Albay
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 432,578
Tesekkür: 0
429 Mesajinıza toplam 518 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
| OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli
derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara
da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan
prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek,
konuyu eksik birakmak olurdu. Bu bakimdan vakiflar, onlarin kurulusunu saglayan
âmiller ve hizmet sahalarina isaret etmek zorundayiz. Bunu da:
1. Osmanlilarda Vakiflar,
2. Vakiflarin Hizmet Sahalari, Basliklari altinda ele
alacagiz.1. VAKIFLAR
Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli
Devleti'nin, tarih ve müesseselerini, kendinden önceki Müslüman ve Müslüman Türk
devletlerinin müesseselerinden tamamen müstakil olarak düsünemeyiz. Çünkü
Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman
Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, örf, âdet ve diger özelliklerini
almaktan çekinmiyorlardi. Böylece Osmanlilar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin
mirasi üzerinde ve onun bir devami olarak inkisaf etme imkânina sahip oldular.
Bu vesile ile onlar, kendilerinden önce diger Islâm ve Türk Islâm devletlerinin
çok zengin teskilât ve müesseselerinden de genis ölçüde faydalanma imkânini
buldular. Nitekim Abbasîler devrinde, hukukî esaslari tesbit edilen vakif
müessesesi, Islâm dünyasinin her kösesine sür'atle yayildi. Islâm cemiyetinin
siyasî ve iktisadî gelismesiyle paralel olan bu çogalmayi, Mâveraünnehr'den
Atlantik kiyilarina kadar her tarafta görmek mümkündür. Mescidler, türbeler,
ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanallari, su
yollari, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imâretler gibi birçok dinî ve
hayrî tesis hep bu vakiflar sayesinde vücuda getirildi.
Maddî bir karsilik beklemeden baskalarina yardim etmek
gibi ulvî ve fevkalâde bir düsüncenin mahsulü olan vakif müessesesi,
yüzyillardan beri Islâm ülkelerinde büyük bir önem kazanmis, sosyal ve ekonomik
hayat üzerinde derin tesirler icra etmis olan dinî ve hukukî bir müessesedir.
Insan fitratinda mevcud olan yardimlasma hissi, süphesiz ki insanlik tarihi
kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birlesince daha bir kuvvet
kazanir. Islâm ülkelerinde vakiflarin, asirlarca büyük bir fonksiyon icra
etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lazimdir. Çünkü insanlarin en
hayirlisi, insanlara faydali olan, malin en hayirlisi, Allah yolunda harcanan
(baska bir ifade ile vakf edilen), vakfin en hayirlisi da insanlarin en çok
duyduklari ihtiyaci karsilayandir prensibinin anlamini çok iyi bilen
müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yaris edercesine vakif tesisler
kurmuslardir.
Osmanli sosyal müesseselerinin kurulup gelismesinde
büyük ve önemli hizmeti bulunan vakiflarin kurulus sebebini yukarida temas
edilen anlayisa baglamak gerekir. Ayrica, Ebû Hüreyre'den nakl edilen bir
Hadis-i Serifte Hz. Peygamber'in söyle buyurdugu belirtilmektedir: însanoglu
öldügü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadaka-i cariye),
faydalanilan ilim ve kendisine dua eden bir evlad birakanlarinki kesilmez.
Hadisçiler, sadaka-i câriyeyi vakf ile tefsir etmis ve sadaka devam ettigi
müddetçe sevabinin da devam edecegine kani olmuslardir. Hz. Peygamberin bizzat
kendisinin de vakif yapmis olmasi, ashabinin onu takiben böyle eserler meydana
getirmesine sebep olmustur. Nitekim Câbir (r.a.) Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal
ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakif ve tasaddukta bulunmus olmasin.
diyerek daha o dönemde bu gelismenin hangi seviyeye ulastigini belirtmek
ister.
Lugat olarak pek çok mânâsi bulunan vakif kelimesine
farkli istilahî mânâlar verilmistir. Bununla beraber bu mânâlarin tamami
birbirlerine çok benzemekte ve ihtiva ettikleri anlamin, hemen hemen birbirinin
ayni oldugu görülmektedir.
Islâmî yardimlasma prensibinin bir sonucu olarak
ortaya çiktigini gördügümüz vakiflar, Islâm ülkelerinin tamaminda sayilamayacak
kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardi.
