BİZİM İÇİN ASLINDA YARARLI OLAN “ ŞEYLERE ” PEK FAZLA DÜŞKÜNLÜK GÖSTERMENİN KAÇINILMAZ SONUÇLARI HAKKINDA.
Şu yeni dev marketler çok hoş doğrusu. Arabanı alıp büyülü bir alış-veriş alemine dalıyorsun. Envai çeşit şey. Renk renk, çeşit çeşit. Beğendinse at sepete. İnsanın almayacağı varsa da alası geliyor. Çoğumuz bu ürünleri alırken pek dikkatliyiz. Son kullanma tarihi konusunda mesela. Yada ürünün markası içeriği konusunda. Bu konuda net ve açık kriterler var gerçekten. Örneğin bir peynirin aynı zamanda et ve tatlı yerine de kullanılamayacağını gayet iyi biliriz.Yada bir domatesin aynı zamanda ayakkabı, aynı zamanda kaset çalar işlevini görmesini beklemeyiz. Yada bir ürün ün sonsuza kadar taze ve kullanılabilir kalamayacağını biliriz.
Oysa bizim için yararlı olan hayatın diğer “ürünleri ” ne yaptığımız tamı tamına budur.
İşte bu yüzden de sık sık şapa otururuz.
Bir bilginin sonsuza kadar doğru kabul edilebileceğine inanırız. Ve yeni bilgilere direniriz. Bir insanın bize hem sevgi, hem koruma, hem anlayış vermesini bekleriz. Bunu bazen biz ona bir şey vermeden almayı umarız. Ve hem de onun sonsuza kadar bizle olacağını umarız.
Doğru bildiklerimizin hep doğru kalmasını, stratejilerimizin hep işe yaramasını bekleriz.
Kişiliğimizin değişmeden öylece aynı kalacağına inanır şartlar bizi değişmeye zorladığında direniriz.
Olmayınca sukut u hayale uğrarız. Kabuğumuza çekilir, kırılır küseriz. Daha da ilerisi bu Akıl dışı beklentimizi gerçeğe dönüştürmek için yalan söyler ve zor kullanırız.
Bu durumda yapılması gereken çok açık gibi gözüken çok açık gibi gözüküyor.
Bizim için faydalı her şeyin ne kadar ve ne ölçüde bize yararlı olacağını baştan belirlemek. Süreli ve kalıcı değerler hakkında açık bilgi sahibi olmak, yani merdiveni doğru yere dayamak.
Bir ekminezi deneyine ( önceki hayatlara doğru yapılacak yolculuk için hipnotik trans ) katılan genç bir kadının öyküsü bu konu için gerçekten aydınlatıcı olacak. Bir önceki yaşamında bir erkek ve musavi savaş sırasında Almanya’da yaşıyor. Naziler ailesini yakalayıp götürürken saklandığı yerden ortaya çıkıp ailesiyle birlikte yakılacağı toplama kamplarına gönderiliyor. Öldüğünde karısı ve çocuğuyla yükselirken mutlu, görevini yerine getirmiş insanların mutluluğunu yaşıyor. Bir önceki yaşamında ise yine bir erkek bu kez karısı genç yaşta hastalanıp ölüyor. O da kendini eğlenceye, yemeğe içmeye veriyor.
Şimdiki yaşamında yalnız. Geçici arkadaşlıkları oluyor. Ama o kadar.
Kendisiyle yaptığımız çalışmada ailenin onun için sorumluluk anlamına geldiğini bu yüzden aslında evlenmek, yuva kurmak. Çoluğa çocuğa karışmak istemiyor. Kirpi misali kendini korumaya almış. Fakat bir şey yapmak istemiyor. Hayatı gerçek sorumluluklardan kaçma zerine geliştirilmiş taktiklerle dolu. Yaşam sevincini kaybetmiş gibi. Belli bir ama ve hedefi yok.
Konuyu biraz daha derinden inceleyince ailesini ve ikinci hayatında da karısını kaybetmiş olmasını bir türlü hazmedememiş olduğunu görüyoruz. Yıllar geçmiş hala kayıplarının yası nı tutuyor. Derin düzeyde benim ailem neden öldüler? O halde hiçbir şeye değmez diyen bir tarafı var. Daha da derin düzeye inince o kişinin kendine bir gerçeği hatırlatma için böylesi bir hayatı planlamış olduğunu görüyoruz. O da; bizim için yararlı olan şeylere ( aile, zenginlik, güç, bilgi, güzellik v.s ) pek fazla düşkün olmamak. Onların bir süre için ve belli konularda bize yardımcı olacağını bilmek. O zaman yas süresi bu kadar uzun olmaz. Ve kişi yeniden hayata başlayıp, yaratıp üreterek yoluna devam eder.
Aslında putlaştırma dediğimiz şey de tamı temına bu olmalı. Onlara kendi gerçeklerinden daha fazla güç atfettiğimiz için onları tanrılaştırmış oluyoruz.
Ve böylece kendi gücümüzü kullanmayı bırakıyor. Elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi tepinip duruyoruz.
Eşimiz, Çocuğumuz, işimiz, kişiliğimiz, bedenimiz, sahip olduklarımız, toplum içindeki yerimiz, güzelliğimiz, gücümüz hep süreli ve sınırlı değil mi? Hani şu sınırlı sorumlu yapı kooperatifleri gibi!
Sevgi ve Işıkla…
R.Şanal