's-Suûd Efendi'nin Rumeli kadiaskerligine kadar muntazam
bir mülâzemet defteri olmayip herhangi bir sekilde yolunu bulanlar sira
beklemeden mülâzemete geçerken, bundan sonra yedi senede bir mülâzemet usûlü
kanun oldu ki, ulemadan her pâyede olanlarin ne kadar mülâzim verecekleri de bu
dönemde tesbit edildi. Bununla beraber zaman zaman bu kanuna aykiri olarak
degisik zamanlarda mülâzemetler verilir oldu. Ayrica padisah cülûslarinda,
padisahin ilk seferinde, savaslardan müzafferiyetlerle dönüsünde veya sehzâde
dogumlarinda da mülâzemetler verilir oldu.
Medresedeki dersleri sirasiyla görüp icazet alan ve
danismend olan kimse, bundan sonra mülâzemet ve kadiasker defterine kayd
olunarak sira beklerdi. Sirasi gelen müderris adayi en alt seviyedeki Hasiye-i
Tecrid medresesi müderrisligine atanirdi. Bu medrese yirmi ve yirmi besli
medresedir. Buradan terfi edince bir derece yüksek olan otuz, daha sonra otuz
bes akça yevmiyeli Miftah medreselerinden birinin müderrisligine tayin
edilirdi. Böylece en üst kademeye kadar çikabilirdi. Medreseyi bitiren askerî
sinifa geçmek isterse o zaman kendisine yirmi bin akça ile zeâmetin ilk derecesi
verilirdi.
Baslangiçta bütün müderrislerin tayinleri kadiaskerlerin
Pâdisaha arz etmeleriyle yapilirken, XVI. asir ortalarindan itibaren Hasiye-i
Tecrid, Miftah ve Kirkli medreselerin müderrislerinin kadiasker, daha üst
seviyedeki medreselerin müderrislerinin tayinleri ise Seyhülislâm'in sadrazam
vasitasiyla inhasi üzerine olmustur.
Osmanli medreselerinde müderrislik yapmak isteyenler ayrica
bir imtihana tabi tutulurlardi. Sayet bir medresede münhal yer varsa (bos kadro)
ve buraya da birden fazla tâlib bulunuyorsa o zaman imtihan yapilirdi. Bu
imtihan için adaylara bir mesele (problem, tez) verilir, takrirleri dinlenir ve
bir de risâle yazdirilirdi. Jüri tarafindan dinlenen ve sorulara dogru cevab
vermekle birlikte risâlesi kabul edilen aday, müderrislige atanirdi.
Müderrislerin imtihaninda kadiaskerler de hazir bulunurlardi. Imtihan, herkese
açik olarak bir camide yapilirdi. Sorular, müderrislerin seviyesine göre
olurdu.
Osmanlilarda, ilk medresenin kurulusundan ve bilhassa
Fatih'in Semâniye medreselerinden sonra belli bir nizam ve kanuna baglanan
medrese egitimi ile müderrislik, ufak tefek bazi olaylar bir tarafa birakilacak
olursa güzel ve sistemli bir sekilde isliyordu. Fakat XVI. asrin son çeyreginde
degisik sebeplerden dolayi egitim ve ögretim müessesesinde bazi aksakliklar
görülmeye baslanir. Bunlar, medresenin gerilemesine ve hatta ileride çökmesine
sebep olmuslardir. Bu çöküsü durdurmak için zaman zaman basvurulan islâh
çalismalari ve bu ugurda harcanan çabalar ile yapilan teklifler fazla tesirli
olmamis görünmektedir. Bununla beraber biz, genis bir açiklamada bulunmadan
Osmanli medrese ve ilmiye teskilatinin bozulma sebeplerini asagidaki sekilde
ismen zikretmekle iktifa ediyoruz. Bunlar: Nüfus kesâfeti, Devletin diger
müesseselerindeki bozukluklar, Ulemâ-zâdegân sinifinin dogmasi, Ilmiyeye âid
kanun ve geleneklerin çignenmesi, Merkezcilik, Saltanat kavgalari, talebe
isyanlari, bencillik, ilmî hürriyetin olmamasi gibi her biri basli basina çöküs
sebebi olabilecek maddelerdir.
Biraz önce, bozulmaya tesir eden sebebler olarak gördügümüz
hususlarin ortadan kaldirilmasi için degisik zamanlarda fermanlar isdar
edilmisti. Fakat bir türlü medreselerin islâhi veya kendini düzeltmesi gibi arzu
edilen seyler yapilamiyordu. Zamanimizin teknik medeniyetini meydana getiren
yenilesme çaginin gerektirdigi sartlara uymak, degil sadece Osmanli Devleti'nde
bütün bir Islâm dünyasinda mümkün görülemiyordu. Halbuki baslangiçta ilmî
gelismeye çok müsait olan ve günümüz üniversitelerinin egitimi seviyesinde
egitim ve ögretim veren medreselerin bu durumu, pek çok kimseyi üzmekteydi. Zira
medrese, artik kendisini, degisen dünya sartlarina uyduramiyor, ilim, teknik ve
sanatta takib edilen metodlara yabanci kaliyordu. Bu arada, kurulus dönemindeki
kanun ve tüzükleri de hakkiyla tatbik edemiyordu. Iste bunun içindir ki
medreselerin disinda yeni bazi okullarin açilmasina ihtiyaç hasil oldu.
Özellikle 1770'deki Çesme savasindan sonra Osmanli Devleti artik kendisini
yenilemek ihtiyacini hissediyordu. Bu yüzden 18 Kasim 1773 senesinde
Mühendishâne-i Bahri-i Hümayûn adi ile denizcilikle ilgili bir okul, Kaptan-i
Derya Cezayirli Gazi Hasan Pasa'nin teklifi üzerine açilmis oldu. Ilk hocasi da
ayni zat olan bu mekteb, tarih boyunca Osmanli egitim sisteminde bir yenilik
olarak kabul edilir. 10 Mayis 1796 senesinde de (III. Selim devri) kara
kuvvetleri subayi yetistirmek üzere Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun açilmisti.
Burada zamanin gerektirdigi hesap ve geometri konulari ile tarih, cografya,
astronomi gibi ilimler de okutulurdu. 1826'da Tibhâne-i Âmire ve Cerrah-hâne-i
Ma'mûre açilmis olmakla, eskiden beri medrese kisimlari arasinda sayilan
Dâru't-tiblar da medrese disina çikmis oldu.
Daha sonralari degisik isimlerle anilmalarina ve farkli
program tatbik etmelerine ragmen baska mektepler de kuruldu. Bunlardan birkaçini
tarih sirasina göre vermekle yetinmek istiyoruz.
1838 senesinde açilan Mekteb-i Maarif-i Adliye,
1839 senesinde açilan Mekteb-i Ulûm-i Edebiye,
1847 senesinde açilan Dâru'l-Muallim Rüsdî.
1867 senesinde açilan Mekteb-i Sultanî'ler vs. Böylece
medreselerin egitiminden farkli egitim ve ögretim veren ve degisik programlar
uygulayan bu mektepler, bozulmaya ve gittikçe ortadan kalkmaya dogru hizla giden
medreselerin, üzerinde oturdugu araziyi, yavas yavas ellerinden almaya
basladilar. Gerçi ilk bakista bunlar, medreselerin disinda gibi görünmekte
iseler de II. Mesrutiyetin ilanini takib eden sene (1909), medreselerde de
islâhat tesebbüslerine girisilmis, dinî tedrisat yaninda Türkçe, tarih ve
cografya gibi sosyal derslerle, riyaziye, fizik, kimya gibi fen derslerinin
okutulmasi için yapilan tesebbüsten de tam bir netice alinamamisti.
Medreselerde asil islahat, Padisah Sultan Mehmed Resâd
(1909-1918) devrinde, Seyhülislâm Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi'nin
seyhülislâmligi sirasinda ve dört sene süren çalismalar sonunda yapildi. Bu
sirada medreselerde yeni bir sistemin tatbikine geçildi. Bu sistemle ilgili
layiha, 10 Zilkade 1332 (Ekim 1914) tarihli Ceride-i Ilmiye, nüsha-i fevkalâde
de yayinlandi. Islâh-i Medâris Nizâmnâmesinin Esbâb-i Mûcibe Layihasi adi ile
Istanbul'daki bütün medreseler tek isim altinda toplanacaklardir. Bütün Istanbul
medreselerindeki talebeler ayni usûl ve kaideler içinde yetistirileceklerdir.
Bunun temini için de bütün medreselerin tek bir isim altinda toplanmasi
kararlastirilmistir. Islâm hilafetinin merkezinde bulunmasindan dolayi da
bunlara Dâru'l-Hilâfeti'l-Aliyye Medresesi adi verilmistir. Nizamnâmenin
ikinci maddesinde bu medresenin tâli kism-i evvel, tâli kism-i sâni ve âlî
olmak üzere üç kisma ayrildiklari görülür. Her kisimda dört sene egitim
görülecektir. Her kisim dörder sinif ve her sinif da dörder subeyi muhtevi
olacaktir. Besinci maddede de medresenin idare sekline yer verilmektedir. Buna
göre bu medresenin her kisminda birer müdir-i umûmî (genel müdür), sinif ve
subelerinde de birer müdür bulunur. Sube müdürleri sinif müdürlerine, sinif
müdürleri, müdir-i umûmîlere, müdir-i umumîler ise ders vekâletine
baglanmisti.
Dâru'l-Hilâfe Medresesine alinacak talebenin sayisi tesbit
edilirke de o günkü medrese talebesinin sayisi göz önünde bulundurulmustu. Buna
göre Tâlî siniflara 260, Âlî siniflara ise 200 talebe alinmasi, tedrisatin daha
iyi yürütülebilmesi için de her sinifin dört subeye bölünmesi
kararlastirilmisti.
Dâru'l-Hilafe'nin âli kismini bitirenler veya disaridan
bütün siniflara âid imtihani verenlerden ser'î ilimlerde ihtisas yapmak
isteyenler için Sultan Selim Camiî içindeki Yeni Medrese Medrese-i Cedîdenin
tahsisi ve buna Medresetu'l-Mutehassisîn adi verilerek bir genel müdür
tarafindan ve özel bir yönetmelikle idaresi uygun görülmüstü. Bu medresenin
siniflari kirkar kisilik olacakti.
Dâru'l-Hilâfe medresesinde okuyacak talebenin haftada 24
saat ders görmesi gerekiyordu. Bu derslerin isim ve saatleri, Ceride-i
Ilmiye'deki programlara dayanilarak Mübahat S. Kütükoglu tarafindan tesbit
edilmis ve semasi çikarilmistir. Bir senelik ögretimden sonra müfredat
programinda bazi degisiklikler yapilmis ve Ingilizce, Fransizca, Almanca veya
Rusçadan birini geçen talebe bu dili ögrenmek zorunda birakilmisti. Ayrica
hergün münasib bir zamanda gösterilecek olan beden terbiyesi (egitimi) dersi
de bu programa ilave edilmisti.
Dâru'l-Hilâfe medreselerinde dinî ilimler yaninda müsbet
ilimlerin de tedris edilmesi, 1923 senesinde Ismail Hakki Baltacioglu'nun
Bugünkü medrese kimyayi camilerde mihraba kadar sokmustur sözlerine göre
modern bir egitim müessesesi haline gelmisti. Yeni bir sistem ve asrin
icablarina göre kurulan bu medreseler, akademik bir hüviyet kazanmislardi.
Medresetu'l-Mütehassisinin her üç subesinde 500, Dâru'l-Hilâfe medreselerinde
ise 7000'e yaklasan bir ögrenci mevcudu vardi. Ayrica, Türkiye Büyük Millet
Meclisi hükümeti tarafindan çikarilan bir nizamnâme ile Anadolu'nun pekçok
yerinde hatta büyük köylerde bile imam ve hatip ihtiyacini karsilamak için
açilan medreselerin sayisi 465, talebesi de 16.000 civarinda idi. Cumhuriyetin
ilânindan dört ay sonra 3 Mart 1924 tarihinde Siirt mebusu Halil Hulki Efendi ve
50 arkadasinin teklifi üzerine Ser'iyye ve ve Evkaf Vekâleti'nin lagvedilir.
Ayni tarihte Saruhan mebusu Vâsif Bey ile 50 arkadaiin takriri üzerine
görüsmesiz kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün medreseler Maarif
Vekâletine devredilmisti. O zamana kadar bu medreselerde egitimine devam eden
ögrenciler Dâru'l-fünûn bünyesinde açilan Ilahiyat Fakültesine
naklolunmuslardi.
Osmanli Devleti'nde kurulusundan beri itina ile üzerinde
durulan egitim ve ögretim sistemi, daha sonralari degisik sebeblerden dolayi
geregi gibi uygulanamamis ve hatta eski kanunlar bile tatbik edilemez olmustu.
Bilhassa Fatih ve Kanunî devirlerindeki medreselerin, devirlerine göre bir irfan
yuvasi olmalari artik mazide kalmisti. Ne talebe ne de hoca kadrosunda yeni
metodlarin tatbiki düsünülmemisti. Bu yüzden bozulmaya yüz tutan medreselerin
islâhi için çalismalar yapilmisti. Bu sebeple farkli isimlerle degisik
tarihlerde çesitli okullarin açildigina daha önce temas edilmisti.
Bilindigi gibi Osmanli Devleti'nde köklü degisiklikler
Sultan II. Mahmud zamaninda yapildi. Onun için biz de önemine binaen bu dönemde
ilk egitimi mecburi kilan II. Mahmud'un fermanini buraya aynen almak
istiyoruz.
Istanbul ve bilâd-i selâse kadilarina hitaben yazilan
fermanin metni söyledir:
Cümleye ma'lumdur ki, ümmet-i Muhammed'denim diyen kâffe-i
ehl-i Islâm'a göre ibtida serâit-i islâmiyeyi ve akaid-i diniyesini ögrenip
bilmek ba'dehû iktisâb-i maiset için kangi dirlige sulûk edecek ise etmek.
Ve'l-hasil her bir seyden evvel zaruriyat-i diniyyeyi ögrenmekligi umur-i
dünyeviyenin cümlesine takdim eylemek lâzim iken bir zamandan beri ekser-i nâs
analarinin ve babalarinin seyyiesi olarak kendileri kaldiklari misillû
evladlarinin cahil kalmasini düsünmeyerek ve Rezzak-i âlem olan Hak Sübhanehu ve
Taala Hazretlerine adem-i tevekkül ile hemen akça kazanmak daiyesine düserek
çocuklari bes alti yasina vardigi gibi mektepten alip ehl-i hiref (sanatkâr)
yanina sâkirdlige verdiklerinden o makûle sabiler küçükten cehaletle büyüyüp
sonra dahi okuyup ögrenmeye heves etmediklerine binaen vizr ve veballeri
analirinin ve babalarinin boynuna olup yevm-i kiyamette bir taraftan bunlar
giriftar-i mes'uliyet ve bir taraftan kendileri duçar-i hiyz u nedâmet
olacaklarindan baska maazallahi Taala zamaneyi cehâlet istiabiyle ekser halk
diyanetten bi haber olduklarindan bu keyfiyet nusretsizlige sebeb-i mustakil
olup Aseman-Allahu Teâlâ böyle giderse min kibeli'r-Rahman terbiye-i sedideyi
müstelzim olacagi erbab-i basirete zâhir ve hüveyda olmaktan nâsi ibâd-i
müslimini o misillû dünya ve ahiret ukubatindan tahlis ve siyânet lâzim gelmekle
imdi emr-i dinde serm ve istihya câiz olmadigina binaen simdiye kadar câhil
kalmis olan genç ve ihtiyar bi'l-cümle ümmet-i Muhammed, cahilligin DAREYN'de
(dünya ve ahiret) vehametini düsünüp ve bu babta birbirinden utanmayarak hemen
Hak'dan utanip kendileri bulunduklari kâr, kisb ve san'at ve hizmetleri arasinda
bilmedikleri mesâil-i diniyye ve akaîd-i islâmiyelerini dahi ögrenip bilmekle
hasbe'l-imkân sa'y ve gayret ve ol vechle kendilerini Dâreyn selâmetligine
irgürmekle sarf ve sa'y ve makderet eylemeleri fariza-i uhde-i diyânetleri
oldugundan baska fî mâ ba'd, herkes evladlarini mürahik derecesine varmadikça ve
ilmihal ve serait-i islâmiyesini lâyikiyle taallum etmedikçe mektepten alip
ustaya vermemek ve murahik olup ustaya vermek derecesine geldikte babasi, babasi
yok ise sâir velisi olan kimesne murahik derecesinde oldugunu eger Istanbul
sekenesinden ise Istanbul kadisi olan efendi tarafina ve Eyyüb ve Üsküdar ve
Galata sükkânindan iseler kadilari efendiler taraflarina, mektep hocasiyle
beraber varup ve çocugu dahi getürüp gösterip taraf-i ser'den yedlerine memhur
(mühürlü) izin tezkiresi almak ve izin tezkiresi almadikça esnaf taifesi
sakirdlige almamak; ve sakirdlige alinmakla esnaf kethüdalarinin dahi re'y ve
marifetleri munzam olmak lâzimeden olduguna binaen sâyet esnaftan biri o makule
tezkiresiz çocugu sâkirdlige alur ve babasi ve validesi verir ise okudugu
mektebin hocasi veyahut mahallesinin imami dogru kadi efendilere haber vermek ve
kadi efendiler dahi bu keyfiyeti ihyay-i din-i mübin kaziyesine mebni oldugundan
taraflarindan taharri olunarak (arastirilarak) izin tezkiresi almaksizin san'ata
verilmis sabi bulunur ise alani ve vereni ve ol esnafin kethüdasini ve haber
vermedigi için mektep hocasini li ecli't-te'dib Bâb-i Âliye inha eylemek.
Anasiz-babasiz yetim çocuklar olup da kimesnesizligi sebebiyle zarurî (olarak)
bir usta yaninda veyahud bir kimesnenin terbiyesinde bulunur ise ustasi ve gerek
mürebbisi olan adam sirf san'at ögrenmeklige ve hizmete hasr etmeyerek günde iki
defa mektebe gönderip mürahik oluncaya kadar okutturmak ve kezalik el-haletü
hazihî, ustalarda bulunan çocuklar dahi bi tipkiha bu nizama dâhil olarak anasi,
babasi veya sâir velisi olanlar ustadan alup mektebe vermek ve kimsesiz olanlari
dahi ustalari mektebe verip câhil kalmamasina dikkat etmek ve mektep hocalari
dahi mekteplerde bulunan çocuklari güzelce okutup Kur'an-i Azimü's-sâni ta'lim
akabinde her bir çocugun haysiyet ve istidadina göre tecvid ve ilmihal misillû
risâleler okutarak serâit-i Islâmiye ve akaid-i diniyelerini ögrenmeklige sa'y
ve ikdam eylemek üzere ale'l-umûm tenbih ve ikaz olunmasina irâde-i seniye
suduriyle keyfiyet bilâd-i selâse kadilari efendilere baska baska bâ fermân-i
âlî tenbih kilinmis olmagla siz dahi âsitanede kâin bi'l-cümle mahallat
imamlarini ve mektep hocalarini ve esnaf kethüdalarini tarafiniza celb ederek
tenbihat-i mezkûreyi gûs-i hûslarina telkin ve tefhîm ve is bu fermân-i âlînin
birer mamzâ (imzali) suretlerini dahi yedlerine ita birle imamlar mahalleleri
ahalilerine ve kethüdalar dahi esnaflarina okuyup anlatmak ve mektep hocalari
bilip mûcibiyle amel etmek üzere cümlesine geregi gibi tenbih ve te'kide
mübaderet ve bi-tevfikihi isbu nizam ve tenbihatin ale'd-devam icra ve istikrari
vesâilini istihsâle tarafinizdan dahi bizzat ihtimam ve dikkat eyliyesiz deyü
buyruldu.
IHTISAS MEDRESELERI
Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis
edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki
bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi
gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli
branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm
dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam
ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib
olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile
bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli
öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu
medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab
etmektedir.
DÂRU'L-KURRA
Yer, mekân, ev gibi anlamlara gelen dar ile okuyan
anlamindaki kari kelimesinin çogulu olan kurra kelimelerinden meydana gelen
Dâru'l-Kurra, Kur'an-i Kerim'in ögretildigi, bir bölümünün veya tamaminin
ezberletildigi ve kiraat vecihlerinin talim ettirildigi mektepler için
kullanilmistir. Bazi Müslüman devletlerde bu müesseselere Dâru'l-Kur'an ve
Dâru'l-Huffaz gibi isimler de verilmistir.
Bilindigi gibi Hz. Peygamber, daha bi'setin (Peygamberlik ve
vahyin gelisi) dördüncü senesinde kendi evinden baska gizlice egitim ve ögretim
fayetlerinde bulunmak üzere, Safâ tepesinin eteklerinde bulunan ve Beni Mahzûm
kabilesinden olan Erkam'in evini kullanmaya baslar. Hz. Peygamber burada hem
Müslümanlara, hem de kendisini dinlemek ve buna göre karar vermek isteyenlere
Kur'an okuyup ögretiyordu. Böylece burada özellikle Müslümanlara hem Kur'an
ögretiyor, hem de inanç ve sabir konusunda onlari egitiyordu. Bunlari nazar-i
itibara aldigimiz zaman vahyin baslangicinda kendi evindeki ilk ögretimi bir
tarafa birakacak olursak, Islâm dünyasindaki ilk dâru'l-kurranin Erkam b.
Ebu'l-Erkam'in evindeki bu dâru'l-kurra, ilk hocanin da bizzat Resulullah oldugu
söylenebilir.
Islâm yayilis tarihinde bir dönüm noktasi olarak kabul
edilen Akabe bey'atlarindan sonra Hz. Peygamber, Yesriblilere (Medine) Kur'an
muallimi (ögreticisi) olarak Mus'ab b. Umeyr'i göndermisti. Böylece, daha
kendisi ve ashabi oraya varmadan, oradaki Müslümanlarin gerek Kur'an, gerekse bu
sayede Islâm'i ögrenmelerine imkân saglamisti.
Mekke'nin fethinden sonra vilayetlere tayin ettigi
valilerden bir kismi, ayni zamanda Kur'an muallimi idi. Bugün,
Mescidu'n-Nebevî dedigimiz mescidinde çesitli vesilelerle bizzat kendisi
Kur'an ögretirken, Suffa'da da hem kendisi hem de Ubâde b. Sâmit gibi kimseler
bu konuda ona yardimci oluyorlardi. Bu sayede Suffa ashabi da Kur'an ögrenmis
oluyordu. Keza o, mescidlerde Kur'an derslerini tesvik ediyordu. Nitekim,
Sahih-i Müslim'de belirtildigine göre Yahya b. Yahya et-Temimî'nin Ebû
Hüreyre'den nakledilen uzunca bir hadisinde Resulullah: Allah'in evlerinden
birinde, Allah'in kitabini okumak ve kendi aralarinda mütalaa etmek (tedârüs)
üzere toplanan her topluluga Allah, sekinet (iç huzuru, rahatlik) verir, onlari
rahmet kaplar, çevrelerinde melekler toplanir ve Allah, onlari meleklerin
yaninda anar. Gerek bu hadis, gerekse daha baska birçok hadiste Kur'an ve
onunla ilgili ilmin ögrenilmesinin önemi üzerinde durulur.
Hz. Peygamber'in, Kur'an ögrenmenin önemli vasitalarindan
biri olan okuma yazmaya karsi olan ilgisini ortaya koyan olaylardan biri sudur:
Bedir savasinda harp esiri olarak karsi taraftan ele geçen her bir esir için
dört bin dirheme kadar fiyd-i necât (kurtulus akçasi) takdir edilmis iken,
bunlarin okuma yazma bilenlerinden her biri, Medine'li on Müslüman çocuga bunu
ögretmek karsiliginda hürriyetlerine kavusabileceklerdi. Zeyd b. Sâbit,
bunlardan okuma yazma ögrenen Ensar çocuklarindan biridir.
Dokuz mescidde egitim ve ögretimin devam ettigi Medine'den
baska, fethedilen veya yeni kurulan merkezlerde ashabin kiraatta mahir olanlari
dersler veriyordu. Dimask (Sam)'da Ümeyye Câmii'ndeki ders halkalarinin bir çogu
kiraatla ilgiliydi. Ebu'd-Derdâ burada Kur'an tâlim ettigi için Muallimu's-Sam
veya Kâriu's-Sam ünvaniyla anilmisti. Ögrenci sayisinin zaman zaman 1500
sayisinin üstüne çikmasi,onun derslerine olan ragbeti gösterir. Ebu'd-Derda
vefat etmeden önce, kiraatini takdir ettigi Fedâle b. Ubeyd el-Ensârî'yi yerine
hoca olarak görevlendirmesi için Sam Valisi Muaviye b. Ebi Süfyan'a tavsiyede
bulunmustu. Öyle anlasiliyor ki bu durum (kiraat ilmi ile ilgilenme) burada uzun
süre devam etmisti. Nitekim seyahatlari sirasinda Dimask'a da ugrayan Ibn Cübeyr
(539-614/1144-1217), bu sehirdeki Ümeyye Camii'nde bütün gün devam eden Kur'an
dersleri hakkinda tafsilatli bilgi verir. Buna göre sabah namazindan sonra
Sub' denilen meclisle baslayan kiraat dersleri, ikindiden sonra Kevseriye
adi verilen derslerle devam ederdi. Burada kendilerine Kevserî denilen ve
Kur'an'i ezberlemede güçlük çeken yüzlerce kisiye el-Kevser sûresinden itibaren
namaz sûreleri ögretilirdi. Birçok merkezde Kur'an dersleri veren ashabtan
itibaren, tabiîn ve tebeu't-tabiîn dönemlerinde degisik lehçelere göre okuyus
tarzlari sekillenmeye baslar. Kur'an-i Kerim'in yedi harf üzerine indirilmesi,
onun yedi lehçe ile okunmasina ve buna bagli olarak kiraat ilminin dogmasina
sebep olmustur. Bizzat Hz. Peygamber, Kur'an'i yedi kiraatla okumus ve bunu
ashabina da ögretmisti.