Hemen hemen bütün müessese ve teskilatlarinin nüvesini
kendilerinden önceki Müslüman devletlerden alan Osmanlilar, vakif konusunda da
bu yolu takib ettiler. Nitekim Osmanli Devleti'nde daha ilk beyler zamaninda
baslayan, devletin siyasî ve malî kudretinin inkisafina paralel olarak gelisip
artan vakiflarin, Osmanlilar dönemindeki ilk müessisi (kurucusu) Orhan Gazi
olmustur. Onun 724 Rebiülevvel (1324 Mart basi) tarihi ile azadli kölelerinden
Tavasî Serafeddin'e Mekece'de vakf ettigi hankahin tevliyetini verdigine dair
vakfiye ile vakfin sartlarini gösteren Farsça yazilmis tugrali belgesi, elimizde
bulunmaktadir. Keza o, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurarken, onun idaresi
için yeterince gelir getirecek gayr-i menkul vakf etti. Kisa bir müddet sonra bu
medreseden kudretli ilim ve devlet adamlari yetisti. Sultan Orhan'in yaptirdigi
ilim ve hayir müesseseleri sadece isimleri verilenler degildir. Adapazari'nda
halen Orhan Bey Camii, Kandira'da Orhan Camii adi ile anilan camiler ile
yine Adapazari'nda medrese, Bursa'da bir cami, zâviye, misafirhane ve imâret
insa ederek bunlara vakiflar tahsis etti. O, topluma yararli olan bu sosyal
eserlerin görevlileri olarak müderris, imam, hafiz, nakib, tabbah, hâdim ve
bevvab gibi kimseleri de tayin ederek onlara maas bagladi.
Orhan Gazi'den baslayarak Osmanli padisahlari,
sultanlari, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde
fakirler de pek çok vakif tesisler meydana getirdiler. Nigbolu'dan zaferle
Bursa'ya dönen Yildirim Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir Ebû
Ishakîhane (tekke), iki medrese ve bir cami yaptirdi. Bütün bu müesseselerin
ihtiyacini giderebilecek genislikte vakiflari da tayin etmeyi ihmal etmedi.
Nitekim, Dârulhaynn evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil
bilginlere, yerli ve yabanci yoksullara 600 müdd bugday verilmek, her gün konuga
ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin
buyurdu. Hastahane, Ebû Ishakîhane ve caminin her biri için ayrica vakiflar
tayin etti. Bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini
tayin ettirdi. Keza o, Bolu'da cami, medrese, çifte hamam ve bir kütüphâne
yaptirip vakif etmisti. Bunlar için de 30 kadar dükkân vakf ederk onlara gelir
tahsis etmisti.
Istanbul'u, fizikî görüntüsü ile Bizans Devleti'nin
merkezi olmaktan çikarip Osmanli Devleti'nin merkezi haline getiren Fâtih Sultan
Mehmed, bu fetih esnasinda ümerâ, devlet adami ve askerlere ganimetten
kendilerine düsen hisselerini verdikten sonra, kendi hissesine düsen emlâktan
hiç birini almayarak tamamini toplum ve milletin hayrina olmak üzere vakf etti.
O, Bizanstan kalan bu harab sehri, devletin merkezi olmaya yarasir bir hâle
getirirken yaptigi vakiflardan epey istifade etti.
Osmanli hükümdarlari sadece kendi adlarina vakif
yapmakla yetinmediler. Onlar, baskalari tarafindan daha önce yapilmis bulunan
vakiflara da yardimda bulundular. Nitekim, meshur vakiflar arasinda padisahin
maddî yardimlari ile senelik bütçelerini denklestirenler az degildi. Bu yardim,
nakdî oldugu gibi bazan da aynî oluyordu. Konya'daki Sadreddin Konevî zaviyesi
gibi orta büyüklükte bir vakif, XVI. asrin son senelerinde Karaman gelirlerinden
yilda 3600 akça aliyordu. Bununla da yetinilmiyor, mal olarak da pirinç vs. gibi
yardimlar da yapiliyordu. Barçinli kazasinda bulunan Uryan Baba zâviyesi, 8
Zilkade 975 (5 Mayis 1568) tarihli bir hükme göre Beypazari enhalarindan pirinç
aliyordu. Çorum civarindaki Abdal Ata zâviyesi ise padisahin salyânesi olarak
Boyabat eminlerinden pirinç temin ediyordu.