Müslümanlar, hicrî ikinci asrin baslarinda, ashabtan
nakledilen bu yedi kiraati temsil eden Kurralar etrafinda toplanarak onlari
ögrenmeye basladilar. Böylece câmilerde veya özel yerlerde kurralar etrafinda
tesekkül eden halakalarla kiraat ilmi tahsil edilmeye baslandi. Mekke'de
Abdullah b. Kesir (öl. 120/737), Medine'de Nâfi b. Abdurrahman (öl. 169/785),
Sam'da Ibn Âmir (öl. 118/736), Basra'da Ebû Amr b. Alâ (öl. 154/770) ve Yakub
(öl. 205/820), Kûfe'de Hamza b. Habib (öl. 188/803) ile Âsim b. Behdele (öl.
127/744) gibi kimselerin etrafinda ilk kiraat halakalari meydana geldi. Daha
sonra bu mevzudaki çalismalara ilaveten saz kiraatlarla ondört kiraat (Kiraat-i
erbaa asere) dogdu ki bu konuda birçok eser telif edilmistir. Bu mahsuller,
Kurra halakalari, Dâru'l-Kur'anlar, Dâru'l-huffazlar ve
Dâru'l-kurralarin müfredatini meydana getirmisti. Buralarda, Kur'an'daki
kelime ve ibârelerin telaffuzu ile okunustaki ihtilaflari, nakledenlere isnad
ederek bildiren Ilm-i Kiraat tahsil edilmistir.
Anadolu Selçuklulari ile Karamanogullari dönemlerinde bu
müesseseler Dâru'l-huffaz adini almis olup baslica Selçuklular devrinde
Konya'da Sâhib Atâ, Ferhûniye (700/1300), Sa'duddin Ömer, Nasuh Bey (715/1315);
Karamanogullari döneminde Haci Yahya Bey,Hoca Salman, Has Yusuf Aga, Kadi
Imaduddin ve Haci Semseddin Dâru'l-huffazlari tesis olunmustur.
Bilindigi gibi Islâm dünyasinda camiler, uzun süre birçok
fonksiyonu birden icra eden mekan olma özelligini koruyorlardi. Bununla beraber
egitim ve ögretim faaliyetleri bakimindan da Kur'an ve hadis tahsilinin merkezi
özelligini muhafaza ettiler. Buralarda ileri seviyede Kur'an ögrenimi için
olusturulan ders halakalari subÕ ve tasdir diye anildi. Kiraat hocasina
seyhu'l-kiraa, görevine de mesihatu'l-kiraa denildi. Sehir câmilerinde
yürütülen Kur'an okutma faaliyeti mesihatu'l-mescid, ordugâhlarda yürütülen
faaliyetler mesihatu'l-cünd ismini aldi. Bu sonuncunun hocalarina
kâriu'l-cünd de denirdi.
Öyle anlasiliyor ki, Kur'an egitimi için açilan bu
müesseselere Islâm dünyasinin hemen her yer ve bölgesinde büyük bir önem
verilmistir. Zira burada hem Kur'an'in okunmasi, hem ezberlenmesi, hem de bazi
görevlerin yapilmasi bakimindan böyle bir mekâna ihtiyaç vardi. Kaldi ki bu ilim
sayesinde Allah kelâmi ögreniliyor ve bunun karsiliginda da sevab kazaniliyordu.
Iste bu sebeple her dönemde oldugu gibi Osmanli döneminde de bu isimle ve özel
bir ihtimamla açilan adi geçen müesseseyi görmek mümkün olmaktadir.
Osmanli egitim ve ögretim sistemi içinde yer alan ihtisas
medreselerinden biri de dâru'l-kurralardir. Osmanlilardan önce oldugu gibi
Osmanlilarda da kariler ile câmi hizmetlileri genellikle bu müesseselerden
yetisirlerdi. Sibyan mektebini bitiren veya o seviyede özel bir ögrenim görmüs
olan bir talebe, bu müesseselerde okumak istedigi zaman, önce en alt seviyedeki
bir dâru'l-kurraya girer ve orada hifzini tamamladiktan sonra yüksek seviyedeki
bir dâru'l-kurraya devam ederdi. Buralarda ilm-i kiraat ve ilm-i maharic-i
hurûfu ögrenirdi.
Osmanlilar'in, dâru'l-kurralara büyük bir önem verdikleri
anlasilmaktadir. Zira gezdigi yerlerdeki dâru'l-kurralarin bazi özellikleri
hakkinda bilgi veren Evliya Çelebi (1611-1682), kendi asrinda oldukça fazla
sayida dâru'l-kurradan söz etmektedir. Nitekim onun verdigi bilgiye göre
Amasya'da dokuz dâru'l-kurra vardi. Bunlardan sadece Sultan Bâyezid
dâru'l-kurrasinda 300'den fazla hafiz bulunmakta idi. Bunlarin arasinda kiraat-i
seb'a, asere ve takribi bilenler de vardi. Ilk bakista abartili gibi görünen bu
bilgi, Amasya Tarihi yazari Hüseyin Hüsameddin'in buradaki mevcud sekiz
dâru'l-kurra hakkinda ayrintili bilgi vermesi, Seyahatnâmedeki sayinin
abartilmamis oldugunu göstermektedir.
Gerçekten, Evliya Çelebi, gezdigi bütün Osmanli
sehirlerindeki dâru'l-kurralar hakkinda tafsilatli bilgiler vermektedir. Nitekim
Istanbul, Edirne, Bursa, Erzurum gibi hemen her yerde bir veya daha fazla
dâru'l-kurra oldugu anlasilmaktadir. Nitekim Basbakanlik Osmanli Arsivi'nin
sadece Cevdet Tasnifinin Evkaf ve Maarif bölümlerine bakildigi zaman bile
karsimiza sayisiz dâru'l-kurra çikacaktir ki, bunlarin büyük bir kismi halk
tarafindan vakif suretiyle yapilmis olanlardir. Halkin, dâru'l-kurralara olan bu
ilgisi son zamanlara kadar devam etmis görünmektedir. Biz, örnek olmasi
bakimindan sadece iki dâru'l-kurra ile ilgili iki arzdan (dilekçe) bir iki cümle
nakletmekle yetinmek istiyoruz:
a. Der-i devlet mekine arz-i dâi-i kemine oldur ki,
medine-i Izmir'de Hasan Hoca Mahallesi'nde Keçeciler sükunda vaki Haci Emine
Hatun binti Mustafa Efendi medrese-i dâru'l-kurrasi vakfindan almak üzere bâ
berât-i âli vazife-i muayene ile seyhu'l-kurra ve müderris olan...
b. Der-i devlet mekine arz-i dâi kemine oldur ki, nezâret-i
dâilerinde âsûde evkaftan Istanbul'da merhum Üveys Bey'in dâru'l-kurra vakfindan
almak üzere... diye devam eden belgelerdeki bilgiler, bize dâru'l-kurralarin
diger Osmanli medreseleri gibi vakiflara bagli oldugunu da
göstermektedir.
Dâru'l-kurralar, oralarda ögretilen ilimlerle alakasi
bakimindan daha çok câmiler içinde veya çevresinde tesis edilmislerdir. Bugünkü
bilgilerimize göre Osmanlilarin ilk dâru'l-kurrasi Bursa'daki Yildirim Bâyezid
dâru'l-kurrasidir. Bu dâru'l-kurra, Imam Cezerî'nin gelisiyle Ulu Cami'de
açilmisti. Evliya Çelebi, Istanbul dâru'l-kurralarindan bahsederken evvela ne
kadar selâtin camileri, vüzera ve gayri ayân-i kibar camileri varsa her
birisinde mutlaka birer dâru'l-kurra bulunur dedikten sonra müstakil
dâru'l-kurralarin isimlerini vermektedir. Böylece Osmanlilarda da, Anadolu
Selçuklulari ile Karamanogullari'nin dâru'l-huffazlari gibi müstakil binalari
bulunan dâru'l-kurralarin mevcudiyetine sahid olmaktayiz.
Osmanli dâru'l-kurralarinda ders kitabi olarak Semseddin
Muhammed b. Muhammed el-Cezerî (öl. 833/1429)'nin bizde Cezerî diye söhret
bulan eseri, ayrica Ebû Muhammed es-Sâtibî'nin Sâtibî diye meshur olan
Kaside-i Lâmiyesi okutulurdu. Bundan baska Cezerî'nin Sâtibî'ye yaptigi
Fethu'l-Vahid adli serhi, Osmanli dâru'l-kurralarinda okutulurdu.
Öyle anlasiliyor ki, Osmanli dâru'l-kurralari, Yildirim
Bâyezid devrinde 798 (1395)'de Bursa'ya gelen Imam Cezerî vasitasiyla Sâtibî ve
Cezerî tesirinde gelisme göstermislerdir. XVI. asirda Kanunî Sultan Süleyman'in
emriyle Sokullu Mehmed Pasa, Misir'da Kur'an ögretimiyle söhret bulan Seyh
Ahmedu'l-Misrî'yi Istanbul'a celb ederek Eyyub Camii imamligina tayin etmis ve
bu zat, 1006 (1597) tarihine kadar bu câmide Teysir Tariki ile kiraat
okutmustu. Bu zatin yetistirmis oldugu talebeleri, Osmanli Devleti'nin muhtelif
sehirlerine dagilarak kiraat ilmini okutmuslardir. Hicrî 1000 (M. 1591)
tarihinden sonra Teysir Tariki, Islâmbol Tariki adiyla meshur olmaya
baslamisti.
Gerek ezberletilmek istenilen Kur'an-i Kerim'in, gerekse
ögretilmek istenilen diger ilimlerin özellikleri bakimindan dâru'l-kurralarda
sik sik tekrar ve uygulamaya dayanan bir ögretim metodunun takib edildigi
anlasilmaktadir. Bu uygulamada câmiler, âdeta birer labaratuar olarak
kullanilmislardir. Bununla beraber dâru'l-kurra mezunlarinin imâmet ve
müezzinlik gibi câmi hizmetleri de yapabilecekleri göz önüne alinarak itikad ve
amele müteallik yeterli ilm-i hal bilgilerinin, diger medreselerde takib edilen
metodlarla tedris olunmalari gerekir.
Türkiye'deki dâru'l-kurralar, 3 Mart 1924 tarih ve 430
sayili Tevhid-i Tedrisât Kanunu'nun 2. maddesi geregince bütün diger okullar
gibi Maarif Vekâleti'ne baglanmak istenmisse de zamanin Diyanet Isleri Baskani
Rifat Börekçi'nin, bu kurumlarin birer ihtisas okulu olduklari için baskanliga
bagli olarak ögretime devam etmesi gerektigi yolundaki israrlari sonucu, Kur'an
kurslarina dönüserek varliklarini devam ettirme imkâni
bulmuslardir.
DÂRU'L-HADIS
Yer, mekân, ev gibi anlamlara gelen dâr ile hadis
kelimelerinden meydana gelen Dâru'l-hadis, Hz. Peygamber'in söz fiil ve
takrirlerinden ibaret olan hadis tedris ve tedkiklerinin yapildigi yer demektir.
Bunun içindir ki bu müesseselere dâru's-sünne, dâru's-sünneti'n-nebeviye
veya dâru's-sünneti'l-Muhammediye gibi isimler de verilmistir.
Hz. Peygamber'in, vahyin ilk yillarinda Mekke'de ilk
dersleri verdigi Erkam b. Ebu'l-Erkam'in evi, ilk dâru'l-kurra olarak kabul
edilebilecegi gibi, ilk dâru'l-hadis olarak da kabul edilebilir.
Islâm tarihi boyunca mescidlerde degisik ilimlerin
okutuldugu meclislerin kuruldugu bilinmektedir.Fakat zamanla bilhassa hadis
ögrenimi için mescidler çok önemli görevler yüklendiler. Genel olarak hadislerin
müzakere edilip yazdirildigi meclislere meclisü'l-ilm veya meclisü'l-imlâ
denirdi. Bu meclislere, talebenin hocanin etrafinda toplanmasindan dolayi Hz.
Peygamber döneminden itibaren halaka da denilmistir.
Dâru'l-hadis adi ile ilk defa müstakil bir ögretim
müessesesi, Haleb Atabeklerinden Nureddin Mahmud b. Zengi (541-569 / 1146-1174)
tarafindan Sam (Dimask)'da açilmistir. Bu dâru'l-hadis, kurucusuna nisbetle
en-Nuriye diye adlandirilmistir. Bu müessese, büyük muhaddis ve tarihçi Ibn
Asakir (öl. 571 / 1175) adina yaptirilmistir. Bunlarin ikincisi Musul'da açilmis
olup, bunlari takiben Eyyubîler'den el-Melikü'l-Kâmil,
el-Medresetu'l-Kâmiliyye (622/1225)'yi, el-Melikü'l-Esref de Sam'da
el-Medresetu'l-Esrefiyye'yi tesis ettiler. Yine bu siralarda Seyfeddin Mahmud
b. Urve (öl. 620/1223) adina Dâru'l-Hadis-i Urviyyenin Sam'da (Dimask) Ümeyye
Câmii dâhilinde açildigini ögrenmekteyiz. Bu ilk dönemden sonra pek çok yerde
benzer isimle ögretim müesseselerinin açildigi görülmektedir. Nitekim Osmanli
öncesi Anadolu sehirlerinde de bu gaye ile kurulmus ihtisas medreselerine
tesadüf edilmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin meshur veziri Sâhib Atâ,
Konya'da Ince Minare Dâru'l-hadisi'ni, Ilhanli veziri Semseddin Cüveynî,
Sivas'ta Çifte Minare Dâru'l-Hadisi (670/1271-72)'ni kurmuslardi.
Öyle anlasiliyor ki, Osmanli öncesinde de Dâru'l-hadis
hocaliginin payesi en yüksek payelerden biridir. Burada hocalik yapabilecek
olanlarin hadis ilminde en üst seviyede bir bilgiye sahip olmasi gerektigi gibi
rivayet ve dirayet ilmini en iyi bilenlerden olmalidir.
Dâru'l-hadis gelenegini devam ettiren Osmanlilar da hadis
ilminin egitim ve ögretimi için ayni isimle müstakil eserler kurdular.
Osmanlilar döneminde ilk dâru'l-hadisin Sultan I. Murad döneminde Çandarli
Hayreddin Pasa tarafindan iznik'te yaptirildigi bilinmektedir. Ancak bu eserden
günümüze hiç bir iz kalmamistir. Bundan baska Bursa'da Kale içinde Yerkapi
yakinindaki dâru'l-hadis sahasindan bahsedilmis olmasi, bu bölgede de daha
devletin kurulus döneminde bir dâru'l-hadis yapildigini düsünmemize imkân
vermektedir. Bununla beraber ilk devir Osmanli dâru'l-hadislerinin en meshuru,
Sultan II. Murad tarafindan Edirne'de Tunca nehrinin kenarinda 1435 senesi
Nisan'inda yaptirilan dâru'l-hadistir. Bu dâru'l-hadis, Osmanli medrese
teskilâtinda bir dönüm noktasi olarak görülmektedir. Bugün, binasindan hiçbir iz
kalmayan bu dâru'l-hadisin ilk müderrisi Fahreddin-i Acemî'dir. Tabakat
kitaplarinin verdigi bilgiler isiginda bu medresenin baslangicindan XVIII.
yüzyila kadar olan müderris kadrosunu tesbit etmek mümkündür.
Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'u fethinden sonra burada
yaptirilan Fatih külliyesi bünyesinde dâru'l-hadis bulunmadigina daha önce temas
edilmisti. Muhtemelen Fâtih, babasi Sultan II. Murad'in Edirne'de yaptirip ve
yüksek bir pâye verdigi Dâru'l-Hadis Medresesi'ni ikinci plana düsürmemek için
Istanbul'da kurdugu külliyesinde dâru'l-hadise yer vermemistir. Nitekim bu
devirde Edirne Dâru'l-hadisi ile Fatih Semâniye Medreseleri'nin müderrisleri
ayni pâyeye sahip olup her ikisi de günde (yevmiye) 50 akça aliyordu. Gerçekten
Fâtih Sultan Mehmed, daha sonra kendisine hoca ve vezir edinecegi Sinan Pasa'yi
Edirne Dâru'l-hadisi'ne müderris tayin etmisti. Bundan sonra gerek bizzat Fâtih,
gerekse ondan sonra gelen Osmanli Padisahlari'nin zamanlarinda birçok
Dâru'l-hadis yaptirilmistir. Böylece sayilarinda büyük bir artis görülen
dâru'l-hadisler, bânilerinin isimleri ile zikredilmeye baslanir. Nitekim
Istanbul'daki ilk dâru'l-hadisin Kanunî tarafindan açilmis olmasindan dolayi
Süleymaniye Dâru'l-hadisi adini aldigini biliyoruz. Dâru'l-hadislerin bu
artisi, Osmanli ülkesinin her tarafina yayilmis bulunuyordu. Sadece Istanbul'da
hicrî 1300 (miladî 1882) senesinde yapilan nüfus sayimi için bastirilan
istatistige göre Istanbul'da bulunan dâru'l-hadislerin isim ve sayilarini
ögrenebiliyoruz. Buna göre belirtilen senede Istanbul'da mevcud olan ve
faaliyetlerine devam eden dâru'l-hadisler sunlardir: Haci Besir Aga (Eyyup'te
Baba Haydar), Izzet Efendi (Sultan Selim'de Çiragi Hamza), Misli Ali Efendi
(Otlukçu Yokusu), Hulusi Efendi (Otlukçu Yokusu), Bosnevî (Horhor), Baba Mahmud
Bekir Aga (Sehzâdebasi), Papaz-zâde (Koska), Damad Ibrahim Pasa (Sehzâdebasi),
Hasan Aga (Kalender-hâne), Süleymaniye (Tiryaki Çarsisi) ve Süleymaniye
(Dökmeciler). Burada hemen sunu de belirtelim ki, Istanbul medreseleri arasinda,
baslangiçta dâru'l-hadis iken sonradan terk edilenler bulundugu gibi,
baslangiçta dâru'l-hadis olmayip sonradan dâru'l-hadis haline getirilenler de
vardir.
Osmanli dâru'l-hadislerinde hadis ve ilimlerinden baska
tefsir gibi diger Islâmî ilimlerin de okutuldugu anlasilmaktadir. Hadisten
Buharî, Müslim, Mesarik gibi muteber eser ve serhleri okutulurdu. Bu
medreselerde ders okutan müderrislere Muhaddis denirdi. Buralara ögrenci
olarak girebilmek için genel egitim veren medreseleri ikmâl etmek gerekirdi.
Dâru'l-hadisler de kendi aralarinda çesitli seviye ve kademelere
ayrilirlardi.
Burada sunu da belirtmek gerekir ki Osmanli
dâru'l-hadislerinde okutulan hadis, baska bir ifadeyle ders kitaplari meselesi
kesin olarak açikliga kavusturulmus degildir. Biraz önce ders kitaplarindan bahs
ederken, okutulduklarini söyledigimiz kitaplar, daha ziyade Süleymaniye
Külliyesi Vakfiyesi'nin dâru'l-hadisle ilgili bölümünde müderrisin vasiflari
sayilirken bazi kelimelerin birer sifat mi, yoksa bu isimleri tasiyan Mesabih ve
Mesarik gibi hadis kitaplarinin isimlerini tasiyan eserlere mi ait oldugu kesin
olarak anlasilamamaktadir. Biraz önce temas edilen Buharî ve Müslim bir tarafa
birakilacak olursa herhalde hadisten okunacak kitaplar vakif sahibi tarafindan
degil, müderrisin kendi arzusu istikametinde olmustur.
Mimarî yönden genel medreselerden farkli olmayan
dâru'l-hadisler, halkin egitilmesinde, birlik ve beraberligin saglanmasinda
hizmet veren egitim müesseselerinden biri olmuslardir. Gerek kurulus döneminde,
gerekse duraklama ve gerileme dönemlerinde büyük hizmetler görmüslerdi. DÂRU'T-TIB
Islâm dünyasinda tib egitim ve ögretimi ile tedavinin
birlikte yürütüldügü müesseseler, Dâru't-tib, Dâru's-sifa, Dâru's-sihha,
Dâru'l-merza, Sifahâne, Mâristan,Bimaristan, Dâru'l-afiye ve
Bimarhane gibi isimlerle anilmaktadir.
Islâm'dan önce Arap tibbi, genellikle tecrübeye dayaniyordu.
Bununla beraber onlar, daha ziyade bitki ve özellikle çöl bitkilerini ilaç
olarak kullaniyorlardi. Islâm'in gelisi ile tib için yeni ufuk ve kapilar
açilmaya baslandi. Çünkü bizzat Hz. Peygamber, doktorlarla istisare ve görüsmeyi
tesvik ediyor, onlarin bilgilerinden istifade etmeyi gerekli görüyordu. Hatta bu
konuda o, doktorlarin Müslüman olup olmamasina da bakmiyordu. Nitekim Veda Hacci
esnasinda hastalanan Sa'd b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap
tabibi ve henüz Müslüman olmamis bulunan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den
istemisti.
Islâm tarihinde tip ilmi ile mesgul olma ve tedavi için
hastahâne kurulmasinin gerektigi anlayisi, Hz. Peygamber dönemine kadar
uzanmaktadir. Nitekim Hendek Gazvesi (Savasi) esnasinda yaralanan Sa'd b. Muaz
ile diger yaralilar için seyyar savas hastahânesi diyebilecegimiz bir
hastahânenin (Rüfeyde Çadiri), mescidin yanina kurulmasini emreden ve
yaralilarin buraya kaldirilip tedavi edilmesini isteyen Hz. Peygamber, Eslem
kabilesinden olan Rüfeyde el-Ensariye adindaki kadinin, bu çadirda yaralilari
tedavi etmesini de istemisti. Böyle bir uygulama sayesinde biz, Hz.
Peygamber'in, Islâm âleminde ilk defa hastahâne kurulmasini emreden kimse
oldugunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, ilk defa tam teskilatli dâru's-sifa
(hastahâne)nin Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik tarafindan Sam'da hicrî 88
(miladî 706) tarihinde kuruldugu bilinmektedir. Yine Emevîler döneminde
Fustat'ta Kanadil sokagindaki Ebû Zübeyd'in evi bimaristan haline getirilerek
burada da bir bimaristan yapilmisti. Velid, burayi bazi doktorlarin nezaretinde
cüzzama yakalananlarin tedavisi için açmisti. O, doktorlara ücret tayin eden ve
cüzzamlilar ile körlerin sokaklara çikip sikinti çekmemelerini isteyen, bu
sebeple onlara maas baglayan birisi idi. Ayrica o, bunlara yardimci olacak
bedenen saglam insanlari da görevlendirmisti. Emevîler döneminde tip egitim ve
ögretiminde büyük bir gelisme olmustu. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz
(99-101/717-720) döneminde tip ilminin büyük bir merhale katettigi görülür.
Çünkü o, Iskenderiye'deki bu meslegi Antakya ve Harran'a tasidi. Bu da
Abdülmelik b. Ebcer el-Kinanî'yi Antakya'ya getirmekle olmustu.
Bütün bir Islâm dünyasina ve dolayisiyle Osmanlilar üzerinde
de tesiri olmasi bakimindan kisaca Abbasî dönemi tibbina bir göz atmak
istiyoruz. Böylece Osmanli dönemindeki gelismelerin köklerini görmüs
olacagiz.
Abbasî halifelerinden Harun Resid (170-197/786-809)
Bagdad'da bir hastahâne tesis etmisti. O, Cündisapur hastahânesinin
doktorlarindan kendi sarayina gelenlerin tabibligini begendigi için onlara ayni
sistemle Bagdad'da bir hastahane kurdurur. Bagdad'da kurulan bu hastahanenin
söhreti her tarafa yayilir. Bu durumdan haberdar olan imkân sahibi herkes benzer
bir hastahane yapma gayretine düser. Böylece Islâm dünyasinin birçok yerinde
ayri ayri hastahaneler kurulur. Buralarda din ve mezheb farki gözetilmeksizin
her hasta en iyi sekilde bakilip tedavi edilirdi. Her hastalik için de ayri
salonlar tahsis edilmisti. Ayrica buralarda hocalar, asistanlar ve ögrenciler
bulunmak suretiyle amelî dersler de görülürdü. Bu dönemde Hiristiyan Avrupa, çok
kati bir din taassubu içinde bulunuyordu. Zira bunlarin anlayisina göre eski
dönemlere ait ne kadar ilim varsa ya yalanci veya zararli idi. Hele tip
konusunda Kitab-i Mukaddes'ten baska bir sey aramak dinsizlik belirtisi idi.
Zira bedenî rahatsizliklarin sebebi, Allah'in kula olan gazabi idi. Onun için
doktor eli ile tedavi olmaya çalismak inançsizlik sebebi sayiliyordu. Kilise
babalari, hastaliktan kurtulmak gayesiyle seytani bedenden uzaklastirmaya gayret
ediyorlardi. Bu da ancak ölüm ile mümkündü.
Türk emirlerinden Emir Ebu'l-Hasan Yahkem (öl. 329/941)
Bagdad'da bimaristan tesis etmisti. Türk hükümdarlari tarafindan kurulan ve
sonradan Bimaristan el-atik adiyla anilan ilk bimaristan, Ahmed b. Tolun
tarafindan h. 259 (m. 872) tarihinde Kahire'de tesis edilmisti. Bundan baska
Nureddin Mahmud b. Zengi'nin Haleb ve Sam'da, Suriye Atabeklerinden Emîr
Alemüddin Sencer Kerek'te, Tutus'un oglu Dukak da yine Sam'da dâru's-sifalar
kurmuslardi. Daha sonra Eyyubî ve Memlûklular'in da birçok bimaristan
yaptirdiklarini kaynaklardan ögrenmekteyiz.
Osmanlilar'dan önce Anadolu'da kurulan birçok dâru's-sifa
bulunmaktadir. Kayseri Gevher Nesibe Dâru's-Sifasi (602/1205), Sivas I. Keykâvus
Dâru's-Sifasi (614/1217), Mengücekler'den Fahreddin Behram Sah'in kizi Turan
Melike Hanim'in Divrigi'de (626/1228) yilinda yaptirdigi Divrigi Dâru's-Sifasi,
Ilhanlilar devrinde Amasya'da yaptirilan (708/1308) dâru's-sifa, ayrica
Diyarbakir ve Mardin gibi yerlerde Artuklular tarafindan yaptirilan
dâru's-sifalar, belirtilen dönem için örnek olarak gösterilecek
dâru's-sifalardan sadece birkaçidir.
Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla
degil, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi. Yakubî
ile Mes'udî eserlerinde Bagdad yakinlarinda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir
müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler.
Mes'udî'nin ifadesine göre Deyr Hizkil akil hastahânesi Abbasî Halifesi
Mütevekkil Alallah zamaninda (847-861) ünlü dilci el-Müberred tarafindan Bagdad
ile Vâsit arasindaki hastahâne hakkinda IX ve X. yüzyil müellifleri tarafindan
genis bilgi verildigine göre (Ya'kubî, s. 321; Mes'udî, IV, 89; Yakut, II,
540-541) hiç süphesiz burasi, sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis
edildigi belgelerle isbat edilebilen en eski psikiyatrik hastahane olma serefine
daha layiktir. Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda
ortaya çikan hastahânelerle mukayese edilemeyecek kadar bir öncelige
sahiptir.
Selçuklular'in, Dogu Islâm dünyasinin koruyucusu olarak Çin
ve Hindistan'dan Akdeniz'e kadar yayilmalarinin sadece Türk-Islâm tarihi için
degil, Avrupa tarihi için de bir dönüm noktasi teskil ettigi, son zamanlarda
yapilan arastirmalarin isigi altinda anlasilmaya baslanmistir. Avrupa'da
Rönesans devrinin dogmasinda Müslüman Türklerin oynadigi rol etraflica
incelendiginde Selçuklular'in Avrupa kültürünü, özellikle Avrupa tibbini,
hastahanelerini ve üniversite kuruluslarini ne kadar çok etkiledikleri daha
belirli bir sekilde ortaya çikacaktir. Bununla beraber, Selçuklular'in daha
Sultan Alparslan zamanindan baslayarak Nisabur, Bagdad, Siraz, Berdesir, Kâsân,
Ebher, Zencan, Gence, Harran ve Mardin gibi merkezlerde kurduklari bimaristanlar
ne yazik ki bugün ortadan kalkmis bulunmaktadirlar.
Selçuklular döneminde genel bimaristanlardan baska sadece
akil hastalarinin tedavisi ile ugrasan Bagdad yakinindaki Deyrihizkil Tekkesi
gibi müesseselerle, cüzzamlilarin tecrid edilerek bakildigi miskinler tekkesi
veya cüzzamhâne denilen hastahaneler de kurulmus ve bunlardan Anadolu'da
bulunanlar Osmanlilar tarafindan yakin zamana kadar isletilmistir. Mesela Afyon
dolaylarindaki Karacaahmet Tekkesi ile Burdur yakinlarinda Onacak'taki Melek
Dede Türbesi bunlardandir. Erzurum civarinda simdiki adi Deli Baba olan köyde
akil hastalarinin tedavisiyle ugrasan Selçuklu dönemineit böyle bir tekkenin XV.
yüzyilin baslarinda faal oldugu, Ispanya Krali'nin Timur'a gönderdigi elçi
Klavijo'nun seyahatnamesinden ögrenilmektedir. Semerkant'a giderken buradan
geçen Klavijo'nun yazdigina göre Deli Baba köyünde akil hastalarinin tedavisiyle
mesgul olan dervisler yasiyor ve buraya getirilen hastalar, onlarin telkin ve
mesguliyet tedavileriyle sifa buluyorlardi.
Diger medreselerde oldugu gibi Osmanli tip medreseleri de
Islâm dünyasinda daha önce kurulmus olan dâru's-sifa ve özellikle Anadolu
Selçuklulari dâru's-sifalari örnek alinarak kurulmuslardir. Osmanlilarda ilk
dâru's-sifa Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da kurulmustu. Bundan sonra
Istanbul'da Fatih Sultan Mehmed, Edirne'de II. Bayezid, Istanbul'da Haseki
Sultan ve Atik Valide gibi tesisler kurulmustu.
Günümüze ulasabilen Islâm hastahanelerinin çogu, Osmanlilara
ait olanlardir. Özellikle XVI ve XVII. yüzyillarda dünya tarihinin en büyük
devletlerinden biri olan Osmanli Devleti'nin genis topraklarinda halk, ordu ve
saray mensuplari için bimaristan, bimarhâne, sifahâne, timarhâne veya
dâru's-sifa denilen hastahaneler tesis edilmisti.
Yildirim Bayezid döneminde askerî islere verilen önem kadar
ilim, irfan ve kültürel gelismelere de önem veriliyordu. Bu sebeple, daha önce
kendi imkânlari ile tibbin gelismesine yardimci olanlar için XV. yüzyilin ilk
senesinde (15 Ramazan/12 Mayis 1400) Yildirim Bayezid tarafindan Bursa'da
dâru't-tib adiyla bir hastahane açilmisti. Baslangiçta en güzel tibbî
müesseseler ve hastahaneler Iran'da, Cündisapur'da idi. Araplar da bunu örnek
alarak en güzellerini Bagdad'da yapmislardi. Osmanli ülkesinde yapilacak olan da
bunlara benzeyecekti. Islâm medeniyet tarihinde bimaristanlar hem hastahâne hem
de tip ilminin tedris edildigi birer tip fakülteleri idi. Daha önce de
belirtildigi gibi Türkler bazi farklarla bu müesseseleri Araplardan
almislardi.
Bursa'da kurulan bu ilk tip medresesi, o zamanlar Türkiye'de
insa edilen hanlarin mimarî özelliklerine göre yapilmisti. Bu medrese iki katli
olup ortada genis bir bahçe vardi. Hücre ve salonlarin kapilari bu bahçeye
açilirdi. Yildirim Bayezid tarafindan insa ettirilen bu ilk Dâru't-tib, kisa
zamanda büyük bir söhrete ulasti. Genis vakiflari ile herkese hizmet eden bu
müessesenin egitim sisteminin, Cündisapur ve Selçuklu dönemi Sivas Darussifasina
benzemesi normal karsilanmalidir. Bu devrin (XV. asir) sonunda da Mukbilzâde
Mü'min adinda bir hekim yazar, II. Murad zamaninda yetismisti. Zahire-i
Mudariye adiyla padisaha ithaf edilen eserin en dikkate deger tarafi, Arapça
terimler arasinda Türkçe terimlerin serbestçe kullanilmis olmasidir.
Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tesis edilen sahn
medreselerinin yaninda bir de Dâru's-sifa yapilmisti. Bu müessesenin mükemmel
bir sekilde vazife icra etmesi için hiç bir masraftan kaçinilmamisti. Fâtih
hastahânesi (bimarhâne)nin yetmis hücre ve seksen kubbesi oldugu
belirtilmektedir. Buraya Fâtih tarafindan dersiam ve hekim basi tayin
edilmisti.
Osmanli hastahânelerinin en bariz mimarî özelligi câmi,
medrese, imaret, tabhâne, kervansaray, hamam, çarsi, çesme, kütüphâne ve
benzerlerinden meydana gelen külliyelerin bir parçasi olarak planlanmalaridir.
Bu külliyeler sehir içinde adeta yeni birer küçük mahalle olusturarak bir sosyal
merkez gibi halkin her türlü sosyo-kültürel ve saglikla ilgili ihtiyaçlarini da
karsiliyorlardi. Osmanli hastahânelerinde Selçuklu geleneklerinin devam
ettirildigi, ancak bu dönem hastahânelerinde yeni mimarî fikirlerin de
uygulandigi görülmektedir. Nitekim Bursa'daki Yildirim Bayezid ve Manisa'daki
Hafsa Sultan dâru's-sifalarinda Selçuklu hastahanelerinin mimarî özellikleri
yasatilirken, Edirne'deki II. Bayezid Dâru's-sifasinda ve Mimar Sinan'in
Istanbul'da yaptigi hastahanelerde yeni mimarî düsüncelere yer
verilmistir.
Mimar Hayreddin'in Edirne'de insa ettigi II. Bâyezid
Dâru's-Sifasi, hastahâne tarihinde esi bulunmayan bir âbidedir. Bu hastahânenin
külliyeye dahil medrese, câmi, tabhâne, firin ve imâretle birlikte Tunca
nehrinin kenarinda yesil ibr sahaya insa edilisi, sehircilik bakimindan da
bugünün modern Isveç hastahanelerindeki en ileri planlama yönteminin Türkler
tarafindan 500 yil önce uygulandigini göstermektedir.
Osmanli döneminde hastalar, bimarhânede kendilerini sagliga
kavusturacak müsfik eller buluyorlardi. Kadinlar ve hiristiyanlar için özel
daireler ayrilmisti. Tedavide en küçük teferruat bile gözden kaçirilmiyordu.
Tedavi mükemmeldi. Hastalara uygun devalar (ilaçlar)dan baska ruhî tedavi de
uygulaniyordu. Icra edilen musikî ahengi karsisinda hastalar maddî izdiraplarini
unutuyorlardi. Vakfiyelerde kimlerin hangi vazife ile buralarda hizmet
görecekleri, ne kadar ücret alacaklari ve nasil hizmet etmeleri gerektigine dair
bilgilerin yaninda hastalara hangi ilaç ve yemeklerin verilecegine dair bilgi de
bulunmaktadir.
XV. yüzyilda Bursa'da kurulan dâru't-tibbi, bir tip okulu
sayanlar vardir. Her ne kadar vakfiyede ögretime dair bir bölüme tesadüf
edilememekte ise de, eskiden beri devam edegelen âdete göre usta hekimler çirak
yetistirirlerdi. Hastahânelerde tip ve eczaciliga dair dersler verilir ve her
iki sanatin tatbikati gösterilirdi. Elimizde bulunan birçok belge, buralarda
Muidlik esasina dayali ve ögrencilere mümkün mertebe faydali olma anlayisinin
bulundugunu göstermektedir. Binaenaleyh,herhangi bir sebeple vazifesinden
ayrilan muidlerin yerine derhal yenisi geliyordu. Nitekim 12 Zilhicce 1167 (30
Eylül 1754) tarihli bir belgeye göre Sivas'taki Sifaiyye medresesine Mehmed
Halife adinda bir muidin tayini istenmektedir. Çünkü daha önce muidlik yapan
Abdullah adindaki sahsin öldügü anlasilmaktadir. Doktorlar her çesit tib
bilgilerini ögrendikleri gibi, günümüzdekine benzer, cerrah, kan alici, kehhal
(göz doktoru), disçi, akil hastalari tabibi gibi ihtisas siniflarina da
ayriliyorlardi.
Osmanli dönemi Dâru't-tiblarindaki egitim hakkinda kesin bir
bilgiye sahip olmamakla beraber, buralarda umumi medreselerde ve
dâru'l-hadislerde uygulanan sistemden farkli bir uygulamanin oldugunu
söyleyebiliriz. Çünkü tabiblik, daha ziyade uygulama gerektirmektedir.Bu
bakimdan, bazi tabiplerin özel dersler vermek, bazisinin da özel dershaneler
açmak suretiyle sakird (çirak) yetistirdikleri görülmektedir.
Osmanli tip hayatinda muhtesib ile tabiplerin birbirleri ile
siki bir iliskileri bulunmaktadir. Zira görevi geregi muhtesib (veya ihtisâb
Agasi) zaman zaman tabipleri kontrol etmekte, onlardan sanatini kötüye
kullananlar veya gerçekte tabip olmadigi halde tabiblik yapanlari bu isten
uzaklastirabilmektedir.
Osmanli Devleti'ndeki ihtisas medreselerinden bahsederken,
degisen dünya sartlarinin geregi olarak, klasik dönemde bulunmayan yeni ihtisas
medreselerinin kurulduguna da temas etmek gerekir. Bu bakimdan bunlardan
bazilarina kisaca isaret etmek istiyoruz.
MEDRESETÜ'L-KUDÂT
Kadi yetistirmek maksadiyla 1270 (1854)'te Seyhülislâm
Mesreb Efendi hafidi Mehmed Arif Efendi zamaninda açilmistir. Ilk açilisinda
Muallimhane-i Nuvvab adini tasiyan medrese, 1302 (1884)'ten sonra Mekteb-i
Nuvvab, 1329 (1910) ise Mekteb-i Kudât adi ile anilmistir. Iki yil tahsil
müddeti olan medrese ilk mezunlarini 1272 (1856) tarihinde vermistir. Ilk sene
bir tek mezun veren bu medreseden çikanlar, hukuk mektebi talebe yetistirinceye
kadar mahkemelere tayin ediliyorlardi.
MEDRESETÜ'L-VÂIZÎN
Bu medrese, 6 Subat 1912 tarihli bir nizamnâmeye göre
Ahkâm-i âliye-i Kur'aniyye ve Sünnet-i seniyye-i Nebeviyye dairesinde mevâizi,
hasene-i ictimaiyye icrasiyla din-i mübin-i Islâm'in, müessis-i medeniyet ve
fazilet oldugunu cihan-i insaniyete nesr edebilecek erbâb-i kemâl-iyetistirmek
maksadiyla açilmisti.
Kurulus gayesinden de anlasilacagi gibi medrese, adeta Islâm
tebligcilerini (misyoner) yetistirmek için kurulmustur. Üç siniftan meydana
gelen medresenin her sinifinda okutulacak olan dersler, ögrencilerin hem dinî
hem de kültürel seviyelerinin yüksek olmasina yardimci olacak derslerdi. Önemine
binaen, siniflara göre ders dagitim cetvelini buraya aliyoruz.
Birinci Sinif: Hadis, Kelâm, Fikih, Siyer-i Nebi, Târih-i
Islâm, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Osmaniye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i
Arabiyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmanî, Cografya-yi Osmanî ve Islâmî,
Cografya-yi Umumi, Hesap, Hendese, Terbiye-i Bedeniyye (Beden
Egitimi).
Ikinci Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih,
Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye, Edebiyat-i
Osmaniyye, Tarih-i Umumi, Tarih-i Osmaniyye, Siyer-i Nebi ve Tarih-i Islâm,
Cebir, Hikmet-i Tabiiyye, Malumat-i Hukukiyye, Terbiye-i Bedeniyye.
Üçüncü Sinif: Tefsir, Hadis, Kelâm, Fikih, Usûl-i Fikih,
Felsefe, Hitabet ve Mev'iza, Edebiyat-i Arabiyye, Edebiyat-i Farisiyye,
Edebiyat-i Osmaniyye, Tarih-i Edyan (Dinler Tarihi), Hey'et (Astronomi),
Hifzissihha (Saglik bilgisi), Kimya, Hikmet-i Tabiiyye, Terbiye-i
Bedeniyye.
MEDRESETÜ'L-EIMME VE'L-HUTEBÂ
Günümüzde, vazifesi hemen hemen mihrab ile minber arasina
sikisip kalan mahalle imamlarinin selâhiyetleri, baslangiçta bu kadar kisitli
degildi. Osmanlilar'da imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi.
Bunun için, bu göreve atanacaklarin belli seviyede bir bilgi ve kültür
birikimine sahip olmalari gerekiyordu. Vazifeye tayinleri, Padisah berâti ile
olan imamlar, 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilâti kurulana kadar
mahallenin yöneticisi durumunda idiler. Onlar, kadilarin temsilcileri
olduklarindan, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu
idiler. Tabir caizse belirtilen dönemde mahalleyi onlar yönetiyor diyebiliriz.
Bu sebeple olacak ki bir arsiv belgesine göre resmen imamlik vazifesi ile
görevlendirilmeyen kimselere imam degil, Namazci adi verilmektedir.
Baslangiçta daha ziyade dâru'l-kurra mezunlari arasindan
seçilen imamlar için sonralari yeni bir medrese açilir. Iste bu medrese Imam ve
Hatip yetistirmek için 1329 (1913) yilinda açilmisti. Medrese iki bölümden
olusmaktaydi. Bunlardan biri Imam ve Hatip'lik bölümü, digeri de Ezan ve Ilâhî
bölümü idi ki bir mânada müezzinlik bölümü diye
isimlendirebiliriz.
MEDRESETÜ'L-IRSÂD
Medresetü'l-Vâizîn ile Medresetü'l-Eimme ve'l-Hutebânin
birlestirilmesi ile meydana gelmis bir medresedir. Bu medrese talebesinin
yedirilip içirilmesi isi, Dâru'l-Hilâfe talebesininki gibidir. Bu medreseyi
bitirenler, zeyil mesihatlarina, kara ve deniz askerî kitalari imamliklarina,
vilayet, liva ve kaza merkezlerindeki vaizliklere tayin olunurlardi. Bundan
böyle imam ve hatiplik sadece bu medrese mezunlarina verilirdi. Bu medrese,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun nesrine kadar devam etti. Adi geçen kanunla
medreseler kapatildigi zaman bu medrese Imam-Hatip Okulu'na
çevrildi.
MEDRESETÜ'L-MÜTEHASSISÎN
Medreselerin ilk teskilât ve taksimatinda onlarin üstünde
ihtisas medresesi olarak Dâru'l-Hadis, Dâru't-Tib gibi müesseseler vardi. Fakat
Fikih (Islâm Hukuku), Kelâm, Felsefe ve özellikle Kur'an'in tefsiri gibi
konularda ihtisas veren bir medrese yoktu. Nihayet 1908'deki medrese islahatinda
bir de Medresetü'l-Mütehassisîn adiyla yeni bir medrese kurulmasina ihtiyaç
hâsil olmustu. Nihayet 1333 (1917) yilina gelindiginde Dâru'l-Hilafeti'l-Aliyye
Medresesi programini tanzim ve islah etmek üzere toplanmis olan 38 kisilik
komisyon, üç bölümü ihtiva eden Medresetü'l-Mütehassisîn'i kurmustu.
Bütün bu medreselerden baska gerek saray erkâninin
çocuklarini okutup egitmek, gerekse askerî egitimle ilgili medreseler de
kurulmustu. Biz, bilgi vermek bakimindan bunlardan da kisaca bahs etmek
istiyoruz. Bunlar: Saray ve Askerî mekteplerdir.
Görüldügü gibi simdiye kadar genel egitim ve ögretime tahsis
edilen medreselerin egitim ve ögretim faaliyetleri üzerinde durduk. Halbuki
bunlarin disinda da bazi medreseler bulunmaktadir. Bunlar, daha ziyade ihtisasi
gerektiren bir dalda agirlikli egitim ve ögretim yapilan medreselerdir. Belli
branslarda faaliyet gösteren bu medreseler, Osmanlilardan önceki Islâm
dünyasinda olduklari gibi Osmanlilarda da ayni isimle varliklarini devam
ettirmislerdir. Klasik dönemde bunlari: Dâru'l-kurra, Dâru'l-hadis ve Dâru't-tib
olmak üzere üç kisma ayirabiliriz. Osmanli dönemi ihtisas medreseleri ile
bunlarin fonksiyonlarini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere, yani Osmanli
öncesine gitmemizde fayda mülahaza ettigimiz için, Osmanlilarin örnek aldigi bu
medreselerin ilk kurulus yillarindan da kisaca bahs etmek icab
etmektedir.
SARAY MEKTEPLERI
Bu mektepler, saraydaki çocuklari okutmak, hünkârin
hizmetinde bulunacak memur ve müstahdemleri yetistirmek üzere saray içinde
açilan mekteplerdir. Bunlar da:
1. Sehzâdegân Mektebi
Osmanli sehzâdelerinin okuduklari mekteptir. Bu mektep,
Topkapi Sarayi'nin Harem dairesinde Dâru's-saade Agasi'nin bulundugu binanin üst
katindadir. Mektebin âmiri, adi geçen agadir. Tahsil derecesi, halka açik olan
ve halk çocuklarinin devam ettikleri Sibyân Mektebi seviyesindedir. Osmanli
hanedanina mensub olanlarin bir kisminin ilimde ileri merhalede bulunmalari,
onlarin söhretli ve devrin en bilgili hocalarinin nezaretinde yetismis
olmalarindandir.
Sibyan mekteplerinde oldugu gibi burada da okuma-yazma,
Kur'an-i Kerim, dört islem gibi basit bilgiler verilirdi.
Sehzâdelerin ilk defa derse basladiklari zaman ve onlar için
yapilan tören Türk maarif tarihi bakimindan önemlidir. Bu tören, sehirde halk
tabakasi çocuklarinin mektebe ilk baslama zamaninda yapilan ve Bed'-i Besmele
denilen törenden daha parlak ve muhtesem olurdu.
2. Enderûn Mektebi
Ilk defa I. Murad tarafindan tesis edildigi, II. Murad
döneminde müfredat programinin gelistirildigi veya Fâtih tarafindan kuruldugu
belirtilen Enderûn mektebinin, devletin kudretini korumaya kabiliyetli bir
(kapi-kulu) sinifi yetistirmek için çesitli odalarda, muhtelif kademelerde
egitim ve ögretim faaliyeti yürüttügü ve Acemî oglanlar arasinda seçilen
talebelerin (Gilmân) buralarda 7-8 yil tahsil gördügü
anlasilmaktadir.
Osmanli Devleti'nde Enderûn, özellikel XV. yüzyil
ortalarindan itibaren medrese disinda en önemli resmî egitim kurumu ünvanini
tasimaktadir. Daha çok mülkî ve askerî idarecilerin yetistirildigi bu mektep,
Osmanli merkez ve tasra bürokrasisinde gerekli insan gücü kaynagini olusturmak
için kurulmustur. Bu vasfi ile resmî Osmanli ideolojisi veya zihniyetinin
ögretilip gelistirildigi temel egitim birimini teskil ettigi gibi idarî ve
siyasî hedeflerin tayininde, devletin ana kurumlarinin isleyisinde önemli bir
yere sahip olmustur. Biraz önce belirtildigi gibi kurulus tarihi hakkinda farkli
görüsler bulunmakla beraber bunun II. Murad zamaninda Edirne Sarayi'nda teskil
edildigi, ancak gerçek ve olgun teskilatina Fâtih döneminde kavustugu
söylenebilir. Böyle bir kurumun teskilinde esas hedef, askerî temele dayanan
Osmanli Devleti'ne yetenekli komutan yetistirmek ve devamli büyüyen ülkenin
farkli din, dil ve kültürlere mensub kitleleri idare edecek saglam yönetici
kadrolari temin etmekti.
Enderun Mektebi, Topkapi Sarayi içinde idi. Enderun tabiri
de bunu göstermektedir. Buraya devsirmeden gelen çocuklar alinirdi. Bununla
beraber bazan rehine olarak Istanbul'a getirilmis olan baska devlet
hükümdarlarinin çocuklari da alinirdi.
Mektebin teskilâti zamanla bir hayli degisiklige ugrayarak
XVII. asirda bilhassa acemi oglanlar mektebine son sekilleri verildigi sirada
kat'î seklini almis ve yedi odaya, yani sinifa ayrilmisti. Her odanin basinda
bir aga bulunurdu. Bu odalar sunlardir:
a. Küçük oda: (Hâne-i sagir)
b. Büyük oda: (Hâne-i kebir)
Bu iki odadakiler yalniz okuyup yazarlardi. Bunlar Enderûn
mektebinin ibtidai yahut hazirlik sinifi durumunda idiler. Dolama denilen
elbiseyi giydikleri için bunlara Dolamali da denirdi. Bunlarin sayilari
digerlerinden daha fazla idi. Kapi agasinin maiyetinde bulunurlardi. Anahtar,
serbet ve peskir isleri büyük odalilara aitti.
c. Dogancilar odasi (Hâne-i bazban)
Hünkârin avda kullandigi doganlara bakan 40 kisilik bir
sinifti. Agalarina doganci-basi denirdi.
d. Seferli odasi
Bu odadakiler, hünkârin çamasirlarina bakar, sarik, seccade
hizmeti gibi seyler bunlara aitti. Câmide, hünkârin üzerinde namaz kilacagi
seccadeyi bunlarin agasi serer ve padisahi tatmin etmek için evvela kendisi bu
seccade üzerinde secde ederdi. Sarayin mefrusat isi de bunlarin hizmet alanina
girmekteydi.
e. Kiler odasi
Bunlar, sarayin yiyecek ve içecegi ile ugrasir, onlara
bakarlardi. Agalari kilerci-basi idi. Bilhassa hünkârin yiyecegi yemegin tadina
bakmak, onlarda zehirleyici bir maddenin olmadigina inandirmak için mutfakta
hazirlanan yemek tablasini padisahin yemek odasina kadar götürüp bizzat sofraya
koymak bunlarin baslica vazifelerindendi.
f. Hazine odasi
Agalari, hazinenin muhafazasi ile mesgul
olurlardi.
g. Has oda
Bunlar, zülüflü denilen 40 agadan mütesekkildi.