Osmanlilar, zapt ettikleri yerlerdeki vakiflara
dokunmadan, eskiden beri devam eden sekli ile vâkifin sartlarina riayet
ediyorlardi. Konu ile ilgili pek çok vakfiye ve vesika, Osmanlilar tarafindan,
ilhak edilmeden önce Müslüman hükümdarlarin idaresinde bulunan vilayetlerdeki
Osmanli öncesi vakiflarinin sartlarina bu yeni idarecilerce aynen riayet
edildigini göstermektedir. Vakiflar, her türlü dis müdahaleye kapali
olduklarindan hiç kimse ve hatta hükümdarlar bile bunlarin statülerini
degistirmeye yeltenmezlerdi. Bu yüzden Osmanlilar, vakiflarin vâkifin (vakfi
kuran, tesis eden) sartlarina göre idare prensibine titizlikle riayet
ediyorlardi. Bununla beraber Osmanlilar, vakiflara önemli yenilikler getirdiler.
Evkaf idaresinin merkezîlestirilmesini bu yeniliklere bir örnek olarak
gösterebiliriz. Misir Kanunnâmesi, bu yolda bize isik tutmaktadir. Nitekim her
sene pasanin huzurunda tedkik ve tasdik edilecek gelir ve gider makbuzlarindan,
her birisinden birer suretin Istanbul'a gönderilmesi prensip ittihaz edildi. Bir
vakfin idaresinde münhal (bos) olursa kadi, pasaya resmî bir yazi yazarak âlim
ve faziletli filan oglu filan fakir sahsin o yere tayinini arz ediyordu. Vakifta
münhal oldugu Defterdar tarafindan da tasdik edilecek ve münhal yere aday
gösterilen kimse ancak Istanbul'daki selahiyetli makamdan berat gelince
vazifesine resmen tayin edilmis sayilacakti.
Osmanli toplumunda vakif o kadar önemli ve itibarli
bir müessesedir ki, malî imkân bakimindan toplumun en alt seviyesinde bulunanlar
ile en üst seviyesinde bulunanlar arasinda anlayis bakimindan bir farklilik göze
çarpmaz. Bu bakimdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yasli ve kimsesiz bir
kadin bile evinin bir veya iki odasini vakf etmek suretiyle bu anlayisa istirak
eder. Nitekim Ortaköy (Istanbul)'de üç bab evi olan Hakime Hanim'in vakfi bize
bu konuda ne kadar ileriye gidildigini göstermektedir. Gerçekten, Müslüman
Osmanli dünyasinda büyük tesisleri yaptirmaya güçleri yetmiyenler, bütün bir
toplum tarafindan benimsenmis olan hayir müesseselerine katilmaktan geri
kalmiyorlardi. Yüzlerce kadin, geliri azalmis bir vakif tesisine ufak ve çok
mütevazi de olsa bir kaynak saglamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla
ve ziynet esyasi gibi mal varliklarini bagisliyorlardi.
O günün imkânlari içinde vakiflari, bitip tükenmek
bilmeyen, uzun ve mesakkatli yollarda, farkli isimler altinda kervan ve
yolcularin hizmetinde olduklarini görüyoruz. Hatta bu hizmeti geregi gibi yerine
getirmeyen ve vakiflara bagli bazi tekkelerin sorumlulari hakkinda sorusturma
yapildigi anlasilmaktadir. Nitekim 14 Muharrem 986 (24 Mart 1578) tarihini
tasiyan bir hükümde belirtildigine göre Ankara çevresindeki yollar üzerinde
bulunan tekke ve zâviyelerin, vakiflari müsait olduklari halde bunlari, sadece
tekkenisîn ve zaviyedârlar kendileri ekl ve bel' edüp âyende ve
revendeye* sart-i vâkif mucibince taam verülmeyüp
ebnay-i sebil ziyade müzayaka çektikleri bildirmegin ser'i serif muktezasinca
evkaf teftis olunup vakfiyeye göre hareket etmeleri
istenmektedir.