Gece-gündüz hünkârin hizmetinde bulunurlardi. Hirka-i serifte devamli olarak dua
ederlerdi. Bunlarin agasina Odabasi denirdi. Hünkâri giydirip kusatmak
bunlarin vazifeleri arasindadir. Has odabasi, kapi agasindan sonra en yüksek
rütbeli idi. Bunun için mührü hümâyunlardan birini tasirdi.
Enderûnlularin yalniz küçük ve büyük odadakiler degil,
digerleri de bir san'at ve hüner sahibi olmaktan geri durmazlardi. Dinî tahsil
ve Kur'an-i Kerim tilaveti, en çok mesgul olduklari saha idi.
1045 (1635) senesinde Evliya Çelebi'nin 20 yaslarinda iken
Ayasofya'da müezzin mahfilinde okudugu Kur'an, Sultan IV. Murad'in hosuna
gittigi için saraya alinmasini istemistir. Sarayda kendisine verilen kitaplardan
anlasildigina göre buradaki tahsil, medreselerde oldugu gibi dinî egitime dayali
ve hatta seviye itibari ile medreselerden daha yüksek bir mevkide görünmektedir.
Atâ tarihinde Enderûn'da okutulan ders ve takip edilen sistem hakkinda genis
bilgi bulunmaktadir. H. XIII. asra kadar bu mektepten pek çok devlet adami
yetismistir. Nitekim 79 sadrazam, 36 kaptan-i derya, 3 seyhülislâm isminin Atâ
tarihinin ikinci cildinde verilmesi bunu göstermektedir.
3. Meskhâne
Musikî, refah, servet ve medeniyetle birlikte yürüyen bir
san'at olduguna göre Osmanlilar'da da ayni sekilde kendisini kabul ettirmistir.
Gerçekten, Osmanlilarin yükselislerine paralel olarak pek çok musikî âletinin bu
dönemde meydana çiktigi bilinmektedir. Kaynaklarimiz, II. Murad'dan itibaren
konu ile ilgili eserlerin Osmanli sultanlarina sunuldugunu kaydederler. 1045
(1635) senesinde saraya alindigi zaman oradaki musikî hayatini anlatan E.
Çelebi, Meskhanenin has hamam yaninda bulundugunu nakleder. O, burada
gece-gündüz saz ve fasillar dinlendigini de anlatir (E. Çelebi, I, 245). Burada
musikî tahsil edildigi, devrin en iyi ustalarindan ders alindigi da kaynaklarda
belirtilir. Bugün, hâlâ mûsikimizin en ziyade muteber olan ilahî, semaî, beste,
pesrev gibi eserleri, meskhaneden çikan üstadlarin eserleridir.
ASKERI MEKTEPLER
Istanbul'u fethetmekle dünyanin en büyük ve egitilmis
ordusuna sahip oldugunu gösteren Osmanli Devleti'nin, dönemine göre modern
askerî mektepler açacagi kaçinilmaz bir sonuçtu. Gerçi daha önce de ocaga hizmet
etmek isteyen ve bunlarin yetismesini saglayan mektep seklinde olmasa bile
çesitli müesseseler vardi. Bu sinifa giren mektepleri üçe ayirabiliriz. Bunlar,
daha ziyade askerî teskilati ilgilendirdigi için üzerinde fazla durmuyor, sadece
isimlerini vermekle iktifa ediyoruz. Bu mektepler, Acemioglanlar mektebi,
Mehterhâne ve Canbazhânedir. Mehterhâne, Osmanli Devleti'nin kurulusu ile
birlikte ortaya çiktigi sanilan bir müessesedir. Selçuklu hükümdari Alaeddin
Keykûbad'in bagimsizlik nisânesi olarak Osman Gazi'ye gönderdigi hediyeler
içinde bulunan davulun, bu müessesenin temelini teskil ettigi kaynaklarda
belirtilmektedir. Canbazhâneye gelince bunun asil vazifesinin ne oldugu kesin
olarak bilinememektedir. Bunlarin XV. asrin ilk yarisinda ortaya çiktiklari
kabul edilmektedir.
Askerî teskilâtin genislemesi ve bu teskilâtin ayri ayri
siniflara ayrilmasindan sonra, her sinifin egitimi için uygun olan mekteplerin
açildigi bilinmektedir. Tophane, Kiliçhâne, Tüfekhâne, Humbarahâne gibi
mektepleri sayabiliriz. Bu arada, ismi mektep olan daha bazi kuruluslarin da
bulundugunu belirtmekle yetiniyoruz.
MEDRESELERDEKI EGITIM VE ÖGRETIM
METODU
Islâm egitim tarihi içinde müstesna bir yeri bulunan Osmanli
medreseleri, yüksek tahsili gerçeklestiren müesseselerdi. Bununla beraber
Osmanli medreselerindeki egitim ve ögretim sistemi, hiç süphesiz diger Islâm
devletlerinde oldugu gibi bir usûl takip etmis olup, medreselerin adedi arttikça
bunlar da derece ve siniflarina göre bir tertibe tabi tutulmuslardi.
Osmanlilar'da Fâtih Sultan Mehmed'le medrese ögretimi belli
bir kanuna baglandi. Dersler kahvaltidan sonra baslar ve ögle namazina kadar
devam ederdi. Ögrenci ögleden sonra kütüphane veya câmide çalisirdi. XV. asirda
günde dört, XVI. asirda ise bes ders okutuldugu anlasilmaktadir. Nitekim Fâtih
devri müderrislerinden Hamiduddin b. Efdaluddin haftada dört gün medreseye
gelmekte ve her gün dört saat ders vermektedir. Bu zatin biyografisini veren
Mecdi Mehmed Efendi bu konuda sunlari söylemektedir:
Haftada dört gün medrese-i mezkûreye geldikten maada her
günde âdet-i kadime-i müstedimesi üzre bin türlü ihtimamla dört dersin edasina
müdavemet ve mülâzemet eyledi.
XV. asirdaki dört ders, XVI. asirda bese çikarilmistir.
Nitekim hem Kanunî, Süleymaniye'de hem de oglu II. Selim Edirne'deki Selimiye'de
günde bes ders okutulmasini sart kosmuslardi.
Osmanli medreselerinde Sali günü hafta tatilidir. Bundan
baska dinî bayram ve kandillerde ders yapilmazdi. Bununla beraber medreselerde
bazan Sali, Persembe ve Cuma günlerinin de tatil oldugu belirtilmektedir.
Herhalde bu en uzun tatil olsa gerekir. Bundan baska senelik tatiller daima
Ramazan ayina tesadüf eder. Ramazan'da talebeler, dogduklari veya büyüdükleri
yerlere, bazan da davetli veya davetsiz köy ve kasabalara gidip hem halka bilgi
birikimlerini aktarir (bu önemli bir stajdir), hem de bu hizmetlerine karsilik
kendilerine bir sene yetecek miktarda maddî imkân saglarlardi.
Her günün belli dinlenme zamanlari da genellikle ögle ve
ikindi aralaridir. Medreselerde en önemli olan sabah dersleridir. Bu dersleri
sadece talebe degil, disardan dinleyip takip edenler de çoktur. Bu gelenek
asirlarca Istanbul'da devam edegelmistir.
Medreselerde çok defa zihnin hafiza ve muhakeme fonksiyonu
dikkate alinarak naklî bilgiler yaninda düsünceyi gelistiren aklî ve felsefî
ilimlere de yer veriliyordu. Bununla beraber zaman zaman bu ideal programin,
ikinciler aleyhine bozuldugu da olmustur.
MEDRESE ÖGRETIM KADROSU
Islâm dünyasinda medreselerin ortaya çikmasi ile baslayan
medrese dönemi egitim ve ögretimi, bir veya birkaç kisinin ögrencilere bilgi
vermesi ve belli bir sistem çerçevesinde onlari egitmesi sonucunda ögretim
kadrosu tesekkül etti. Kendisinden önceki Islâm devletlerinin uygulamalarindan
bir hayli istifade eden Osmanli dönemi medreselerinin, ögretim kadrosuna dahil
olan elemanlar ile ögrenciler hakkinda fazla teferruata girmeden bilgi vermek
istiyoruz. Bu arada Osmanli öncesine de kisaca temas edecegiz.
1. MÜDERRIS (PROFESÖR)
Bilindigi gibi Nizâmiye medreseleri, yüksek seviyede ögretim
ve egitim faaliyetlerinde bulunan kurumlardi. Bu sebeple, bu ve daha sonra
kurulan bütün medreselerde ders veren kimseler için müderris ünvani
kullanildi. Bu tabir, Arapça bir kelime olup tedris mastarindan ism-i faildir.
Buna göre mânasi medreselerde ders okutan kimse olmaktadir.
Islâm'in ilk devirlerinden itibaren özellikle bazi ilimlerin
tahsilinde bir ögreticiye (muallim, müderris, ögretmen) ihtiyaç duyulmus
oldugundan kendi basina kitapla ugrasmak pek hos karsilanmamistir. Ayrica,
insanlarin bildiklerini baskasina ögretmek için gayret sarf etmesi de tesvik
edilmistir. Bütün bunlar, Islâm dünyasinda medreselerin yayginlasmasi ile
birlikte her tarafta saygi ve itibar gören müderrislerin yetismesine sebep oldu.
Ilmin yayilmasi için gayret sarf eden bu zümrenin, gerek fikir ve çalisma
hürriyeti, gerekse büyük bir malî imkâna sahip olmasi, bu sahanin ragbet
görmesine sebep oldugu gibi, bu zümre mensuplarinin daha iyi bir sekilde ilmî
faaliyetlerde bulunmasina da sebep olmustu. Baslangiçta hükümdar, emîr veya
vakfi tesis eden herhangi bir kimse tarafindan tayin edilen müderris, devrin en
bilgili ve kabiliyetli âlimleri arasindan seçilirdi. O, hemen hemen dinî
ilimlerin tamaminda bilgi sahibidir. Özellikle kendi mezhebi hakkinda usûl ve
füru' ilimlerine iyice vâkif olmak zorundadir.
Osmanli dönemi medreselerinde, belirli bir tahsilden sonra
icazet, mülâzemet ve beratla medreselerde ders veren kimselere müderris
(günümüzde profesör) denir. Vakfiyelerde müderrislerin nasil seçkin kimseler
arasinda seçilmesi gerektigi ve özelliklerinin neler olmasi hakkinda bilgiler
verilmektedir. Bu konuda Fâtih ve Kanunî vakfiyeleri ile kanunnâmelerde genis
bilgi bulunmaktadir. Osmanli medrese teskilâtinda Hâric ve Dâhil derslerini
gören talebe, Sahn-i Semân veya Süleymaniye seviyelerindeki egitim ve
ögretimden sonra mezun olur. Yani, icazet alir. Bu, onun müderrislik
yapabilecegini gösteren bir diplomadir. Sayet Anadolu'da vazife almak istiyorsa
Anadolu, Rumeli'de vazife alacaksa Rumeli Kadiaskeri'ne müracaat ederek onun,
muayyen günlerdeki meclislerine devam edip Matlab denilen deftere (Rûznâme)
mülâzim kayd edilir. Bundan sonra sirasi gelinceye kadar beklerdi ki, buna
nevbet (nöbet) denirdi. Sirasi geldiginde en asagi derecedeki Hasiye-i Tecrid
medreselerinden birine yevmiye (günlük) 20 akça ile müderris tayin edilirdi.
Bundan sonra sira ile yükselerek en üst seviyedeki bir medreseye kadar
çikabilirdi.
2. MUID (ASISTAN, ARASTIRMA GÖREVLISI)
Arapça bir kelime olan Muîd birçok mânaya delâlet
etmektedir. Teknik yani istilâh olarak müzakereci, müderrisin derslerini
tekrarlayip izah eden müderris yardimcisi. Gerçekten muîd, müderrisin dersten
ayrilmasindan sonra onun dersini talebeye tekrarlayan bir kimsedir. Talebe bazan
konuyu anlamadigindan, bazan müderrise sormaktan utandigindan her seyi tam
olarak kavrayamaz. Iste bu durumda muîd onlara yardimci olur. Demek oluyor ki,
muîdin müderris ile talebe arasinda bir derecesi vardir. Bugünkü asistan veya
arastirma görevlisi pozisyonundadir. Muîdler, talebelerle ayni yerde otururlar.
Vazifesi, dersi ögrencilerle tekrarlamak olan muîde müzakereci de denebilir. Bu
vazife medreselerin kurulmasiyla birlikte ortaya çikmistir. Eyyubîler döneminde
muîdlik, aranan bir görev haline gelmistir. Hemen her medresede bir muîd vardir.
Hatta, bazi medreselere tayin edilen her müderris için iki muîd tayin
edilmistir. Nitekim Melik Necmeddin Eyyub tarafindan yaptirilan Selâhiyye
Medresesi'ne dört müderris, her müderrise de ikiser muid verilmistir. Muîdler,
ayni zamanda talebenin disiplini ile de mesgul olurlardi. Hatta bazan (Misir'da
görüldügü gibi) bir medresede müderris, digerinde de muîd olanlara
rastlanmaktadir.
Osmanli egitim ve ögretim tarihinde muîdlerin önemli bir
yeri bulunmaktadir. Fâtih vakfiyesinde muîdlerle ilgili olarak söyle
denilmektedir:
Hadid ve fikr-i sedid ve re'y-i resid ile akrani beyninde
ferid ve ta'lim-i muhtasarat-i kütübde mâhir ve teallüm ve iktisâb-i mütavvelata
kadir kimesne olur. Her müderrisin medresesinde muîdi olup vazife-i yevmiyesi
hâsil-i vakf-i seriften bes akça ola. Görüldügü gibi Osmanli dönemi muîdi,
akranlari arasinda en iyi bilgiye sahip, zeki, saglam ve isabetli görüslere
sahip bir kimse olarak tavsif edilmektedir. Muîd, yaptigi is ve gördügü hizmet
karsiliginda da günde bes akça gibi bir ücret almaktadir.
Süleymaniye vakfiyesinde de muîdlikle ilgili su bilgilere
yer verilmektedir:
Ve tullab-i ilimden birer maarif u fezâil ile mümtaz,
rütbe-i istifadeden derece-i ifadeye vüsûle isti'dad ile ser-efrazini muîd
eyleyeler. Ve vazife-i yevmiyyeleri beser akça ola. Vakfiyenin bu metninden
anlasildigi üzere Süleymaniye medreselerinde muîdlik yapacak olanlarin talebenin
en iyilerinden olmasi, bilgili ve arkadaslari arasinda her bakimdan üstünlügü
kabul edilen bir kimse olmasi gerektigi belirtilmektedir.
Muîdlerin, Ellili medreselerden asagi seviyedeki
medreselerde de bulundugu ve bunlarin da müderrisler gibi tayin edildikleri
anlasilmaktadir. 5 Saban 1247 (9 Ocak 1832) tarihini tasiyan bir belge, Sivas
Dâru's-sifa medresesinde muîdlik yapan Musa adindaki sahsin vefati üzerine yeri
ve hizmetin hâli oldugu, bu sebeple islerin görülemez oldugu anlasildigindan
yerine beratla, bu ise lâyik olan oglunun geçmesi Sivas Kadisi Müftüzâde
Abdullah tarafindan istenmektedir. Öyle anlasiliyor ki bu medresede muîdlik
hizmeti eskiden beri uygulanmaktadir. Zira adi geçen sehrin kadisi tarafindan
Istanbul'a gönderilen 12 Zilhicce 1167 (30 Kasim 1754) tarihli baska bir arzda
muîdlik hizmetinin bir baskasina verilmesi istenmektedir.
Danismendler arasinda muîd olabilecek evsafta bulunanlarin
seçimi ise müderrisler tarafindan yapilmis olmalidir. Muîdlerin, kaç yil bu
görevde kaldiklari henüz kesin olarak tesbit edilebilmis olmamakla beraber,
(Dâru't-tiblar disinda) bunun iki sene devam ettigi belirtilmektedir.
Osmanlilar döneminde bu görev, 1908 inkilâbindan sonra da
Sultanî-ler'de devam etmek üzere yeniden ihdas edilmisse de sonradan
kaldirilmistir.
3. TALEBE
Islâm dünyasinin egitim ve ögretim tarihinde medreselerin
esas unsurlarindan biri de süphesiz ki ögrencilerdir. Talebelerin gerek zekâ
gerekse bedenî yapi bakimindan saglam olmalarina dikkat edilirdi. Bu bakimdan
hocalar tarafindan bazi zekâ testlerinin yapildigi da belirtilmektedir. Bu
testler neticesinde hocalar talebe olarak seçecekleri kimseleri belirlerlerdi.
Böylece zeki veya daha az zeki olan insanlarin ayni yerde bulunmamalari
saglanmis oluyordu. Zira farkli zekâ seviyesine sahip olan ögrencilerin ayni
sinifta bulunmalari hos karsilanmamistir. Çünkü böyle bir uygulama, zeki
çocuklari geri birakacagi gibi, zekâ bakimindan fazla gelismemis olanlara da
büyük bir azap çektirir.
Her ne kadar ögretim için belli bir yas sözkonusu degilse de
bazi müderrislerin, belli ilimlerde ögrenme kabiliyetini nazar-i dikkate alarak
belli bir yas grubundan ögrenci seçtikleri de olmustur. Gerçekten, Kâtib
Çelebi'nin de ifade ettigi gibi ilim yolcusunun fedakâr olmasi, dünya ile
iliskisinin fazla bulunmamasi, çoluk çocuk kaygisinin olmamasi gerekir. Bütün
bunlar da ilim tahsil etmek isteyen kimsenin bir ölçüde genç olmasini
gerektirmektedir. Hatta bazi müellifler, talebenin mümkün mertebe bekâr olmasini
da isterler. Çünkü evli bir kimse, evlilik hukuku ve geçim derdi gibi islerle
mesgul olacagindan kendisini rahat ve huzurlu bir sekilde ilme veremez. Bu da
ilmî tedkik ve arastirmaya bir engel teskil eder.
Talebe sayisi genellikle vakfi tesis edenlerin isteklerine
bagli kalmissa da, bazan bu sayilar degisebilmektedir. Misir medreselerindeki
ögrenci sayisi 3-100 arasindadir. Bazan sayi çogaldigi zaman bunlarin iki kisma
ayrildigi, hocalarin böyle bir taksim yaptiklari da belirtilmektedir.
Osmanli döneminde talebelerin yetismesi üzerinde ehemmiyetle
durulmus olmasi onlara büyük bir degerin verildigini göstermektedir.
Osmanlilarin ilk medreseleri ile birlikte bütün talebeye vakiflarca bakilmis,
onlara imâretler vasitasiyla da yeme, içme, yatma ve para temin etme gibi
imkânlar saglanmistir.
Islâm ve Osmanli dünyasinda talebeler için degisik kelime ve
istilahlar kullanilmistir. Araplarin tâlib dedikleri medrese talebesine
Selçuklular fakih ve mülazim derlerdi. Osmanlilarda ise tâlibin çogulu
talebe ve tüllâb kelimeleri kullanildigi gibi, Farsça'da âlim ve akilli
mânasina gelen danismend ve yine Farsça'dan yanmis mânasina suhte
kelimesinin bozulmus sekli olan softa kelimeleri ile Arapça'da istidadli ve
kabiliyetli mânasina gelen müsteid kelimesi kullanilmistir. Bu kelimelerden
her birinin digerinin yerine kullanilabildigi anlasilmakla birlikte, Sibyan
mektebi talebelerine sadece talebe, asagi seviyedeki medrese talebelerine
suhte yüksek seviyedeki medrese talebesine de danismend denildigi
anlasilmaktadir.
Osmanli medreselerindeki talebe sayisi, medresenin büyüklük
veya küçüklügüne göre degismekle beraber, medreselerin en büyüklerinde bile bir
müderrisin okuttugu ögrenci sayisi 20 rakamini geçmez.
Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti'nde daha kurulus
yillarindan itibaren tahsilini belirli seviyeye getiren talebeler, hocalarinin
da tavsiyesi ile Islâm dünyasinin o dönemlerde taninmis ilim merkezleri olan
Kahire, Semerkant, Buhara, Mâveraünnehr, Bagdad ve Sam (Dimask) gibi
merkezlerine giderek tahsillerini tamamliyorlardi. Böylece birkaç yil sonra
Islâm dini, kültürü ve medeniyeti konusunda yetismis birer âlim olarak
dönerlerdi. Hangi sehrin hangi sahalarda meshur oldugu, buralardaki ilmî gelisme
ve ilim mahfilleri, daha önce gidip dönenler veya oralardan gelen misafir
hocalar tarafindan bilinir ve akademik seyahata çikan ögrenciye tavsiye
edilirdi.
HUZUR DERSLERI
Osmanli Devleti'nde, özel zamanlarda ve yine özel insanlara
yönelik yapilan egitimlerden biri de huzur dersleridir. Bu sebeple ilmiye
teskilâtindan bahsetmeden önce bu konuya yer vermek gerekiyordu
Osmanli devlet teskilatinda bulunan dört tarikten biri olan
ilmiyye sinifi, bu devletin kültür tarihinde önemli ve faal bir rol
oynamistir. Cemiyet hayatinin belli bir noktaya kanalize edilmesi, özellikle
Ramazan gibi hususiyet arzeden günlerde daha belirgin bir sekil almakta idi.
Bu da Huzur Dersleri adi verilen ve devrin padisahi ile saray erkâni
tarafindan takib edilen dersler vasitasiyla olmakta idi. Bunun içindir ki daha
küçük yasta bulunmalarina ragmen sehzâdeler, pek çok ilmî meselelere bu vesile
ile vâkif oluyorlardi. Devlet adamlari ile diger davetlilerin bu mecliste
kazandiklari malumat, ileride kendilerine isik tutacagindan dolayi son derece
ehemmiyetli idi.
Ilmiye sinifi mensuplarinin, Osmanli ülkesinde gördükleri
saygi ve itibari, baska hiç bir ülkede görmedikleri bilinmektedir. Bu ülkede
bilginler devlet memurlarina tatbik edilen birçok cezadan da muaf idiler.
Vebi'l-cümle ülemaya bu devlet-i aliyyede olan ikram ve i'zaz bu devlet-i
Islâmiyyede olmustur. Kendi kesbleri olan zilletten gayri devlet canibinden amme
içün tertib olunan siyaset ve ukubât havfindan emin irz (ve) mallari dest-i
taaddi-i avamdan masun ve mahfuzdur.
Ilim adamlarina gösterilen bu saygi, onlarin fikir ve
görüslerini hiç çekinmeden ortaya koymalarina sebep oluyordu. Hele Ramazan'a
mahsus huzur derslerinde bu serbestiye, daha çok dikkat ve riayet edilirdi.
Hatta III. Selim (1789-1807) devrinde bu derse istirak eden mukarrir ve
muhataplarin istediklerini söylemekte tamamen serbest olacaklari, dersten önce
bizzat padisah tarafindan bir irade-i kat'iyye olarak adi geçen zevata
bildirilirdi.
Osmanli devletinde, Ramazan ayinin ilk günü baslamak ve
umumiyetle sekiz derste sona ermek üzere sarayda padisah huzurunda mukarrir
adi verilen zamanin taninmis âlimleri tarafindan takrir olunan derslere Huzur
Dersleri deniliyordu. Zamanla sayilarinda degisiklik olan ve muhatab adi
verilen, yine devrin âlimlerinden mütesekkil bir heyetin de münazarasinda
bulundugu bu derslere, padisah huzurunda icra edilmelerinden dolayi Huzur-i
Hümayun Dersleri de deniliyordu.
Birçok Müslüman devlet baskanlarinda oldugu gibi, Osmanli
Sultanlari da herhangi bir konuda bilgi edinmek istedikleri zaman, devrin
âlimlerin-den birini saraya davet eder ve ondan istedikleri mevzuda bilgi
alirlardi. Bunun, Ramazan ayinda olmayisi ve ayni zamanda mukarrir ile
muhataplar aasinda münakasali bir sekilde cereyan etmemis olmasindan dolayi
bunlara Huzur Dersi denmez.
Tarihçiler, Tefsirden ibaret olan bu dersin baslangicini,
Osman Gazi (1299-1326)'ye kadar çikarmaktadirlar. Nitekim, Tayyarzâde Ahmed Ata;
Osman Han Gazi asr-i fezâil hasr-i âlisinden bed' ile, Orhan Han Gazi ahdinda
daimi surette icraya baslanilarak ol zamanlardan ve hususiyle Murad Han-i evvel
vaktinden beru Ramazan-i serifte vakit bulundukça her gün ve eyyâm-i sâirede
irade buyruldukça fühulin-i ülemadan olan zevat-i fezail-simâtin ekserisi
huzur-i hümayunda ictima ile âyât-i celile-i fürkaniyeden bazi süver-i serife
tefsir olunmasi kaide hükmüne girmisken Mustafa Han-i salis hazretlerinin
(1172/1758) eyyâm-i rûzesinden bed' ile sehr-i ramazan-i serifin evvelki
gününden onuncu gününe kadar birer mukarrir ile çend nefer muhataptan ibaret
olmak üzere bir hey'et-i ülema celb ederek tefsir-i serif-i Beyzavî'den birkaç
âyet-i kerime tefsir ettirmek ve bu cihetle istifaza-i feyz ve bereket etmek ve
onuncu günü kütüphâne hocasi pisva oldugu halde mukarrir olan zatlardan mürekkeb
bir meclis-i mütemayiz dahi akdolunarak kezalik tefsir-i seriften mübahasat-i
hasene icrasiyle tenvir-i mübalât edilmek usulü vaz' buyurulmustur. demek
suretiyle, bu derslerin tarihi ve geçirdigi merhaleleri hakkinda bir bilgi
vermektedir.
Sultan III. Mustafa (1757-1774) tarafindan belli bir kanuna
baglanarak devami saglanan Huzur Derslerinin baslangici hakkinda Ahmet Cevdet
Pasa da sunlari söyler: ... evail-i ramazan-i serifte her gün huzur-i hümayunda
huzur dersi ünvaniyle bir meclis tertib olunarak her mecliste efahim-i ülemâdan
birer mukarrir ile müderrisinden yediser-sekizer muhatap bulunup tefsir-i Kad-i
Beyzavî kiraat edilir.
Bu ifadelerden de anlasilacagi üzere huzur derslerinin
takriri Osmanli devleti için, eskiden beri riayet edilen güzel bir âdet olarak
kabul edilmektedir.
Ramazan'a mahsus bu güzel gelenek, padisah, sehzâde ve
devlet erkâninin, özellikle dinî konularda birçok seyi ögrenmelerine sebep
oluyordu. Bu derslerde Kur'an-i Kerim'den zamana münasip bir âyet okunarak
mukarrir tarafindan tefsiri yapilirdi. Bundan sonra Muhataplar tarafindan
vaki itiraz ve suellere cevap verilirdi. Böylece ilmî bir mübahese açilmis
olurdu. Mukarirr ve muhataplar bu ilmî mübahasede fikirlerini açikça belirtmekte
tamamen serbest idiler. Hatta bu yüzden ilminin derecesini göstermek isteyen
bazi muhataplarin, bulunduklari mahalli unutarak münazaralarda terbiye ve edep
haricine çiktiklari görülmüstür. Meselâ 1176 senesi Ramazaninda muhataplardan
Tatar Hoca, mukarrir Abdülmü'min Efendi ile olan mübaheseyi asarak Mü'min
Efendiye terbiye disi agir sözler sarfettiginden Bozcaada'ya sürgün
edilmistir.
Biraz önce belirtildigi gibi H. 1200 senesinden önce
Kur'an-i Kerimden degisik âyetler ve özellikle Fetih sûresinden seçilen bölümler
tefsir edilirken, mezkur senenin Ramazaninda, Fatiha sûresinden baslamak üzere
sira ile Kur'an'in tefsiri cihetine gidilmistir.
Saray Ramazan'inin baslica hususiyetlerinden biri olan Huzur
Dersleri, her gün degisen bir mukarrir ile muhataplardan mütesekkil ulemadan bir
zümre tarafindan icra edilirdi. Her ders için, önceden Mesihat makaminca tesbit
ve tayin edilmis olan bir mukarrir ile, (7-15) muhataplarin icra ettikleri bu
derslerin kadrosuna girebilmek bazi sartlar ve vasiflari tasimakla mümkündü.
Binaenaleyh, belli birtakim vasiflari tasimayanlar huzur dersleri için mukarrir
ve muhatap olamazlardi. Aranan bu özellikleri söyle maddelendirmemiz
mümkündür:
a. Istanbul rüusunu hâiz müderris olmak,
b. Talebesi ziyade, müretteb tahsile nazaran dersi ileri
bulunmak,
c. Meleke, ihtisas ve zâti kemaliyle muhitte söhret bulmus
olmak.
Huzur derslerinin takrir ve icrasinda riayet edilen bazi
usul ve kaideler de vardir. Biz bunlari Ebül-ólâ Mardin'den özetleyerek
nakletmekle iktifa ediyoruz:
1. Huzur Dersleri, Istanbul rüûsunu haiz olup uhdesinde
herhangi resmî bir vazife bulunmayan ve Istanbul sehrinde ikamet eden zevat-i
fâziladan tesekkül eder. Binaenaleyh, mevleviyetle terfi edenler veya tasrada
müderrislik ve naiplik gibi vazifeleri kabul edenler ile Istanbul haricinde
ikamet edenler bu derse istirak edemezlerdi.
2. Meclisleri teskilde ve sirayi tayinde rüustaki kidem
nazara alinir. Bu kaidenin bir sonucu olarak ilk meclisi teskil eden zevatin
rüus dereceleri kibar-i müderrisin mertebeleri olan Dâru'l-hadis, Hamise-i
Süleymaniye, Musila-i Süleymaniye olarak görülmektedir.
3. Hacc ve sila-i rahm gibi sebeblerle muvakkaten
Istanbul'dan ayrilan meclis üyeleri, ayrilislari Ramazan'a tesadüf etmese bile
seyhülislâmdan izin almak zorundadirlar.
4. Huzur Dersi mukarrir ve muhatapligina yapilacak tayinler,
seyhülislamin inhasiyle, irade-i seniyye üzerine olur.
5. Mukarrirlikte bosalma olunca muahhar meclis mukarrirleri
sirasiyla üst meclis mukarrirligine çikarlar.
6. Mukarrir, herhangi bir sebeble Ramazanda dersini takrir
edemeyecek bir durumda ise kendisine vekalet hususunda meclisinin basmuhatabi
mihaniki olarak yerine geçemeyip yine seyhülislâmin inhasi üzerine vekalet
edecek olan zat, irade-i seniyye ile belirlenir.
7. Her mukarrir ve muhatabin rütbesi ve ders sirasi
mesihatça bilindiginden derslerin esasini teskil edecek olan sûrelerin metni iki
üç ay evvel mukarrirlere teblig edilir. Saban'in 15 inde de her bir mukarrire
dersinde bulunacak muhataplarin isimleri bildirilirdi.
8. Mukarrir ve muhataplar, meclisin toplanmasindan önce
kendi aralarinda ders mevzuu üzerinde fikir beyaninda bulunamazlar. Zira dersin
takririnden evvel gizlilik, ders esnasinda ise aleniyet (açiklik ve serbestlik)
asildir.
9. Meclisin ictima yerini padisah tayin eder. Mukarrir ders
ve duasini oturarak takrir eder. Keza muhataplar da oturmus olduklari halde
sorularini sorarlar. Mukarrir padisahin sag tarafina oturur. Muhataplar da
mukarririn yanindan baslamak üzere yarim daire meydana getirirler.
10. Mukarrir ve muhataplarin önlerinde rahleler
bulunur.
11. Ders açik ve aleni olmakla beraber, erkek-kadin ders
dinleyecek zevat hakkinda padisaha malumat verilir.
12. Misafir ve dinleyiciler de mukarrir ile muhataplar gibi
minderler üzerine diz çöküp otururlar. Herhangi bir mazeret bulunmadikça,
padisahlar da bu sekilde otururlar.
13. Mukarririn ders sonunda yapacagi duada ihtisar
(kisaltma, özet) kaidedir. Dua kisa olur. Sayet dua uzarsa bu durum kendisine
nazikane ve kimsenin anlayamayacagi bir sekilde ihsas ettirilir.
14. Ders, Kadi Beyzavî tefsirinden takib edilir.
15. Dersler, Ramazan'in ilk günlerinde, her meclis ayri bir
gün toplanmak üzere, 8 meclis halinde verilir.
16. Meclis ictimalarinin mütetabi (birbiri ardinca) olmasi
kaidedir.
17. Cuma günleri ders takrir olunmaz.
Sultan III. Mustafa tarafindan 1172 (1758) senesi
Ramazan'inda icra edilen ilk derste Fetva emini Ebubekir Efendi mukarrir; Nebil
Muhammed Efendi, saray hocasi Hamidî Muhammed Efendi, Seyhülislâm müfettisi
Idris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî Ismail Efendi muhatap olarak
b olunmuslardir. Icra edilen bu ilk derste Ey inananlar! Kendiniz, ana
babaniz ve yakinlariniz aleyhlerine de olsa, Allah için sahit olarak adaleti
gözetin; ister zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakindir.
Adaletinizde heveslere uymayin. Eger egreltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin
ki Allah islediklerinizden süphesiz haberdardir. âyet-i kerimesi takrir
olunmustur.
Huzur dersleri, Ramazan'in ilk on gününde icra edilirdi. Ilk
on gündeki cuma günleri ders okutulmamak ve diger günlerde okutulmak adetti.
mukarirler, rütbelerine göre ders okuturlardi. Bu yüzden rütbesi büyük olanin
takaddum hakki vardi. Keza muhataplar da rütbelerine göre taksim edilir.
Mecliste buna göre otururlardi. Mukarirrler, seyhülislamlik makami tarafindan
muhataplar arasindan seçilirlerdi. Bu pta ehliyet ve liyakat
esasti.
Dersler saray salonlarindan birinde ve ögle ile ikindi
arasinda takrir olunurdu. Salona biri mukarrir efendiye, on besi de muhataplara
mahsus olmak üzere on alti rahle ve her bir rahleye birer de minder konulurdu.
Mukarrir efendinin rahlesi sedef islemeli, muhataplarinkiler ise ceviz boyali
idi. Mukarrir efendinin minderi de muhatap efendininkinden bir parça büyükçe
idi. Salonda bu suretle tertibat alindiktan ve davetli olan zevat da birer birer
geldikten sonra Hünkâr, salonu tesrif buyururdu. Verilen malumat üzerine ulema-i
kirâm da müteakiben birer ihtiram selâmi vererek salona girerlerdi. Padisahla
maiyetindekiler o sirada ayakta bulunurlar ve hünkârin oturmasi üzerine
digerleri ile birlikte mukarrir ve muhatap efendiler de yerlerini alirlardi.
Salon bu sirada tam alatürka bir hal alirdi. Bir ihtiram mevkiine konulmus olan
ve hünkârin oturmasina mahsus bulunan koltuktan baska sandalye ve kanape gibi
seyler mevcut degildir. Sair erkanin oturmasi için hep silteler konulmus
bulunuyordu. Muhatap efendilerin rahleleri mukarrir efendinin rahlesinin sag ve
sol tarafinda ve bir daire teskil edecek surette konurdu. Mukarrir efendinin
takriri, umum tarafindan kemal-i husu ile dinlenirdi. Mukarrir efendi derse ait
tefsirden bir eserle buna müteallik notlarini, muhataplar da kitaplarini rahle
üzerine koyarlardi. Ders bir iki saat sürerdi. Dersin sonunda mukarrir
muhataplara sorulacak sualleri bulunup bulunmadigini sorardi. Rütbe itibariyle
yer almis olan muhatap efendilerden rütbesi en yüksek olan ve basta oturan
zattan baslanarak her biri sirasiyla sualini sorar ve mukarrir efendi de lâzim
gelen cevabi verirdi. Sorular dersle ilgili olurdu. Dersin sonunda mukarrir
efendi dua ederdi. Dersin sona ermesinden sonra padisah tarafindan mukarrirlere
birer miktar atiyye ile birer bohça, muhataplara da yalniz birer atiyye
verilirdi. Atiyyenin miktari zamana göre degisirdi. Bohçanin muhteviyati ise her
vakit bir top çuha, iki top kumas ve bir tane Lahor saldan ibaret
bulunurdu.
Osmanli Devleti'nin basinda bulunan hükümdar ile sehzâde,
hükümet erkani vs. gibi ileri gelen zevatin kendisinden istifade ettigi bu
dersler, padisahligin nihayete ermesinden sonra da devam etmisti. Halife
Abdülmecid Efendi'nin huzurunda devam eden bu derslerde en son okunan ve tefsiri
yapilan âyet sudur:
Kendilerinden öncekiler de tuzaklar kurmuslardir. Nihayet
Allah, onlarin binalarini ta temellerinden (yikmayi) diledi de üstlerindeki
tavan tepelerine göçtü (onlari helâk etti). Hem bu azab onlara akil
erdiremeyecekleri taraftan gelmistir.
Sultan III. Mustafa tarafindan bir kanuna baglanan Huzur
Dersleri, belirtilen tarihten itibaren 169 sene araliksiz devam etmisti. Buna
göre 1172 senesi Ramazan'inda baslayan resmî uygulama 1341 senesi Ramazan ayinda
sona ermisti.
ILMIYE TESKILATI
Osmanli ilmiye sinifi, klasik Islâmî egitim kurumu olarak
bilinen medresede, usûlüne uygun tahsilden sonra icâzet almak suretiyle mezun
olup, Osmanli Devleti'nde hukuk, egitim, dinî hizmetler ve nihayet merkezî
brokrasinin kendi sahalari ile ilgili önemli bazi makamlarini dolduran Müslüman
ve çogunlukla da Türkler'den olusan bir meslek grubudur.
Bu meslegin, tarihî seyri içinde kendine has özellikleri ile
tesekkül, olgunluk, karisiklik ve toparlanip küçülme dönemleri olmak üzere
baslica dört devresinden bahsedilebilir.
Türk-Islâm dünyasindan devraldigi temel kavram ve unsurlar
ile Istanbul'un fethine kadar uzanan bu dönemde çok basarili gelismeler
olmustur. XV. yüzyil ortalarindan XVII. yüzyil baslarina kadar devam eden bu
dönemde, saglam bir meslek anlayisi olusmus, egitim ve yargi alaninda belirlenen
dereceler, ulemânin gv alanlari, yetki ve sorumluluklarinin kesinlik kazanmasi
gibi önemli gelismeler olmustur. XVI. asirdan itibaren ilmiye, seyfiye ve
kalemiye mesleklerinin (tarik) ayri ayri formasyonlar gerektiren branslar haline
gelmesiyle, ilmiye mensuplari egitim ve yargi (adalet) alanlarini tekellerine
almislardir. Böylece bu sahalarda yegane söz sahibi olan kimseler durumuna
gelmislerdir. XIX. yüzyil ortalarina kadar devam eden bu uygulama 1820'lerden
itibaren daralmaya baslamistir. Burada sunu da belirtelim ki olgunluk döneminin
asil özelligi, ulemânin müsbet, yapici ve yipranmamis agirliginin devlet ve
toplumun her kesiminde hissedilmis olmasidir.
XVII. yüzyil, ilmiye teskilâti ve ulemâ için bir yipranma
dönemi olup, siyasetin içerisine âdeta zorla çekilmislerdir. Bu durum, büyük
ölçüde ulemânin disinda olusmus bir gelismedir. Bunun en önemli sebebi, Osmanli
hükümdar geleneginin sarsilmasidir. Gerçekten, Sultan I. Ahmed'le baslayan ve
pespese çocuk yasta denecek hükümdarlarin hüküm sürdügü bu dönemde dizginler,
askerin, saraydaki nüfuz odaklarinin ve tabii olarak ulemânin eline geçmistir.
Her zümre kendi güç ve nüfuzunu kuvvetlendirmek için ulemâyi yanina çekmek
istemistir. Bunun sonucunda siyasî fetvalar, ilmiye ricalinin bölünerek farkli
taraflarda yer almasi, onlari hem ilim yolundan alikoymus, hem de siyasî
mücadele içinde yipratmistir.
Yenilik tesebbüsleriyle girilen XVIII. yüzyilda ulemâ
yeniliklere taraftar, hatta yer yer öncü görünmektedir. Devletin toparlanmasinda
agir sorumluluk üstlendigi bir dönemdir. XIX. yüzyildan itibaren ulemânin
istihdam alaninda devamli bir daralma baslamistir. Ilmiye teskilâti ile ilgili
bu özet bilgilerden sonra teskilâtin kendi içindeki siniflandirmasina
geçebiliriz.
SEYHÜLISLÂMLIK
H. IV. (M. X.) asrin ikinci yarisinda ortaya çikan
Seyhülislâm tabiri, fukaha arasindaki ihtilafli meseleleri halledebilen
âlimler için, bir seref ünvani olarak kullanilmistir. Fukaha-yi izâm ve
füdelâ-yi fehâmdan sol sahib-i sadr-i iftâya istilâhat-i örfiyyede seyhülislâm
denilirdi ki, aralarinda tahaddüs eden münazaa ve mühâsemeden dolayi hall-i
müskilât-i enâm eyleye. ifadesi, yukarida temas edilen görüsün dogrulugunu
ortaya koymaktadir.
Bu asirdan itibaren, Islâm kelimesi, pek çok kelimeye
izafe edilerek kullanilmaya baslanmistir. Fakat bütün bu tabirler arasinda
sadece seyhülislâm terkibi devamliligini muhafaza edebildi, digerleri ise
unutulup gitti.
Seyhülislâm tabiri ile birlikte kullanilan öbür deyimlerden
bir kismi, dünyevî iktidar sahipleri (bilhassa Fâtimî vezirleri) tarafindan da
kullaniliyordu. Ama seyhülislâm ünvani, daima ulemâ ve sûfilere has olarak
istimal ediliyordu.
Hicrî IV. asrin ikinci yarisindan itibaren, ortaya çiktigini
belirttigimiz bu seref ünvanini almaya hak kazananlari üç kategoride toplamak
mümkündür. Bunlar:
1. Sadece, kendi zamanlarindaki bir sehir halki tarafindan
kendisine bu ünvan verilenler,
2. Seyhülislâm ünvani ile her tarafta söhret bulmus
olanlar,
3. Fetva ile icazetnâmeyi birlikte verebilen ve bu isimle
söhret bulmus olanlar.
Görüldügü üzere, Osmanlilardan önce de varligindan haberdar
oldugumuz bu makam ve müessese, Osmanlilarda oldugu gibi resmî degildi. Keza bu
müessese, ilmiye sinifinin en üst makami olma gibi bir hüviyet de
tasimiyordu.
Osmanlilarin, alti sari askin hükümranlik döneminde
seyhülislâm ünvaninin ne zaman kullanilmaya baslandigi kesin olarak
bilinemedigi gibi, ilk defa bu ünvani alan zâtin kimligi dahi kesin ve net
olarak tesbit edilememektedir. Bununla beraber, Fâtih kanunnâmesinde
seyhülislâmin ulemanin reisi oldugu açikca belirtilmektedir. Fâtih Sultan
Mehmed'in (1451-1481) tedvin ettirdigi kanunnâmede seyhülislâm tabiri, açik ve
sarih bir sekilde zikredilmektedir ki, bu da Fâtih ve babasi II. Murad
(1421-1451) devirlerinde mezkur ünvanla adlandirilan kimselerin varligini ortaya
koymaktadir.
Osmanli Devleti'nde, kendisine sorulan dinî ve ser'î
meseleleri cevaplandiran kimseye müftî, verilen karara da fetva dendigini
biliyoruz. Nitekim mesihat makami, ilk önce, mesned-i fetva veya mansib-i
ifta gibi isimlerle basmüftilik tarzinda tesekkül etmisti. Bu durumu ile o, bir
müddet kadiasker ve muallim-i sultanî vazifelerine nisbetle ikinci derecede
kalmisti. Bunun için müftilik makami, Divan-i hümayun âzaligina dahil bulunan
kadiaskerlik makamina göre daha hususî bir vaziyet arzediyordu. Ancak fetva
vermek yetkisi Ibn Kemal (1525-1533) ile Ebu's-Suûd (1545-1574) Efendi gibi
zevata havale edilince, bu makam daha çok ehemmiyet kazanmaya basladi. Çünkü bu
iki kisi, kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye getirilmislerdi. Bundan
böyle seyhülislâmlik makami, sadreyn efendilerin üstünde tutularak ilmiyye
tarikinin reisi ve ser'î mahkemelerin nâziri olmustur. Yukarida adi geçen
kudretli zevatin yetismesi,bütün ilmî tevcihatin seyhülislâmlara verilmesine
sebep olmustur. Muhtemelen bunun da tesiriyle olsa gerek ki, makam ve mevki
itibariyle seyhülislâmlar sadrazamla denk bir seviyede tutulur
olmuslardir.
Osmanlilarda, ileri gelen zevat için kullanilan ünvanlarin
bir çogu, daha önceki müslüman devletlerde de kullanilmistir. Nitekim, takva
sahibi olarak kemal mertebesine ulasan sahsiyeti ve müellefâtinin çoklugu
sebebiyle büyük bir ün kazanmis olan Ibn-i Kemal'e, bu özelliklerinden dolayi,
Necmeddin Ebu Hafs Ömer en-Nesefî'nin ünvani olan müfti's-sakaleyn... lakabi
verilmistir. Osmanli döneminde bu tabir, sadece adi geçen seyhülislâm için
kullanilmistir.
Ilmiyye sinifinin en yüksek mevkii olan ve Mesihat-i
Islâmiyye diye adlandirilan bu makamin Osmanlilarda ortaya çikis gayesine
yönelik degisik bazi görüsler bulunmaktadir. Bu mevzuda farkli görüslerin ortaya
atilmasina sebep ve bu görüslere kaynaklik eden kimsenin J.H. Kramers oldugu
ileri sürülmektedir. Filhakika Islâm Ansiklopedisindeki makalesinde bu mevzua
temas eden Kramers, Gaudefroy-Demombyn'e dayanarak bazi fikirler ileri
sürmektedir. Bunlari, su sekilde siralayabiliriz:
a) Osmanli padisahlari, Misir'da Memlûk sultanlari yaninda
bulunan Abbasî halifesinin hâiz oldugu mevkii taklid etmek suretiyle böyle bir
müesseseyi kurmus olabilirler.
b) Osmanli ulemâsinin bir dinî reisin baskanliginda
teskilâtlanmasi, devletin tebeasi olan gayr-i müslimlerin basinda bulunan
patrikligi taklit etmek suretiyle olmustur.
c) Bu müessese, devlette mevcut dünyevî iktidar yaninda,
kazaî selâhiyetlerle teçhiz edilmis sûfî-dinî bir an'anenin neticesi olarak da
dogmus olabilir.
Zuhurunu, tek ve belli bir sebebe baglama imkâni bulunmayan
bu müessesenin kurulusunu, baska dinlerdeki ruhanî riyasetin taklid edilmesi ile
izâha kalkismak, tamamen indî bir mütalâa olur. Çünkü Islâmin din ve devlet
anlayisi ile Hiristiyanligin din ve devlet anlayisi arasinda büyük farklar
vardir. Biri, müntesiblerinden hem dünyevî, hem de uhrevî vazifeler beklerken,
digeri sadece uhrevî hizmetler beklemektedir. Bunun için, bu iki müesseseyi
birbiri ile mukayese etmek ve hele, seyhülislâmligin, patrikligin bir taklidi
olarak ortaya çiktigini söylemek, dogru olmasa gerektir. Nitekim, I. Hâmi
Danismend de, bu meseleye temasla söyle der: Dikkat edilecek noktalardan biri
de mesihat makaminin baska dinlerdeki ruhanî reisliklerle mukayesesinin dogru
olmadigidir.
Seyhülislâmligin dogus ve ortaya çikis sebebini tek bir
vak'aya baglamak yerine, tarihî olaylari incelemek ve bu yolla bir neticeye
varmak daha dogru gibi görünmektedir. Bunun için de meseleye tarihî olaylar
açisindan bakmak gerekir.
II. Murad devrinde yasayan ve umumiyetle ilk seyhülislâm
olarak kabul edilen Molla Fenari (1424-1431)'nin, böyle bir makama getirilmesi
ve kendisine böyle bir ünvan verilmesi, dikkat çekicidir. Devletin, dinî ve
siyasî bir kargasalik içinde bulundugu bir sirada tahta geçen II. Murad, böyle
bir ortamda, ahlâkî, ilmî ve dinî otoritesi bütün memleketçe kabul edilen büyük
bir âlime ihtiyaç bulundugunu düsünmüs olmalidir. Keza bu zâtin, tebeayi bütün
sapik cereyanlardan koruyabilecek bir otoriteye sahip olmasi ve halk ile
devletin dinî meselelerini çözmesi gerektigine inanmis olmalidir. Yine bu
esnada, devlet sinirlarinin dahilindeki gayr-i resmî müftülerin, dinî meseleler
hakkinda kendi dünya görüsleri ve kabiliyetlerine göre ayri ayri fetva
vermelerinin, devlet için bir tehlike arzettigini de sezmis olmalidir. Gerçekten
böyle durumlar, hos olmayan bir takim tenakuzlarin ortaya çikmasina yol
açabilir. Bu yüzden de hem devletin otoritesi, hem de mü'minlerin seriata olan
bagliliklari zedelenebilirdi. Bu sebeple fetvalarin, tek kanaldan ve resmî
sifati bulunan bir kimse tarafindan verilmesi ihtiyaci hissediliyordu. Ayni
zamanda, durmadan yayilma istidadi gösteren Bâtinî-Rafizî görüslere karsi sed
çekecek kuvvetli ve dirayetli sünnî bir sese de ihtiyaç vardi.
Iste bütün bu hususlar nazar-i dikkate alinmis olacak ki,
ilk defa bu makama getirilen Molla Fenarî'nin sahsinda adi geçen ünvanla bir
makam ve müessese kurulmus oldu.
Ilk Seyhülislâm: Osmanli devlet teskilatinda, müfti'l-enâm
ünvani ile de anilan seyhülislâmlarin, ihraz ettikleri bu resmî makama ilk defa
kimin getirildiginin kesin olarak bilinemediginden söz etmistik. Bu hususta
farkli görüsler bulunmaktadir.
Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde, varligindan
haberdar oldugumuz seyhülislâmlik, bu devlette eristigi dinî ve siyasî
ehemmiyeti hiç bir ülkede bulamamistir. Fâtih kanunnâmesinde kendisinden söz
edilen seyhülislâmin bu devirdeki durumu da tartisilabilir nitelikte
görünmektedir. Mezkûr kanunnâmeye göre ulemânin reisi olmakla birlikte ilmiyenin
basi sayilmasi XVI. asrin ortalarina ve belki az daha sonraya rastlar. Bu durumu
göz önüne almis olacak ki, M. Tayyib Gökbilgin bu ünvanin (seyhülislâmligin) ilk
önce Ibn Kemâl'e verildigine kani görünmektedir. Bu konuda o, fetva hizmeti
vazifesi, Ibn Kemal ve Ebu's-Suûd Efendi gibi kimselerin bu vazifeye
getirilmesinden sonra ehemmiyet kazanmis ve artik bunlara seyhülislâm
denilmistir. Bu iki kisi kadiaskerlikte bulunduktan sonra bu vazifeye
getirilmislerdi. diyerek bu konudaki görüsünü belirtir.
Bununla beraber, Fatih Sultan Mehmed'in tedvîn ettirdig
ikanunnâ-mede, açikça isminden ve ulemanin reisi olma gibi bir sifati
bulundugundan söz edilen seyhülislâmlik makaminin daha önce mevcut olmasi
gerekir. II. Murad devrinin dinî, siyasî ve ictimaî kargasaliklari sucunda
meydana gelen hadiseler, böyle bir makamin kurulmasini mecburî hale getirmisti.
Böylece kurulup teessüs eden bu müessesenin basina da -daha önce belirtildigi
gibi- devrin bilgini ve otoritesi herkesçe kabul edilen Molla Fenarî
getirilmistir.
Günümüzün, Adalet ve Millî Egitim Bakanligi ile Diyanet
Isleri Baskanliginin görev ve yetkilerini kendisinde toplayan bu makamin,
Osmanli devlet teskilati içindeki mevkii ve durumu, Fâtih kanunnâmesinde açikça
belirtilmektedir. Bundan anlasildigina göre seyhülislâm, diger devlet erkâni
üzerinde büyük bir nüfuza sahiptir. Buna dayanarak, Brockelmann: Fâtih Sultan
Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman, seyhülislâmin bütün memurlar sinifinin en
üstünde bulunan müstesna mevkiini teyid ettiler. diyerek bu ehemmiyeti
belirtmek ister.
Fâtih kanunnâmesinde mevkii belirtilmis olmakla beraber,
esas ehemmiyet, Zenbilli Ali Cemalî Efendi (1503-1525) ile baslamis, Ibni Kemal
ve Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile kemâl mertebesine
ulasmistir. Ilmî dirayet ve temiz sahsiyetleriyle mesihat makamina çikan bu çok
kiymetli âlimler, en heybetli padisahlar üzerinde bile nüfuz ve tesir sahibi
olduklari için, icâb-i halda onlara bile dogru yolu göstermekten ve sert sözler
söylemekten çekinmiyorlardi. Mevzûun daha iyi kavranabilmesi için birkaç tarihî
olaydan söz etmek gerekecektir.
a. Daha kadiligi zamaninda, Yildirim Bayezid (1389-1403)'in
cemâatla namaza devam etmesinden dolayi sahidligini kabul etmeyen Molla Fenari,
ibadetlerinde kusur eden kimsenin, insan hukukunun gözetilmesi gereken yerlerde
de dikkatsiz olabilecegini düsünerek, mahkeme salonunda, bizzat Yildirim
Bayezid'e sehadetini kabul etmiyecegini söylemek suretiyle büyük bir cesarete
sahip oldugunu göstermistir.
b. Yavuz Sultan Selim, Hazine-i Âmire muhafizlarindan 150
kisinin katline karar verir. Bu iradeyi dogru bulmayan Seyhülislâm Zenbilli Ali
Cemalî Efendi, çagirilmadigi halde ve hiç kimseye bildirmeden Divân'a girerek,
böyle bir cezanin seriat ve adalete aykiri oldugunu söylemek suretiyle büyük bir
cesaret örnegi verir. Bunun üzerine padisah, 150 kisinin katli kararindan rücû'
eder.
c. Birgün divan'da, Sadriâzam Dervis Pasa'nin kabahatsiz bir
adamin katline hüküm vermesi üzerine, onu muahaza eden ve bu yüzden Divan-i
terkeden Seyhülislâm Yahya Efendi (1553-1644)'nin bu davranisi, devrin padisahi
I. Ahmed (1603-1617)'in dikkatini çeker. Pâdisah, davranisinin sebebini
sordugunda o da kaza emânettir. Pâdisah, kadiaskerleri istimai deâvî, ihkak-i
hak, mazlumlari siyânet için nasbeyler. Icâb-i ser'î yogiken bugün bir adam
katlolundu. Artik benim için icray-i kazaya imkân kalmadigindan terk-i mansiba
mecbur oldum der. I. Ahmed, Yahya Efendi'nin bu cevabi üzerine sadrâzami
cellâda teslim etmekle isi bitirir.
XVI. asirdan itibaren ehemmiyeti daha da artan
seyhülislamlik makami, manen sadrazamliktan daha yüksek telâkki ediliyordu.
Çünkü, Osmanli devletinde din asil, devlet ise onun bir fer'i olarak
görülüyordu. Bu anlayisin bir sonucudur ki, sadriâzamlarin seyhülislhamlari
ziyaretleri III. Murad (1574-1595) devrinde 922 (1584) tarihinde kanun haline
getirilmisti. Tâyini, bizzat padisah tarafindan yapilmakla beraber, bilhassa
idarenin zayif zamanlarinda veya herhangi bir isyan esnasinda padisah aleyhine
fetva verebilir endisesiyle daima seyhülis-lâmdan çekinilmistir. Çünkü Osmanli
padisahlari, tebea üzerinde keyfî bir tasarruf hakkina sahip degillerdi. Onlar
da birtakim kanun ve nizamlarla bagli idiler. Zahiren, hudutsuz bir selahiyete
sahip görünseler bile, hakikatte bazi kanunlarla mukayyettiler. Idarî
mekanizmada dini asil, devleti de onun bir fer'i olarak kabul eden bir devlette
bu durum normal karsilanmalidir. Bu anlayisin bir neticesi olacak ki, yürürlüge
girmesi istenilen her türlü kanun ve nizam hakkinda, önce seyhülislâmdan, bunun
seriata uygun olup olmadigina dair fetva alinirdi. Ancak bundan sonra, istenilen
kanun yürürlüge girerdi. 1686 yilinda Amsterdam'da basilan ve Türkçe tercemesi
yayinlanan bir eserde bu mevzu ile ilgili olarak söyle denilmektedir:
Seyhülislâm, sahip oldugu genis yetkisi ile herhangi bir mesele hakkinda hüküm
verince padisah bile bunun aksini iddia edip karsi çikamaz.
Seyhülislâmligin haiz oldugu önemi belirten hususlardan biri
de, seyhülislâm olarak tayin edilecek olan zatin saraya daveti esnasinda,
protokol geregi sadriâzamla birlikte huzura girerlerken padisahin onlara karsi
üç adim atmasi ve onlari ayakta istikbal etmesidir. Keza, seyhülislâm adayinin,
padisahin elini öptükten sonra oturmasi, buna karsi sadriâzamin ayakta beklemesi
de bu hususu açikça ortaya koymaktadir. Bu tatbikat, IV. Mehmed devrinde
(1648-1687), sadriâzam Melek Ahmed Pasa'dan itibaren devam
edegelmistir.
Seyhülislâmligin Sona Ermesi: Osmanli Devleti'nde, ilmiye
sinifinin en yüksek mevkii olan ve mesihat-i islâmiyye diye adlandirilan bu
önemli makamin uzunca bir tarihçesi vardir. Ilk seyhülislâm Molla Fenarî'nin
tayin tarihi olan 1424/25 senesinden, Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922 =
1339-1341)'nin istifa tarihi olan 26 Eylül 1922 yilina kadar mesihat-i islâmiyye
müessesesi, kesintisiz olarak tam 498 sene devam etmistir. Bes asra yaklasan ve
özellikle kayd-i hayat sarti ile bu makama gelen dirâyetli zevatin yeri, daha
sonra gelenlerle ayni sekilde doldurulamamistir.
Bütün Osmanli müesseselerinde oldugu gibi, bu müessese de,
XVI. asrin son senelerinden ve bilhassa XVII. asirdan itibaren yavas yavas
inhitata (gerileme) yüz tutmustur. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin
ortalarinda 948 (1541/42) baslayan seyhülislâm azli, daha önce benzeri
görülmediginden büyük bir hadise olarak karsilanmistir. Devrin seyhülislâmi,
Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendi (1539-1542)'nin, Mevlâna Celaleddin-i Rumî
ve Muhyiddin-i Arabî gibi mütavassiflar hakkinda vazife ve selahiyetini asan bir
dil kullanmasi, vazifesinden azledilmesine sebep olmustu.
Çivizâde Muhyiddin Seyh Mehmed Efendinin, yukarida
belirtilen sebepten dolayi azli, bu makama yükselenlerin artik azledilemez = lâ
yen'azil olan özelliklerini ortadan kaldirmis oldu. Bundan böyle sadriâzamla
aralarinin iyi olmamasi veya maiyetinin çesitli islere müdahalesi neticesinde,
dedikodularin ortaya çikmasi gibi nahos olaylar, seyhülislâm azilerinin
sebepleri arasinda idi.
Seyhülislâmlarin azledilemez özelligi ortadan kalktiktan
ve eskiye nisbetle bir gerileme basladiktan sonra, azledilmis olan bir
seyhülislâmin, ayni vazifeye tekrar getirilmesi ile karsilasiyoruz. Böyle bir
adim da Bostanzâde Mehmed Efendi ile atilmistir. Ilk mesihat-i 997-1000
(1589-1592) yillari arasinda olan mezkûr zâtin ikinci mesihati da 1001-1006
(1593-1598) seneleri arasindadir.
Osmanli Devleti idarî kadrosunda bulunan hemen herkese en
büyük ceza olan idâmin verilebildigi ve sadriâzamlarin bile böyle bir cezadan
kendilerini kurtaramadigi bir gerçektir. Hal böyleyken seyhülislâmlar, bu
kaidenin disinda tutulmuslardi. Dinî reis olmalari, onlari böyle bir cezadan
uzak tutuyordu. Bununla beraber, bes asra yaklasan tarihi içinde sadece üç
seyhülislâm ölüm cezasina çarptirilmisti. Böyle bir cezaya çarptirilmakla
beraber bunlara sehid denilmektedir. Bu, inhitat devrinde, ilmiyye
masûniyyetinin ihlâline karsi, meslegin protesto tezahürleri mahiyetindedir.
Efkâr-i umumiyece bunlar, yanlis anlasilmanin kurbani olarak idam edilmislerdi.
Böyle bir ceza ile hayata vada eden seyhülislâmlar sunlardir:
1. Ahîzâde sehid Hüseyin Efendi
(1041-1043/1632-1634).
2. Hocazâde sehid Mes'ud Efendi (1066/1656) 4 ay 12
gün.
3. Erzurumlu Seyyid Feyzullah Efendi (1088/1688) ikinci
mesihati (1106-1115/1695-1703).
Osmanli devlet teskilatinda, herhangi bir kimseye
seyhülislâm ünvaninin verilebilmesi, o kimsenin mesihat makamina getirilmesiyle
mümkün oluyordu. Bu makamin, eskiye nisbetle bir gerileme gösterdigi, resmen ve
fiilen bu makama gelmedigi halde bazi kimselere bu makam pâyesinin verilmesiyle
de ortaya çikmaktadir. Gerçi asirlarca süren bir tarih içinde ancak iki kisiye
bu pâye verilmistir ama bu da, çok yüksek bir makam olan seyhülislâmlik için,
bir gerileme sayilabilmektedir. Bu makama gelmedigi halde pâyesi ile taltif
edilen iki kisiden birincisi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendidir. Bu zat, 1059
(1649) tarihinde Ravzatu'l-Ebrar adli eserini devrin padisahi IV. Mehmed'e
takdim edince kendisine bu pâye verildi. Bundan iki sene sonra da 1061 (1651)
tarihinde Karaçelebizâde fiilen bu makama getirilmistir.
Bilfiil seyhülislâmlik makamina gelmedigi halde bu pâyeyi
alanlardan ikincisi de Erzurumlu Feyzullah Efendi'nin büyük oglu Fethullah
Efendi'dir. Fethullah Efendi, Nakibu'l-Esraf olarak Rumeli kadiaskeri
bulunurken, Seyhülislâm olanbabasi Feyzullah Efendi'den sonra bu makama gelmek
üzere bu pâyeyi almistir. Fakat 1115 (1703) senesinde babasi ile birlikte
azledilir. Bundan kisa bir müddet sonra da vefat etti.
Böylece tarihî seyri içinde geçirdigi çesitli merhalelerden
sonra nihayet, Seyhülislâm Medenî Mehmed Nuri Efendi (1920-1922)'nin, dahil
bulundugu son Osmanli kabinesiyle birlikte istifasi neticesinde, seyhülislâmlik
makami, Osmanlilar'la birlikte Islâm âleminden de kalkarak tarihe mal
olur.
Sehülislâmin Tayin ve Azli: Osmanli Devleti müesseselerinden
biri olan ilmiyye'nin reisi durumundaki seyhülislâmin bu makama gelebilmesi,
basit bir tayin veya formalite isi degildi. Bununla beraber, seyhülislâm
Ebu's-Suûd Efendi'den önce, bu makama gelebilmek için kesin ve tayin edilmis bir
kanun yoktu. Kadiaskerlik, büyük kadilik veya müderrislik yapmis olanlardan
münasipleri, bu makama getirilebiliyordu. Fakat Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren
seyhülislâmlik, Rumeli kadiaskeri olanlara verilir oldu. Bu tarihten sonra
nâdiren, Anadolu kadiaskeri veya bunun pâyelilerinin getirildigi
görülür.
Ebu's-Suûd Efendi'den itibaren bu makama gelebilmek için
bazi merhalelerden geçmek gerekiyordu. Bunun için, müderrislik mertebesini ihraz
eden bir kimsenin en az 15-20 sene talebeye ders vermesi, belli
mevlevîyet-lerden* sonra Istanbul kadiligi, Anadolu
kadiaskerligi ve sonunda da Rumeli kadiaskerligine getirilmis olmasi
gerekiyordu. Ancak bu siranin takibinden sonra mesihat makamina
gelinebilirdi.
Ilmiye sinifinin reisi ve dinî lider olmakla beraber,
seyhülislâmin tayini, bizzat devletin basinda bulunan padisah tarafindan
yapilirdi. Bu tayinde çogu zaman sadriâzamin da müessir oldugu bilinmektedir.
Ayni sekilde veziriâzamin azlinde, bazan seyhülislâmin müessir oldugu da bir
gerçektir.
Sadriâzam, kadiasker veya mâzulleri arasinda, kendisiyle
anlasabilecegi birisini padisaha empoze edebilirdi. Maamafih, padisah, bazen hiç
kimseye sormadan ve hiç kimsenin fikrini almadan da seyhülislâm tayini
yapabiliyordu.
Seyhülislâmin kim olacagi kararlastirildiktan sonra,
veziriâzam, o zat hakkinda telhis denilen arîzayi padisaha takdim eder; bundan
sonra, seyhülislâm olacak zat,saraya veya icabina göre Pasakapisina dâvet olunup
sadriâzamla beraber saraya giderlerdi.
Sayet, seyhülislâm namzedi, dogrudan dogruya saraya dâvet
edilmis ise, veziriâzam da çagirilirdi. Teamül geregi, seyhülislâm tâyin
edilenler Arz odasinda padisahin elini öperlerdi. Fakat, Zekeriyezâde Yahya
Efendi'nin seyhülislâmligindan sonra bu âdet terk edilerek sadece bahçede el
öpmekle iktifa edilmisti.
Seyhülislâmin tayini ile yakindan ilgili bulundugundan, bu
makamda en çok kalmis olanlardan da kisaca bahsetmemiz gerekir. Araliksiz, 498
sene devam eden bu makamda, en fazla kalan kisi, Kanunî ve II. Selim devri
seyhülislâmi Ebu's-Suûd Efendi'dir. Mesihat müddeti toplam olarak 28 sene 11 ay
sürmüstür. Ebu's-Suud Efendi'den sonra gelenler artik onun kadar kalamamis ve
3-4 senelik bir vazifeden sonra bu makami baskalarina terk etmek zorunda
kalmislardir. Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'den sonra ikinci sirayi, 24 sene ile
II. Murad ve Fâtih devri seyhülislâmi, Molla Fahreddin Acemî (1436-1460)
almaktadir. Bu makamda uzun süre kalma imkânini elde eden ve üçüncü sirada
bulunan Zenbilli Ali Cemalî Efendi'dir. II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî
devirlerinde mesned-i mesihatta bulunan bu zâtin hizmeti, toplam olarak 23
seneyi bulmaktadir.
Bazi kimselerin bu makamda uzun süre kalmalarina karsi, bir
kismi da çok az denebilecek kadar kisa bir süre bu vazifede
kalabilmistir.
Memikzâde Mustafa Efendi'nin mesihat müddeti, Osmanli
mesihat tarihinde en kisa olani olarak bilinir. Bu müddet, 13 saatlik bir zamani
kapsamaktadir. Hizmetin azligi ve müddetin kisaligi ile ikinci sirada bulunan,
IV. Mustafa (1807-1808) devrindeki Sâmanîzâde Ömer Hulusi Efendi (öl. 1812)'nin
ikinci mesihatidir. Bu müddet de bir günlük bir zamani kapsamaktadir.
Daha önce de belirtildigi gibi mükerrer seyhülislâmlik, h.
1000 (1591) yilindan itibaren Bostanzâde Mehmed Efendi ile baslamistir. Bu
zattan sonra mükerrer vazifeler devam edegelmistir. Bu tatbikatin neticesi bazi
kimseler, birkaç defa bu makama getirilmislerdi. Bu makama en fazla yani dörder
defa gelenleri söyle siralayabiliriz:
1. Cafer Efendizâde Haci Mustafa Sun'ullah
Efendi.
2. Yusufzâde Cemaleddin Efendi.
3. Musa Kâzim Efendi.
4. Haydarîzâde Ibrahim Efendi.
5. Mustafa Sabri Efendi.
Isimleri zikredilen bu zevatin son dördü, Ikinci
Mesrutiyet'in kabine degisikligi sonucu tekraren bu makama getirilmislerdi. Zira
artik II. Mesrutiyetten itibaren seyhülislâmlar da kabine üyesi olarak onunla
birlikte atanir ve yine onunla birlikte vazifeden alinir oldular.
Seyhülislâmin vazife ve selahiyeti: Kurulus döneminde
vazifesi, sadece ser'î meseleler üzerindeki talepler hakkinda fetva vermekten
ibaret olan seyhülislâmin, bu hükümler hakkinda hiç bir icra selâhiyeti yoktu.
Bununla beraber, hiç bir kadi, onun verdigi fetvayi reddetmeye cür'et
edemezdi.
Kurulus döneminden sonra ise Seyhülislâmin fetvalari, sadece
ammeyi ilgilendiren siyasî sahalara inhisar etmistir diyebiliriz. Bunun için,
devlette, ammeyi ilgilendiren hususlarda mutlaka seyhülislâmin fetvasi
gerekiyordu. Böylece seyhülislâm, fetvalari ile devlette kanunlarin vazi'ligi
vazifesini de üstlenmis denebilir. Nitekim, Seyhülislâm Ebu's-Suûd Efendi'nin
tasvibinden geçen kanunnâmenin bas tarafinda aynen söyle
denilmektedir:
Merhum ve magfurun leh Sultan Süleyman Han aleyhi'r-rahme
ve'r-ridvan hazretlerinin zamân-i bâemanlarinda merhum Seyhülislâm Ebu's-Suûd
Efendi hazretlerinin asrinda olan kanunnâme-i sultanîdir ki, ser-i serife
muvafakati mukarrer olup hâlâ muteber olan kavanin ve mesâildir. Kanunlasmasi
için fetva istenilen mevzularda, seyhülislâmlarin gözettigi esaslar, Islâm
cemaatinin hayri ve adalet prensibidir. Nitekim, Seyhülislâm Pîrizade Mehmed
Efendi (öl. 1748) Raiyyet, babasinin kaçtigi topraga geri getirilir mi?
sualine karsi su fetvayi vermistir: Gerçi ser'î maslahat degildir, lakin koyun
kimin ise kuzu dahi onundur, deyü sayi, Ancak bu makûlede ûlu'l-emre müracaat
olunur. Nizâm-i memleket için olan emr-i âliye itaat vacibtir der.
Kararlarini tatbik edebilme imkânina sahip bulunmayan ve
ayni zamanda, Divân'in âzasi da olmayan seyhülislâma, önemli meselelerin
görüsülme ve müzakeresi esnasinda müracaat edilirdi. Hattâ bazen,
seyhülislâm-lar, hiç kimseye haber vermeden Divan'a girip istedikleri konu
hakkinda mütalâada bulunabilirlerdi.
Devlet teskilâti içindeki vazifesi, önceleri sadece fetva
vermek gibi bir sahaya inhisar eden seyhülislâmlarin bu makami, Ibni Kemal ve
Ebu's-Suûd Efendi gibi dirayetli zevatin yetismesi ile daha da önem kazanmaya
basladigindan yetki alani da buna paralel olarak genislemistir. Bu yüzden,
bilhassa XVI. asrin ikinci yarisindan itibaren ilmî tevcihatin seyhülislâmlara
verildigi görülmektedir. Nitekim, 982 (1574) tarihine kadar müderris ve mevali
ile müftülerin tertip ve telhisleri hususu, veziriâzamlara ait iken, bu tarihten
sonraki bazi veziriâzamlarin cahil olmalari, bu islerin seyhülislâmlara
birakilmasina sebep olmustur. Böyle bir yükten kurtulmak için Ebu's-Suûd Efendi,
Veziriâzam Ibrahim Pasa'ya bir tezkire yazarak Fetva istigâli vaktimizi istiâb
ederken bir bâri dahi üzerimize tahmil bize çevirdir. diyerek bu vazifeyi kabul
etmek istememisse de bundan böyle vazife ve selâhiyet alani daha da
genisletilerek, kirk akçadan yukari hâriç ve dâhil müderrislikleri ile,
orduya tâyin edilecek kadilar; vilâyet, sancak ve kaza müftüleri; imam, hatip ve
müezzinlerin; Konya'da post-nisîn olan Çelebi Efendi'nin inhasi üzerine mevlevî
seyhlerinin ve mevâlî denilen büyük kadilar ile kadiaskerlerin tâyinleri
seyhülislâmlara verildi. Bu, seyhülislâmligin en yüksek makam oldugunun
bilinmesi ve kadiaskerlerle veziriâzamlarin haksizlik yapmalarini önlemek
içindi. Seyhülislâm, yapacagi tâyin hususunda kanun geregi, veziriâzam ile
görüstükten ve anlastiktan sonra tayin edileceklerin listesini bir telhis ile
veziriâzama bildirir, böylece, onun vasitasiyla padisahin iradesini almis
olurdu. XVII. asir sonlari ile XVIII. asirda veziriâzamin muvafakatinin alinmasi
sadece kadiasker ve mevâlî tayinlerine tahsis edilmistir. Digerleri için böyle
bir muvafakata ihtiyaç yoktu.
Böylece seyhülislâm, günümüzün hem Adliye, hem de Millî
Egitim Bakanliklari vazifesini üstlendigi gibi, Diyanet Isleri Baskanligi
vazifesini de üstlenmisti. Bütün bu vazifelerle yükümlü tutulan seyhülislâm,
sadece belli bazi tâyin ve fetva islerinin tedvini ile yetinmiyordu. O,
medreselerin idare ve kontrolundan da mes'ul tutuluyordu.
Önceleri, Divan-i hümayûn âzasi olmayan seyhülislâmlarin
meclise girmesi, II. Mahmud (1808-1839) devrine rastlar. Bu devirde,
kadiaskerler meclisten çikarilmis, onlarin yerine seyhülislâm gelmistir.
Tanzimat'in ilânindan 1908 senesine kadar nâzirlar gibi degistirilebilen
seyhülislâmlar, bu tarihten sonra, kabine ile degistirilir
olmuslardi.
Tanzimat'la birlikte nâzirlik derecesine inen seyhülislâmlik
makami, 1876'da Mithat Pasa tarafindan ilan edilen Kanun-i esâsî'nin 27.
maddesine göre kendisine taninan hak mucibince derece bakimindan öbür nâzirlara
olan üstünlügü muhafaza edildi. Mezkûr maddede: Sultan, sadriâzami ve
seyhülislâmi kendisi seçer, diger nâzirlar ise sadriâzam tarafindan tâyin
olunurlar denilmektedir.
Seyhülislâmlik makaminin devlet teskilati içindeki
ehemmiyeti, bir hayli yüksekti. Bu ehemmiyet, ifadesini tesrifatta bulurdu. Bu
mânâda seyhülislâm, zamaninin Imam Ebu Hanife (H. 80-150)'si gibi tesrifat üstü
kabul edilirdi. Onun, sadriâzam ve sultan huzurundaki tesrifat kaideleri ile
dinî bayramlarda, sultanlarin cenaze merasiminde, yeni hükümdara beyat ve kiliç
kusatma (Kiliç Alayi) esnasindaki vazife ve selâhiyetleri bütün teferrüatiyle
tesbit edilmistir.
Seyhülislâmin maiyyeti: Osmanli devlet teskilâti içinde
önemli bir yeri bulunan seyhülislâmlarin, XVIII. asra kadar belli ve herkesçe
bilinen bir daireleri yoktu. Seyhülislâm olarak tayin edilen zatin konagi
müsaitse kendi konaginda, degilse münasip bir konaga tasinarak orada vazifesini
icra ederdi. Nitekim, Ali Cemalî Efendi'nin kendisinden istenen fetvalarin
cevaplarini, konaginin penceresinden, iple sarkittigi bir zenbile koymak gibi
bir âdetinin bulundugunu ve bundan dolayi da Zenbilli adini aldigini
biliyoruz. Bu bilgi, bize onun kendi konaginda vazifesini icra ettigini
göstermektedir.
Osmanlilarda XVIII. asir sonlarina dogru baslayan idarî
yenilesme hareketlerinin sonucu olarak, zamanla reisi seyhülislâm olan idarî bir
kisim meydana geldi. Daha önce, belli bir dairesi bulunmayan seyhülislâma,
Tanzimat döneminde Yeniçeri Agasi'nin dairesi tahsis edildi. Artik bundan sonra
buraya Seyhülislâm Kapisi veya Bab-i Fetva denmeye baslandi.
Devlet teskilâti içindeki durum, yetki ve vazifesine uygun
olarak seyhülislâmin maiyetinde de hayli kabarik bir memurlar kadrosu tesekkül
ediyordu. Birçok memuru yaninda, baslarinda Fetva Emini bulunan ve pek mühim
bir daire olan fetva kalemi vardi. Bu dairede müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci,
kâtip, mühürdar ve müvezziler bulunurdu. Dairenin basinda bulunan Fetva emini,
fikih, yani Islâm hukukunu çok iyi bilen bir kimse olurdu. Istenilen fetvayi
bulmakla yükümlüydü. Bu zatin maiyetinde de yirmi kadar kâtip olup bunlar,
verilen fetvalari yazarlardi.
Fetva eminliginin ihdasi, Seyhülislâmin sefere istiraki veya
hastalanmasi gibi anormal bir durumun ortaya çikmasi yüzündendir. Ilk fetva
emininin, Seyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin hastaligi üzerine tâyin
edildigi ve bu zatin da Balikesirli Mehmed Muhyiddin Efendi oldugu
bildirilmektedir.
Seyhülislâm dairesinde, fetva eminliginden baska daha bazi
önemli memuriyetler de vardir, bunlar:
Kethüda: Siyasî ve iktisadî islerinde seyhülislâmin vekili
olan kethüda, onun adina hareket ederdi.
Telhisçi: Seyhülislâmin, hükümet nezdindeki temsilcisi
durumundaki memuru olup, hukuk, dinî isler ve kanunlara ait muamelelerde
hükûmetle temas ederdi. Seyhülislâmin, müderris ve mevali tayinleri bunun
vasitasiyla ve Reisü'l-Küttab'in delâletiyle veziriâzama arzolunurdu.
Mektupçu: Seyhülislâmin divan efendisi veya mühardari ve
simdiki ismiyle yazi isleri müdürü idi. Mesihattan çikan buyruldular, tayin
rüusu ve beratlari ile icâzetnâmelerin yazildigi daire bunun emri altinda idi.
Keza seyhülislâmin mührü de bunda (mühürdar) bulunurdu.
Seyhülislâmin maiyetindeki bu memurlardan (daire müdürleri)
her birinin kendisine ait ve müstakil daireleri bulunmakta idi.
XIX. asirda maiyeti daha da genisleyen seyhülislâmlik
makaminin bu devirdeki memurlari, kadiasker ve Istanbul kadisi maiyeti de dahil
olmak üzere sunlardi:
Ders vekili, Fetva emini, Seyhülislâm mektupçusu, Arzuhalci,
Ilâmat mümeyyizi, Rumeli kadiaskeri tezkirecisi, Kassam-i askerî, Rumeli
ser'iyyatçisi, Rumeli vekayi kâtibi, Anadolu kadiaskeri tezkirecisi, Anadolu
vekayi kâtibi, Istanbul Kadisi müsaviri, Istanbul ser'iyatçisi ve Istanbul
kadisi vekayi kâtibi. 1293 (1875) yilindaki uygulamaya göre mesihat daireleri
büyük memurlari (müdürleri) ise sunlardi:
Ders vekili, fetva emini, Mesihat mektupçusu ve üç muavini,
Ilâmat-i ser'iyye mümeyyizi, Mesihat arzuhalcisi ve iki muavini, Ilâmat-i
ser'iyye mümeyyiz muavini, maas-i ilmiyye kâtibi, Reisü'l-müsevvidîn. Bunlarin
her birinin de müteaddid memurlari vardi.
KADILIK
Osmanlilar, kendilerinden önceki Islâm devletlerinin
geleneklerine uyarak kadi tayininde çok titiz davrandilar. Zira Islâmî anlayisa
göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakimdan
Osmanlilar, herhangi bir kimseyi degil, her yönü ile taninmis ve güvenilir
kimseleri bu makama getiriyorlardi. Kurulus döneminden itibaren Islâm dünyasinin
maruf aileleri bir taraftan Anadolu'ya gelirken bir taraftan da açilan
medreseler kaza tarikini ihtiyar edecekleri (kadiligi seçecek olanlari)
yetistiriyordu. Hatta baslangiçta kaza isinin Islâm an'anesine uygun olarak
camilerde görülmesi için Bursa'daki Yesil Câmi ile Yildirim câmileri dâva
görülebilecek bir sekilde yaptirilmislardi. Nitekim Bursa'daki Yesil Câmi gözden
geçirilecek olursa, biraz yüksek olan minberle mihrab arasi namaza, fiskiyenin
bulundugu ve nisbeten alçak olan yer dâvacilara, iki tarafindaki odalar da
dâvalari görecek olan kadi ve kadiaskerlere tahsis edilmisti.
Osmanlilarda kadi nasbi ilk defa Osman Gazi tarafindan,
kayinpederi Seyh Edebali'nin damadi ve talebesi olan Dursun Fakih ile baslar.
Devletin istiklâl ve hükümranligina bir isaret olan ilk hutbeyi okuyan kimse de
ayni zatti.
Osmanli devlet teskilâtinda, kadi'nin adlî görevi yaninda
idarî, ilmî ve hatta askerî görevi de vardir. Çünkü Osmanli sehir idaresinde
beledî ve mülkî idare fonksiyonlari birbirinden kesin çizgilerle ayrilmamistir.
Kadi, sehrin yargi mercii oldugu kadar, asayisin âmiri, vakiflarin denetçisi,
beledî hizmet ve zâbita görevlerinin de âmiridir. Bütün bu vazifeleri yerine
getirmesinde kendisine yardim eden bazi yardimcilari vardir. Böylece kadi'nin
yükü hafifletilmis olur. Mesela kadi'nin yaninda Subasi, Böcekbasi, Çöplük
Subasisi Mimarbasi gibi Yeniçeri ocagina bagli zâbit ve görevliler, genel
güvenlik, temizlik ve imar düzeninin saglanmasina kadar çesitli alanlardaki
zâbita hizmetlerini yerine getiriyrolardi. Keza çarsi ve pazarin kontrolü,
narhin tesbiti, dinî emirlerin yerine getirilip getirilmediginin gözetilmesi,
kötülüklerin islenip islenmediginin kontrolü, (emr bi'l-ma'rûf ve nehy
ani'l-münker), bazi günlük vergilerin (yevmiye-i dekâkin gibi) toplanmasinda da
kadi'nin en büyük yardimcisi Ihtisâb Agasi (Muhtesib)dir.
Osmanli toplumunda önemli bir yeri bulunan kadilar, biri
Anadolu, digeri de Rumeli olmak üzere iki kadiaskerlige bagliydilar. Bunlar,
bagli bulundugu kadiaskerligin icray-i faaliyet eyledigi sinirlar dahilinde
adalet tevzi edip hizmet görürlerdi.
Osmanli ülkesinde kadi olabilmek için medresinin yüksek
derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini düsünmek mümkün degildi.
Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama en küçük bir kazaya kadi olunamazdi.
Vazifelerinin önemi, halk ile olan münasebetleri ve adalete gölge düsürmemek
için kadilar, bazi isleri yapamazlardi. Ticaret yapmak, borç alip vermek, hediye
kabul etmek, umumî ziyafetlerde bulunmak. Zira böyle isler onlarin hüküm
vermesinde ileride herhangi bir süpheye sebep olabilir. Bu bakimdan onlar her
türlü hareketlerden kaçinmak zorunda idiler.
Osmanli kadisi sancak ve kazalara tayin edilirdi.
Hiyerarside sancak kadilari daha üstün idiler. Kadi ilk olarak kazaya tayin
edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye baslardi. Rumeli kaza kadiliklari dokuz,
Anadolu on, Misir ise alti sinifa ayrilmisti. Bir kadi terfihen son basamaga
geldiginde yevmiyesi 150 akçaya yükselmis olup esref-i kudat adiyla anilan
zümreden sayilirdi. Kaza kadilarinin görev süresi bir yerde 20 ay,
Mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi. Bu müddeti dolduran kadi, mazul
sayilarak yerine sirada olan bir baskasi atanirdi. Müddetini dolduran mazul
kadi, Istanbul'a gelerek her Çarsamba günü kadiasker dairesine devam edip sira
beklerdi. Bu bekleyise zaman-i infisali denilip, sonraki tayinine de zaman-i
ittisâli adi verilir. Kadilarin bu kadar kisa bir zamanda yer degistirmesi,
muhtemelen terfi imkanlarinin tikanmamasi ve halk ile adalete süphe düsürecek
kadar ileri gidebilecek bir yakinlik peydah etmemeleri içindir. Bundan baska,
devamli olarak adlî problemlerle karsi karsiya kalan ve bu yüzden ulûm ve
fünûn ile istigalden uzak kaldiklari düsünülerek, vazifedeki müddetleri belli
dönemlere baglanmis, böylece onlara Istanbul'da yeniden bilgilerini tazeleme
imkâni verilmis oluyordu.
Kaza kadiligindan yükselen kadi, sancak kadisi olur ve
mevleviyet pâyesi alirdi. Mevleviyetler, kadilarin aldiklari yevmiye nazari
itibara alinarak 300 ve 500 akçalik olmak üzere iki kisma ayrilir.
Mevleviyetlerde kadilik müddeti bir senedir.
XVIII. yüzyildan itibaren mevleviyetler bes kategoriye
ayrilmisti. Bunlar: Devriye, Mahrec, Bilâd-i Hamse, Haremeyn ve Istanbul
Kadiligi idi.
1. Devriye Mevleviyeti: Bu mevleviyet, kategorinin en alt
derecesidir. Maras, Anteb, Bosna, Sofya, Belgrad, Bagdad bu yerlerden bir
kaçidir.
2. Mahrec Mevleviyeti: Kudüs, Haleb, Tirhala, Galata ve
Izmir gibi yerlerdir ki sayilari onbir kadardir.
3. Bilad-i Hamse: XVIII. asirda bu sinifta yer alan
mevleviyetler sunlardi: Edirne, Bursa, Sam, Misir ve Filibe, Bu bes kadiligin
dereceleri esit idi. Bu mevkiye yükselenlerden herhangi birisi sirasi gelince
Haremeyn Mollasi (Kadi) olur veya pâyesini alirdi.
4. Haremeyn Mevleviyeti: XVIII. yüzyilin ikinci yarisindan
itibaren Mekke kadiligina ilâveten Medine-i Münevvere de bu kadiliga baglanarak
Haremeyn mevleviyeti adi ile Istanbul kadiligindan sonra en yüksek dereceyi
isgal eyledi.
5. Istanbul Kadiligi: Mevleviyetler içinde en yüksek kademe
Istanbul kadiligi idi. Bundan sonra normal olarak sira Anadolu Kadiaskerligine
gelirdi.
Osmanli devlet teskilâtinda hâkim sifatiyla davalari
sonuçlandirip karara baglayan kadidir. Kadi hükmü olmadan hiç kimse ceza tertip
ve infazinda bulunamaz. Bu, Osmanli adlî sisteminin temel prensiplerinden
biridir. Bununla beraber, mahkemede degil de, yerinde hallolunmasi zarurî olan
veya tahkikat ve kesif gibi isleri gerektiren hallerde kadi, her zaman
mahkemeden ayrilamayacagi için, kendi adina bu isleri görmekle vazifelendirilen
bir yardimci kullanir. Gerek bu sekilde kullanilan yardimci, gerekse bizzat kadi
tarafindan kendi kazasina gönderilip onun adina hükmeden ve onun gibi bütün
yetkileri haiz olan kimseye Naib denir. Kadilarin tayin olduklari kazanin
büyük veya küçüklügüne göre nâiblerin sayisinda da farklilik olurdu.Genellikle
kadilar, kendi kazalari dahilindeki nahiyeleri, nâib ismiyle tayin ettikleri bir
ser'î memura iltizama verirlerdi. O memur da bulundugu nahiyede kaza kadisi
adina nahiyenin ser'î muamelelerine bakardi. Nâib olacaklarin da mutlaka yüksek
tahsil görmüs, halk arasinda ahlâk ve fazileti ile taninmis kimseler olmalari
gerekirdi. Zira o da kadi'nin sahip oldugu bütün hak ve yetkilere sahip olan bir
kimse olarak hüküm vermekteydi. Bu sebeple, kadi nâiblerinin de dürüst, ahlâkli
bilgili ve faziletli kimseler arasindan seçilmesi icab eder. Bütün bu
söylediklerimizi bünyesinde toplayan ve bir sureti Anadolu Kadiaskerine de
gönderilen Evahir-i Muharrem 1173 (21-30 Eylül 1759) tarihini tasiyan asagida
metnini verecegimiz hüküm, gerek kadilarda gerekse nâiblerde bulunmasi icab eden
sifatlari ortaya koymakla kalmamakta, ayni zamanda sirf menfaat temin etmek
gayesiyle, bazi kadilarin basvurdugu gayr-i hukukî yollara da isaret etmektedir.
Benzeri birçok vesika arasindan rastgele alinan bu belge, büyük bir ehemmiyet
arzetmektedir. Hukuk bilmeyen bazi kimselerin naib olarak tayin edilmelerinin,
ser'î hukuk esaslarina göre idare edilen devlet ve halk için ne kadar zararli
olduklarini da yine bu belgeden ögreniyoruz. Bu konuda hem daha fazla bilgi
vermesi, hem de orijinalitesi bakimindan vesikanin metnini aynen buraya almayi
faydali bulmaktayiz.
Rumeli Kadiaskeri edâmellahu fezailehuya hüküm ki: Ümenay-i
din-i mübin ve hademe-i ser'-i Seyyidi'l-mürselin olan kudata taklid-i kaza
veyahut te'yid-i maiset cihetiyle müstahakkine kaza tevcih ve itâ olundukta
binnefs kendileri gidüp hükümet-i kazayi icrâ ve özürleri oldukta icray-i
ahkâm-i ser'iyyeye kadir munassak ve müteserrî' kimesneleri yerlerine nâib nasb
ve tayin edüp bu vechle ahval-i kudat muntazam ve mazbut ve nizam-i bilâd ve
ibâd rabit-i ahkâm-i ser'iyye ile mustahkem ve merbut iken kazaya mutasarrif ve
naib olanlar ziyade celb-i menfaat ve tahsil-i rahat içün binnefs kendileri
memur olduklari mahalle gitmediklerinden gayri niyâbet ve hükümetleri ahkâm-i
ser'iyye icrasina kadir kimesnelere siparis etmeyüp nâdân ve cahil ve ilm-i
sakdan âri ve mütegafil olanlara ve belki hilye-i fadl ve irfandan âtil âyan ve
serdarlara ziyade mesahire ile tefviz eylemeleri anlar dahi kazalarina varup
kazalarinda meydana gelen olaylari yanlis ve rüsvet ile çesitli hüccet
verdikleri. Bundan böyle benzer olaylarin olmamasi için dikkat etmeleri...
Görüldügü gibi bu hüküm, ülkede gayr-i kanunî olaylara vesile olacak durumlarin
ortadan kaldirilmasi için dogrudan kadilarla ilgisi bulunan Rumeli Kadiaskerinin
dikkatini çekmekte ve kendisinden böyle olaylara meydan vermemesi
istenmektedir.
Osmanli toplumunda kadi, yegane sahsiyet olarak özelligini
korurken, hükümlerine disaridan herhangi bir sekilde müdahale ve tesir edilmesi
söz konusu degildir. Zira görevi, onun baskasinin tesiri altinda kalmasina
müsaade etmez. Eger böyle bir durum (tesir altinda kalma) söz konusu ise veya
istenmeyen bir olaya karismis ise o zaman vazifesinden azledilerek çesitli
cezalara çarptirilirdi. Islâm ve Osmanli adlî teskilâtinin ne denli iyi
oldugunu, adalet müessesesinin devrine göre mükemmel isleyip herhangi bir tesir
altinda kalmadigini açik bir sekilde anlatmasi bakimindan, yabanci bir müellifin
bu konudaki sözlerini buraya almak suretiyle bu teskilâtin nasil bir anlayisa
sahip oldugunu ve hangi temellere dayandigini göstermek istiyoruz.
Islâm, adaleti ibâdetten üstün tutmustur. Kadiyi azletmek
selahiyeti yalniz hükümdara mahsustur. Kadiyi, kendi namina halka adalet tevzi
etmek üzere padisah tayin eder. Bir kadi'nin sahsî hayatinda bir leke varsa,
faziletli degilse, içki içiyorsa hiç bir kuvvet onu yerinde muhafaza edemez.
Kadi'nin bilgili olmasi sarttir. Imam Safiî, cahil kadi'nin hükmünü geçersiz
saymistir. Kadi, her sartta vakar ile hareket etmeye mecburdur. Siddet
hareketinde bulunamaz, tehdid edici söz söyleyemez, sert tavir takinamaz, hatta
konusurken sesini yükseltemez. Bir kadi, yalniz padisahi degil, hüküm vererek
Peygamberi de temsil ettigini asla unutamaz. Gerçekten Osmanli kadisi
hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanina göre hareket ederdi. Padisah bile
onlarin tarafsizligina gölge düsürecek bir davranista bulunamazdi. Hergün
cemaatla namaza devam edemiyen Yildirim Bayezid'in, bir davada sahitligini kabul
etmeyen Bursa kadisi Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemiyen kimsenin, kul
hakkinin gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabilecegini düsünmesi
onun böyle bir harekette bulunmasina sebep olmustur.
Daha önce bir kismindan bahsettigimiz yardimcilardan baska,
mahkeme kâtipleri de tabii olarak mahkeme bakimindan kadi'nin yardimcilaridir.
Fakat bunlar disinda, Osmanli adlî teskilâti için bilmemiz ve üzerinde
ehemmiyetle durmamiz gereken bir husus daha vardir ki, o da mahkeme esnasinda
kadilarin yaninda bulunan bir jürinin mevcudiyetidir. Bütün ser'iyye
sicillerinde (mahkeme kararlari) bol bol örneklerini gördügümüz ve adlî
teskilâtimizin iftihar vesikalarindan olan bu jürinin mahiyetini Mustafa
Akdag'in kendi ifadesi ile buraya aliyoruz.
Bir defa, mahkemelerin mutlak surette alenî cereyan etmekte
olmasina ehemmiyetle isaret etmeliyiz. Kadilarin, dâvalara bakmak üzere
yaptiklari oturumlarda, yanlarinda Suhudu'l-hal yahut Udûdu'l-müslimîn veya
Suhûdu'l-udûl tabirleri ile dâvalarda bir bilirkisi heyeti halinde
mevcudiyetlerine zabit metinlerinde itina ile isaret olunan ve ayrica sicile
geçen kararlarin altinda adlari yazili bulunan bes, alti ve bazan daha fazla
sayida sahitler heyeti vardir ki bunlar, mahkemeye bir jüri mahiyeti
vermektedir. Filhakika bunlar katiyyen görgü sahitleri olmayip, tamamiyle
muhakeme tarzinin müsahidleridirler. Tabii, kadi'nin dâva ile ilgili taraflardan
herhangi birisini tutmadigi, müdafaalarini serbestçe yapmalarina tam bir imkân
verdigi itiraf veya inkârlarinda tazyik vesair yollarla tesir etmeyip, tamamiyle
tarafsiz bir hakim olarak hareket ettigi hususunda en iyi vesikanin, adi geçen
müsahidler oldugu görülüyor. Kararlarin yazilis sekli de bu esasa dayanmaktadir.
Çünkü kadi'nin taraf tutmasi veya herhangi bir maksatla dâvaya müessir olmak
suretiyle adaletin tecellisine mani oldugu hallerde, herkesin, her dâvada
bassehre giderek dâvasini divanda gördürmesi mümkün olmadigindan dolayi, bu
müsahidler heyetinin mevcudiyeti, mahkemede hakkin yerini bulmasi için çok mühim
bir hadise olarak kabul olunmalidir. Bundan baska kadi, dâvaya baktigi esnada,
onun bu müsahidlerle müsaverede bulundugunu da biliyoruz. Ser'î kanunlar yaninda
örf ve âdetin ehemmiyetle gözde tutulmasi lazim gelen mahkemelerde kararlarini
verirken birçok defa örf ve âdete vukufsuzluklari yüzünden yanilmalari mümkün
olan kadilarin bu sekilde hareketleri elbette yerinde idi. Osmanli rejimi devri
mahkemeleri bir gelenek halinde isleyip durmustur. Yalniz bahsettigimiz bu
müsahidlerin seçilisi, gelisi güzel olmayip, kasabadaki ileri gelen
sahsiyetlerin tercih olundugunu unutmamalidir. Böylece meshur müderrisler, âyan
ve esraftan olanlar buraya dahil oluyorlardi. Suhûdu'l-hal denen yahut bizim
bilirkisi heyeti diyebilecegimiz bu adi geçen müsahidler heyetini teskil eden
kimseler her mahkemede ayni kadro ile bulunmayip, bazan birkaç kisi degistigi
gibi, sayilarini da tayin etmek mümkün degildir. Çünkü belli basli sekiz on
kisinin isimleri kayit olduktan sonra ... ve gayrihim sözünün ilavesi, diger
bir kisimlarinin isimlerini kaydetmekten vazgeçildigini ifade
etmektedir.
Kadiya hükümlerinin ser'a uygun olmasi bakimindan yol
gösteren diger bir müsavir de kazanin müftüsüydü. Kendisi mahkemede bizzat
bulunmayan müftü, taraflardan, ser'-i serife göre, dâvasinda hakli oldugu
kimseye bir fetva verir, o da bunu mahkemeye ibraz ederek hükmün kendi lehinde
olmasini taleb ederdi. Mamafih dogrudan dogruya kadi'nin kendisi de müftüye
fetva için müracaat etmekteydi. Herhalde kadi tereddüd ettigi hallerde bu yola
gidiyordu. Mahkeme kararlarinda kadi'nin daima fetvaya uydugu görülüyorsa da,
müftünün fetvasindaki hukuki mesnedi yerinde bulmadigi hallerde, kadi'nin nasil
hareket ettigine dair misallerimiz yoktur. Öyle saniyoruz ki, mutlaka fetvaya
uymak lazim geldigine göre, kadi veya fetva geregince dâvayi kaybeden taraf, bu
fetvayi hükümsüz birakmak için, daha selâhiyetli birinden, ihtimal en saglami
Seyhülislâm'dan yeni bir fetva almak mecburiyetinde bulunuyordu. Su halde
görüyoruz ki herhangi bir tesir ile veya vukufsuzlugu yüzünden kadi, hükmünün
adalete aykiri olmamasi için, müftü ve adi geçen müsahidler heyeti bir nevi ilk
kademe temyiz vazifesini görüyorlardi. Kaza dairesini teskil eden topraklarda
çikan vak'alarin ve kaza halkinin bütün muhakemeleri yalniz o kaza mahkemesinde
görülür, baska bir kazaya dava naklolunmazdi. Yalniz bassehre gidip davasini
Divan'da gördürmek herkes için daima mümkün bulunmaktaydi.
Osmanli toplumunda vezirler, valiler vs. gibi devlet ileri
gelenleri her ne suretle olursa olsun hukuki islere müdahalede bulunmazlardi.
Kadilar, bu hususta serbest ve sadece vicdanlarina göre hareket ederlerdi. Hiç
kimse onlarin tarafsizligini bozma cesaretini gösteremezdi.
Ihdasindan itibaren kadiaskerlere, daha sonra bir kismi
mesihat makamina baglanan kadilik müessesesi, 1839'dan itibaren çesitli
degisiklikler geçirdi. Nihayet Cumhuriyetin ilani üzerine ünvani ile birlikte
eski teskilati ile birlikte bu müessesese de tarihe mal oldu.
NAKIBÜ'L-ESRAFLIK
Osmanli Devleti'nin bir yönü ile idarî diger yönü ile ilmî
teskilâtina bagli bulunan müesseselerden biri de Nakîbü'l-esrafliktir. Bu
devlette, ilmiye sinifi mensuplarina taninan imtiyazin, baska hiç bir devlette
taninmadigina daha önc etemas edilmistimisti. Ilmiye sinifina gösterilen bu
saygi ve hürmetten daha fazlasi, Hz. Peygamber'in soyundan gelenlere
gösteriliyordu. Filhakika onlara gösterilen bu saygi, sadece Osmanlil
hükümdarlari, degil, Islâm dünyasinin her devir ve ülkesinde vardi. Bunun
içindir ki, Osmanlilar, Misir'in fethini müteakip Yavuz Sultan Selim zamaninda
Hadîmü'l-Haremeyni's-Serifeyn ünvanini almalarina ve bu tarihten sonra Mekke
ve Medine (Hicaz) ile siki bir iliskide bulunmalarina ragmen daha Yildirim
Bayezid (1389-1402) zamaninda Nakibü'l-esraf tâyin etmislerdir.
Vazifesi, nesl-i pâk-i necib (Hz. Peygamber'in nesli)ten
gelmis bulunan seyyid ve serif lerin islerine bakmak, neseplerini kayd ve zapt
etmek, dogum ve ölümlerini deftere geçirmek, onlari adi bir sanata girmekten ve
fena hallerde bulunmaktan alikoymak, haklarini korumak, sülaleden olan
kadinlarin küfvü olmayanlarla evlenmelerine mani olmak gibi hususlari ihtiva
eden nakibü'l-esrafin bizzat kendisi de Hz. Peygamberin soyundan gelenlerden
tayin edilirdi.
Biraz önce de belirtildigi gibi, hemen hemen her Müslüman
ülkede varligi bilinen Nakîbu'l-esraflik teskilâtinin gördügü hizmetler de
asagi-yukari aynidir. Nitekim Misir'da Nakibü'l-esraf, Hz. Ali'nin zevceleri
olan Fatimatü'z-Zehra evladindan olanlara nezaret ederdi. Onlarin neseblerini
tahkik ve teftis eder, aralarindaki anlasmazliklari çözüp karara baglar ve
onlari gayr-i ahlâkî hallerden men ederdi. Fatimîler zamaninda bu makama
Nikabetü't-talibîn denirdi. Hz. Peygamber'in neslinden gelenlerin Türkiye
Selçuklulari zamaninda da mevcud olduklarini vesikalarla belgeleyen Osman Turan,
onlarin yeryüzüne dagilma sebeblerine temasla:
Vesikada, Sadreddin Yusuf'un asaleti, nesebinin sihhati ve
dindarligi kaydedilerek Selçuk Türkiyesinin seyyidleri reisligine tayin
edildigi, eskiden oldugu gibi onun, evladi ve torunlari için (maiset temini için
daimî gelir) tecdid edilip ona bagislandigini, seyyidlerin ahvalini zapt etmesi,
nesebi sahih olan seyyidlere rivayet... Emevî ve Abbasî devirlerinde vuku bulan
hilafet mücadeleleri dolayisiyla bir çok tazyiklere ugrayan Hz. Peygamber evladi
(seyyid ve serifler) Islâm dünyasinin her tarafina dagilmisti. Bunlar, çok
itibar görür ve devletler kendilerine tahsisat baglardi. der.
Islâm âleminde, seyyid ve seriflere gösterilen bu ragbetten
dolayi bir çok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid oldugunu (müteseyyid)
iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu tip iddialarin
önünü alabilmek ve gerçek seyyid ile müteseyyidleri birbirinden ayirmak isine
çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni dogan her seyyidin neseb defterinin
tutulmasi, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasinin da belirtilmesi
gerekiyordu. Osmanli Devleti'nde bu is biraz daha siki kontrol ediliyordu.
Bunlar (seyyid ve serif), deftere kayd edildikleri gibi ellerine de temessük
adi verilen tanitici bir kimlik belgesi veriliyordu. Nitekim, H. 976 senesi
Receb'inin baslarinda (1568 Aralik sonu) Defterdar Ahmed Çelebi'ye gönderilen
bir hükme göre:
Haci Mansur ve Bayram adindaki sahislar seyyid olduklarini
iddia etmektedirler. Bunun üzerine adi geçenler nakibü'l-esraf önünde sahih
seyyid olduklarini isbat ederlerse deftere kayd ettirilmeleri ve ellerine
temessüklerinin verilmesi emr edilmektedir.
Böyle bir teftiste seyyid olduklarini isbat edemiyenlerin de
baslarina sardiklari yesil sariklarinin alinmasi gerekmektedir. Zira yesil sarik
sarmak, seyyidligin en önde gelen isareti idi. Nitekim H. 984 senesi Sevval
ayinin sonlarinda (1577 Ocak basi) Bursa kadisina gönderilen bir hükümde
gerçekten seyyid olmayanlarin Nakibü'l-esraf'in gönderecegi adamlari vasitasiyla
teftis edilmeleri, siyadetini isbat edemeyenlerin baslarinda bulunan yesil
sariklarinin alinmasi gerektigi bildirilmektedir.
Osmanli Devleti'nin kurulusundan kisa bir müddet sonra
burada da gördügümüz bu müessesenin kurulusu hakkinda Rif'at Efendi
Davhatü'n-Nukaba adli eserinde sunlari söyler:
Yildirim zamanina kadar seyyidler için bir nakib ve zabita
tayin edilmemisti. Ancak daha önceleri ve onun devrinde bir çok âlim ve fâzil
kimse Osmanli ülkesine geliyorlardi. Yildirim zamaninda Buhara'dan kalkip gelen
Seyyid Ali Neta' ki cedd-i âlâlari Seyyid Muhammed, Bagdad'da esraftandi.
Padisah bu durumu anlayinca onu tâife-i aliyye-i sâdâta zâbit ve nâzir tayinle
kendileri için Ebû Ishak zaviyesini bina eyleyerek tevliyetini ahfadina sart
kilmisti. Timur vak'asinda Molla Fenari ve Seyh Muhammed Cezerî ile birlikte
hapsedilmisti. Hapisten kurtulduktan sonra Hacc farizasini eda etmek üzere
Mekke'ye gitti. Dönüste vefat eyledi. Yerine oglu Seyyid Zeynelabidin geçti.
Onun da vefati ile bu makam uzun bir müddet bos kaldi. Ancak Ikinci Bâyezid
(Bâyezid-i veli) devrinde H. 900 (1494/95) tarihlerinde Emirî mahlasli Kirimli
Seyyid Mahmud Efendi Arap ve Acem seyahatini bitirip Osmanli ülkesine gelmisti.
Âyan ve cumhurun ittifaki ile seyyidlere nâzir tâyin edildi. Araplarda bu
vazifeyi alana nakibü'l-esraf dendigi için adi geçen zatin mensuru dahi bu
ünvanla tayin edilerek ilk olarak bu zat hakkinda nakibü'l-esraf tabiri
kullanildi. Önceleri günde 25 akça vazife ile maas aliyordu. Daha sonra bu maasi
yevmiye 70 akçaya çikti.
Mevzumuza isik tutacagi için Ali Emirî (öl. 1924)'nin
nakibü'l-esraflikla ilgili verdigi malumata temas etmeden
geçemiyecegiz:
Selâtin-i Osmaniyye'nin sâdât-i kiram hazeratina fevkalâde
hürmet-i mahsuslari oldugundan bu silsile-i mübarekeye bazi müteseyyidler
karismamak ve bir seyyid-i sahihu'n-neseb bir memlekete seyahat ederse hakkinda
hürmet olunmak ve sayet gittigi sehirde temekkün ve tavattun buyurursa ismi zabt
ve kayd olunmak üzere hicretin sekiz yüz tarihinde selâtin-i Osmaniyye'nin
dördüncüsü olan Yildirim Bayezid tarafindan o vakit payitaht olan Bursa'da
Nakibü'l-esraf ünvaniyle sâdâttan olmak üzere memur-i mahsus tâyin buyrulmus ve
Fâtih Istanbul'u zapt ettikten sonra da bu hususa itina buyurduklari gibi
mahdumlari sultan Bâyezid-i sani zamaninda umum vilayet ve liva merkezlerine
vesair icabeden mahallere de Nakibü'l-esraf vekili ünvaniyle memurlar nasb ve
tayin buyrularak sâdatin silsilelerinin muhafazasina itina edilmis ve el'an
devam edilmekte bulunmustur. Zaten o misillû sâdât-i kiramdan olanlarin
ellerinde secereleri bulunmak tabii ise de secereleri ziyaa ugrar veyahut secere
tutmamis bulunanlar olursa ya Dersaadette Nakibü'l-esrafa veyahut Nakibü'l-esraf
vekillerine müracaatla siyadetini irae ve isbat edebilirler.
Nakibü'l-Esraf, Osmanli devlet tesrifatinda (protokol) diger
bütün devlet erkânina takaddum ederdi. Nitekim padisah cüluslarinda yeni sultani
ilk tebrik eden Nakibü'l-esraftir. Tesrifat-i Kadimede bu hususta söyle
denilmektedir:
Sevketlü kerametlü efendimiz hazretleri müsahede ve taht-i
aliye cülûs buyurduklarinda alkis olunup ibtida Nakibü'l-esraf efendi gelüp
dâmenbus ve kiyam ve alkis olunup duaya surû' eyledigi gibi çavusbasi aga ile
kapucular kethudasi aga temenna edüp kubbe-i hümayuna seyhülislâm efendi
hazretleri ile kaimakam hazretleri kaldirmaya azimet ve müsarünileyhima dahi
yerlerinden hareket ve süratlice reftar ile gelinceye dek Nakibü'l-esraf efendi
dahi duaya hitam virüp kad-i hamidey-i tâzim eyledikten sonra avdet etmeyüp
taht-i hümayunun sag tarafinda sevketlü efendimizin nazargahlarinda
durdular.
Sultan Ikinci Abdülhamid zamaninda, Nakibü'l-esraflarin
oturmalarina mahsus Yildiz civarinda bir konak tahsis edilmisti.
1908 senesine kadar 1000 kurus maas alan Nakibü'l-esrafin
ayligi daha sonra 5000 kurusa kadar çikarilmistir. Önceleri kalabalik bir kalem
heyeti bulunan bu makamin bilahare 1000 kurus aylikli bir kâtible iktifa ettigi
görülmektedir.
Osmanli devlet ve toplum hayatinda büyük bir yeri bulunan
Nakibü'l-esraflik müessesesi, adi geçen devletle birlikte tarihe mal
olmustur.
IMAMLIK
Insanlari dogru yola iletmek ve dolayisiyla onlara dünya ve
ahiret saadetini tattirmak için, zaman zaman peygamber adi verilen elçilerini
gönderen Allah, insanlara bu elçileri vasitasiyla emirlerini bildirmistir. Bu
emirler Allah tarafindan gönderilen Kitap veya Sahifeler'de yazili idi.
Peygamberlerin vefatindan sonra da emirlerine uyulmasi ve bunlarin tatbiki için
bazi kimselere bu sahada çalisma imkân ve kolayligi verilmistir. Çesitli dinlere
göre farkli isimler alan bu zümre genel olarak Din adami sinifi diye
isimlendirilebilir.
Ilk emrinde okumayi emreden, ilmi herkese farz kilan ve
ilimle mesgul olmayi ibadet sayan Islâm Dini, kendinden önceki dinlerde oldugu
gibi, belli çizgilerle diger insanlardan ayrilan veya Allah ile insanlar
arasinda aracilik yapan bir din adami sinifina tarih boyunca yer vermemistir.
Bu durum Islâm'la öbür dinler arasindaki belli basli farklardan birini teskil
eder. Zira bir müslüman istedigi her yer ve zamanda Allah'a yalvarir, tevbe ve
ibadet edebilir. Hiç kimse onun bu istegini engelleyemez. Ama öbür dinlerde
meselâ hristiyanlikta oldugu gibi bir kimsenin günahlarinin bagislanmasini
istemesi ancak bir papaz vasitasi ile mümkündür. Arada bir rahip olmayinca
Hristiyanin tevbe ve bagislanma istegi Allah'a ulasmaz. Daha açik bir ifade ile
Hristiyanlikta din adami Allah ile insanlar arasinda bir nevi aracilik yapar.
Iste bu sebeple Islâmdaki din adamligi anlayisi ile baska dinlerdeki din
adamligi anlayisi arasinda önemli farklar vardir. Burada bu farklardan sadece
bir tanesine temas ettik. Konu ile ilgili böyle kisa bir giristen sonra artik
Islâmdaki din adami, dogru bir ifade ile din görevliligi sayilan imamlik
müessesesine geçebiliriz.
Kur'an-i Kerim'in yedi yerinde müfred (tekil), bes yerinde
de cemî' (çogul) olarak geçen imam kelimesinin âyetlerin isigi altindaki lügat
mânasi: Nümune, isaret, misal ve rehberdir. Ilmî istilah olarak ta çok degisik
mânalar ifade eden bu kelimenin bütün bu yönlerini simdilik bir kenara birakip
sadece namazda müslümanlarin kendisine uydugu kimse (imâmet-i sugrâ) mâna ve
medlûlüne temas edecegiz.
Günümüzde vazifesi mihrab ile minber arasina sikismis
bulunan imamin yetki ve selahiyetleri baslangiçta bu kadar kisitli degildi. O,
sosyal hayatin en önemli unsurlarindan biri oldugu için daha genis yetkilere
sahipti. Osmanli sehrinin toplum hayatinda özellikle mahallenin her seyi ondan
sorulur, onun haberi olmadan mahalleye yabanci bir kimse giremezdi. Ölüm ve
dogumlarin kayitlarini o tutardi. Mahallenin genel ahlâkindan bir dereceye kadar
o sorumlu idi. Nitekim Osmanli cemiyetinde mahalle imami kadi'nin vazife ve
temsilciligini yapardi. Mekâna göre bir görev taksimi yapildiginda
kadi-nâib-imam hiyerarsisi görülmektedir. Memleketimizde 1245 (1829) senesinde
muhtarlik teskilati kurulana kadar mahallelerin mülkî ve beledî âmiri yani
yöneticisi olan imamlar, ayni zamanda kadi'nin bir nevi temsilciligini de
yapiyorlardi. Vazifeye tayinleri bizzat padisah berati ile olan imamlarin bu
durumunu ortaya koyan pek çok vasika vardir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini
tasiyan ve Edirne Kadi'sina yazilmis bulunan bir emre göre imam ve hatiblerin
vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerekmektedir. Aksi
takdirde vazife yapamiyacaklari belirtilmektedir.
Osmanli Devleti'nde mahalle halkinin beledî, idarî ve dinî
yöneticisi olan imamin vazifesi sadece sivil hayatta degil, askeriyede de vardi.
Bu sebeple biz, onun askeriyedeki durumuna kisaca temas edecek daha sonra sivil
toplumdaki yetkilerine temas edecegiz. Onun, askeriyede de önemli bir mevkii
vardi. Osmanli Teskilât ve Kiyafet-i Askeriyesi adli eserinde Mahmud Sevket
aynen söyle der: Imam, basinda yesil çuhadan müdevveru's-sekl kalafat üzerine
beyaz sarik sarip arkasina dar kollu kirmizi cübbe ve bunun altina sivâî entari
ve bacagina dökme salvar iktisâ eder. Ve ayagina mavi mest ve pabuç giyer ve
Mushaf-i Serif vaz'ina mahsus olan cüz kesesini boynuna asar idi.
Yeniçeri ocagina mahsus olmak üzere ImamGi Hazret-i Aga
ünvanini haiz bir imam bulundugu gibi kapikulu sünûf-i askeriyesi ortalarindan
her birinde dahi efrad-i askeriyeye talim-i serâit-i dîniyye etmek ve edây-i
salât ile talkin, gasl ve tekfin vezâifi dahi ifa eylemek üzere bir imam mevcut
idi.
Kitâat-i askeriyenin büyük zâbitâni meyaninda vacibu'r-riâye
olanlardan birinin ismine nisbetle yâdedilmesi orduy-u hümâyunca kadîmen mutâd
oldugu cihetle yeniçeri ortalarindan 84. cemaat ortasina imâm-i Hazret-i Aga
namina nisbetle Imam denirdi.
Imam-i Hazreti Aga hakkinda Uzunçarsili (Osmanli Devleti
Teskilâ-tindan kapikulu Ocaklari, I, 232-233)'da söyle der: Ocak imami resmî
zamanlarda ve ordu alaylarinda basina yayabasi keçesi giymeyerek ulemâya mahsus
örf giyer. Fakat Kadiasker ve Istanbul Kadisi gibi saçakli çuha abayi degil
seraser abayi giyerdi. Bes vakit namazda aga kapisindaki yeniçeri agasina
imamlik eder ve aga sefere gitmeyince bu da sefere gitmezdi.
Aga imami azlolunamazdi. Kendi arzusuyla devecilik isterse
yani deveciler ortasina yayabasi olmasini arzu ederse o makam ayrilmasina
müsaade edilirdi. Imam, yeniçeri agasinin yakini oldugundan ortasinin efradi
fazla idi. 1035 (1625) tarihindeki ulûfe defterinin 28. imam ortasi mevcudu 327
ve 1074 (1663) senesindeki defterde ise 94. imam ortasi mevcudu 261 kisi
idi.
Yeniçeri tesrifat defterinde (XVI. asir) Ocak imami basçavus
ve Haseki agalar arasinda görülmektedir. Her ayda bir defa yeniçeri agasinin,
alayla veziriazama gidip ziyaret ettigi vakit, Ocak imami da beraber gider ve el
öptükten sonra diger bazi agalar gibi disari çikmayarak Yeniçeri Agasi ile
beraber sadriazamin odasinda otururdu. Bayram merasiminde de imam, ayni
tesrifata tabi idi.
Halkin, daha dogrusu mahallenin idarî ve beledî âmiri olan
imamlarin bu durumu, kendilerini bazi mükellefiyetlerden kurtarmaktadir. Nitekim
bu yüzden devlet, imam ve hatiplik vazifelerinde kaldiklari müddetçe bunlardan
vergi almamaktadir.
Osmanlilarda, mahalle yöneticisi olan imamlar, günümüzde
oldugu gibi namaz kildirip köselerine çekilmiyorlardi. Onlar, mahallenin gören
gözü ve isiten kulagi idiler. Kahvede vaaz eder, çocuklara ders verir, cemaata
yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirlerdi. Bununla beraber onlar, yalniz
dinî bir kilavuz, ögrencilere ders okutan birer ögretmen, kahve ve minberlerde
cemaata yol gösteren birer akil hocalari degillerdi. Onlar, mahallelerinin
düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu birer yönetici idiler.
Mahalleleri onlar yönetirdi. Nitekim, kötülükleri zahir olanlar, içki içenler ve
namaz kilmayanlarin mahallelere sokulmamasi gibi bazi görevler bizzat imamlardan
istenmektedir. Onlara bu vazifelerini bildiren emirler verilmektedir. Evahir-i
Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihin, tasiyan asagidaki su emir bunlardan sadece
bir tanesidir:
Âsitâne Kaymakamina ve Istanbul Kadisina ve Sekbânbasiya ve
Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahruse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis
taifesi tavattun ve âdet-i mazmumeleri üzre bazi erâzil ve müdmini - hamr (içki
içenler) olan eskiya ile ihtilat ve irtikâb-i fisk-u fücur ve bâsie-i fitne ve
fesâd olduklari mesami-i aliyye-i mülûkâneme ilka olunub emr bi'l-ma'ruf ve nehy
ani'l-münkerin mev'ize-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeâ-bimi
vâcib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lâzim vârid olmagla sen ki
vezir-i müsarün ileyh ve siz ki mûmâ ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i
serif-i vacibü'l-imtisalim vüsuluna mahruse-i Istanbul ve tevabii mahallati
imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i
hamsede (bes vakit) cemaat ile eday-i salât-i mefruza içün hazir olup ve
içlerinden târik-i salât (namazi terk edenler) ve sürb-i hamr vesair menahiyi
mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzre ma'rifet-i ser'le muhkem
tenbih ve te'kid ve mehakime üzerlerine ta'zir-i ser'î iktiza eder cürmü sâbit
olanlarin dahi müstahak olduklari cezalari töhmetleri tasrihi ile sen ki vezir-i
müsarün ileyhsin huzuruna i'lam ve ser'an müstahak olduklari cezalari, sâire
mucib-i ibret içün (baskalarina ibret olmak üzere) alenen tertib ve
bitevfikillahi taala menhiyyat ve münkerati men ve ref'ine ve ibadullahin zill-i
ma'delet-i mülûkânemde emn ve it'minanlerine ziyade takayyüd ve ihtimam eyleyüp
tesamüh ve tekâsülün gayetü'l-gaye ihtiraz ve ictinab eylemeniz bâbinda ferman-i
âlisanim sâdir olmustur.
Bu fermana göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden
sorumlu tutulmaktadirlar. Belgenin metnini verdigimiz için burada daha genis bir
açiklamaya girmek istemiyoruz. Bundan baska Haslar kadisina Selh-i Safer 975 (5
Eylül 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyüp ve civarindaki mahallelerde
bulunan fisk ve fücur ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve vs. oyun yerleri
ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulunduklari yerlerin kapatilmasi için de
yine imamlardan yardim istenmektedir. Bu emirlere uymayanlarin hapsedilmesi
isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin
görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir.
Osmanli döneminde mahalle imamlarinin birçok görevi
bulunmaktadir. Mahalle teskilâtinin basinda bulunan imamlar, mahallelerinde
inzibati saglamak için siki tedbirler almak zorunda idiler. Bu inzibat ve
güvenlik sebebiyle özellikle Istanbul halki birbirine kefil ettirilirdi.
Kefilsiz olanlar mahallelerde barinamadiklari gibi, Istanbul'da bes yildan az
oturanlar da geldikleri memleketlerine geri gönderilirlerdi. Mahallede kefilsiz
oturanlar ile bes seneden az kalanlarin arastirilip ortaya çikarilmasi tamamiyla
imamlara ait bir görevidir.
Mahalle halki tarafindan biriktirilip imama teslim edilen ve
avariz akçasi denilen bir nevi yardimlasma sandigi vardi ki, burada
biriktirilen para ile mahalledeki hasta ve fakirlere yardim edilirdi. Imamlar,
bu parayi çalistirmak suretiyle fakirlere yardim ettikleri gibi, câmi ve
mescidin ufak tefek ihtiyaçlarini da görürlerdi. Son senelere kadar devam eden
bu faaliyet sayesinde memleket fukarasina önemli derecede yardim yapiliyor, az
da olsa onlarin sikintilari giderilmeye çalisiliyordu. Ancak Kavalali Mehmet Ali
Pasa ile çikan harpte bu para, devlet tarafindan alinarak askerin masraflarina
harcandi.
Çesitli belge ve kroniklerin bildirdiklerine göre mahalle
aralarindaki sokaklarin süpürülüp temizlenmesinden mahalle halki; çarsi ile
pazarlardaki sokaklarin temizliginden de esnaf sorumlu tutulurdu. Nöbetlese ve
bazan da imece suretiyle halka bu hizmeti gördürmek mahallede imam, çarsi ve
pazarlarda da esnaf kâhyalari tarafindan yerine getirilirdi.
Imamlarin bu görevleri o kadar önemli ve devamli bir hal
almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip
fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan
mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette
bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri zamanla
daraltilmistir. Bu durum Tanzimat (1839)'a takaddum eden senelere kadar
uzanmaktadir. Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din
isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için,
danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar verilmistir.
Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin
yönetimini üstlenen imamlarin bu vazifelerine son vermeye baslamistir.
Türkiye'de Cumhuriyet'in kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece camiye
hasredilmistir.
Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin
bulunmadigi bir dönemde devlet her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi
vasitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet,memleketin her yerine ayni
zamanda (yatsi namazi vakti) istedigi emri ulastirabiliyordu. Çünkü mahallede,
ergenlik çagina gelmis bulunan bütün erkeklerin yatsi namazi vaktinde camide
toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde
imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: Ey cemaat dagilmayiniz,
hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim der ve kendisine verilen emri ilan
ederdi.
Günümüzdeki vazife, yetki ve selâhiyetini çok iyi bildigimiz
imamlik, asirlarca Isâm âleminde önemli rol oynamis mühim bir
memuriyetti.
Önemli bir memuriyet oldugundan, resmen tayin edilmemis
olnalarla köy veya mahalle halki tarafindan gayri resmî olarak bu vazifeye
getirilenlere imam ismi bile verilmemektedir. Vesikalarda namazci adi
verilen böyle kimselerin durumunu belirten uzunca bir vesikayi buraya almak
istiyoruz. Böylece hem imamlarin hem de toplumun dinî ve sosyal hayati hakkinda
bilgi vermis olacagiz.
Mafharü'l-kudat ve'l-hukkâm ma''denü'l-fadli ve'l-kelâm
Mevlâna Vize kadisi zîde fadluhû tevki'i refi-i hümayunum vasil olicak malum ola
ki haliya taht-i kazanda vaki' olan Abdi köy demekle ma'ruf karye halki ve
kaza-i mezburun sair ahalisi evkat-i salatta tekâsül ve eday-i feraiz ve
vacibatta tesahül gösterüp ve ekser mesacid haraba müsrif olup tamir ve termim
olunmayup ve bazi eimme Kur'an-i Azim-i sihhat üzre kiraatina kâdir ve erkân-i
salata âlim olmayup ve bazi dahi ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve
evsaf ile maruf ve mevsuf iken imamet eyledikleri pâye-i serir-i a'laya arz
olunmagin buyurdum ki hükm-i serif-i lazimü'l-itbaim vardukta bizzat mübaseret
idüp bu hususu ayan-i vilayetten bî garaz müslümanlar mahzarinda ser'le teftis
ve tetebbu' edüp göresiz. Vaki ise târik-i salat olanlari tenbih ve tehdid edüp
evkat-i hamsede eday-i salat (namazi terk edenleri) ittüresiz. Temerrüd ve inad
idenlerin ser'le haklarindan gelesiz ve harap olan mesacidi dahi mütevellilerine
telif idüp mahsul-i evkaflari ile tamir ve termim ittüresiz. Ve vakfi olmayup
sehirde vaki' olan mesacidi ehl-i mahallesine ve kurada olani ehl-i karyesine
tamir ve termim ittürüp muhtac-i arz nesne vaki olursa yazup bildiresiz. Ve
eimmeden (imamlardan) sol ki Kur'an-i Azim'in sihhat üzre kiraatina kadir veya
erkân-i salâta âlim olmayup yahud ser'an imameti münafi bazi ef'al ve akval ve
evsaf ile maruf ve mevsuf oldugu tamam zâhir ve malum olivereni mehma emken
Kur'an-i Azimin sihhat üzre kiratina kadir ve müberra imamete elyak...
kimesnelere tevcih idüp Asitane-i saadet penahiden arz idesiz. Amma hakk-i
sahiha tabi olup garaz ve taassubtan ve bu bahane ile kimesnenin bî-gayri vech-i
ser'i irzina ve malina halel gelmekten ve bi'l-cümle emr-i serifime muhalif is
olmaktan be-gayet hazer ve ihtiyat idesiz. Ve bunun gibi husus oldukça vilayet
kadilari taht-i kazalarinda namazci deyü bir kimesne tayin iderlermis reayaya
teaddi olur imis. Imdi namazci tayin olunmaga emrim yoktur. Bu husus içün
namazci deyü kimesne tayin etmeyüp ferman-i serifim muktezasinca emr olunan
nesneleri kendin bizzat görüp... Receb 953.
Kaynak: Osmanli tarihi Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir? Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz. Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım? Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.
25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz. |