Vakiflar, degisik maksatlarla tesis edilmekte ve her
vâkif, vakfi üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini istemektedir. Bu durum
normal karsilanmalidir. Zira, senelerin çaba ve emegi ile kazanilmis mal ve mülk
üzerinde o kadar zahmet çekmis olan bir kimsenin, tescil ettirdigi sartlan ile
ölümünden sonra da tasarruf sahibi olmak istemesi hakkidir. Sayet biz, onlar
için böyle bir yetkiyi çok görür ve bu hakki ellerinden alsaydik, o zaman büyük
bir ihtimalle vakiflar istenilen sekilde devam etmeyecekti. Kisi, kendisinden
sonra toplumun hayir ve menfaatina vesile olmayacak bir mali, daha hayatta iken
israf suretiyle yok etme derecesine getirebilirdi. Bunun da bir cemiyet için ne
denli kötü ve olumsuz sartlar doguracagini söylemeye gerek yoktur. Çünkü böyle
bir durumda vakiflarin yüklendigi nice hizmetler, yerine getirilmeyecekti. Ne
egitim, ne ibâdet, ne iktisad, ne ulasim, ne de saglik bakimindan hiç bir hizmet
yeterince yapilmayacakti.
Hukukî bir müessese olmasindan dolayi vakfin
kurulabilmesi için bazi sartlarin bulunmasi gerekir. Her seyden önce vakfi
yapmak isteyen kimsenin o vakfi yaptigina dair malimi vakf ettim, haps ettim,
tasadduk ettim veya sadaka-i müebbede ile sadaka ettim gibi ifadeler
kullanmasi gerekir. Bu neviden söz ve isaretler, vakfin rüknünden sayilir.
Bundan baska vakfin tesisi için gerek vakfi yapan kisi, gerekse vakf edilen
malda da bazi özelliklerin bulunmasi icab eder. Bununla beraber bunlari kesin
çizgilerle birbirinden ayirmak pek mümkün degildir.
a- Vakfi Yapan Kimsede Bulunmasi Gereken
Sartlar:
1- Vâkifin, temlik ve teberrua ehil olmasi gerekir.
Baska bir ifade ile akil, balig, resid ve hür olmalidir. Binaenaleyh, küçügün,
mecnun (deli) ve matuhun yapacagi vakiflar, sahih vakif muamelesi
görmezler.
2- Vâkif, borçtan dolayi mahcur
bulunmamalidir.
3- Vâkifin, vakfa rizasi
bulunmalidir.
4- Vâkif, vakf ettigi seyi, hayir ve sevab kazanma
inanci ile yapmalidir. Burada gözetilen gâye, Allah'in rizasi ve toplumun
menfaatidir.
b- Vakf edilen Malda Bulunmasi Gereken
Sartlar:
1- Vakfedilen mal, vakif aninda vâkifin mülkü
olmalidir. Su halde baskasina ait olan bir sey vakfedilemez.
2- Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat
olmamalidir.
3- Vakfolunacak malin akaar (ev, dükkan, tarla gibi
gelir getiren mülk) olmasi gerekir.
4- Vakifta muhayyerlik sarti
bulunmamalidir.
5- Vakf edilecek bina ve agaçlar, müstahikkul-kal'
(yikilmaya veya sökülmeye mahkum) olmamalidir.
6- Vakfin mesrutun lehi (vakiftan istifade edecek
olanlar) belli olmalidir.
c- Vakiflarin Kurulus Sekilleri:
Vakiflar, sartlari haiz olan kimseler tarafindan
asagidaki sekillerden biri ile kurulabilir. Bunlar:
1- Tescil suretiyle: Vâkif, hâkime (kadiya) müracaatla
vakif kurmak istedigini bildirir. Bunun üzerine hâkim, yukarida bir kismindan
bahs edilen sartlarin bulunup bulunmadigini arastirir. Sayet bu arastirma müsbet
bir sekilde sonuçlanirsa o zaman sahidlerin (suhûdu'l-hal) huzurunda ve onlarin
da karara istiraki ile vakfi karara baglayip tescil eder. Müslüman olmayanlar
tarafindan tesis edilenler dahil bütün vakiflarin ser'î mahkemelerde tescili
sart oldugundan, muhtelif vilayet mahkemeleri arsivlerinin incelenmesi suretiyle
Osmanli döneminde tesis edilmis vakiflarin tam sayisi, gayesi ve karakteri
hakkinda saglam bir bilgi edinmek mümkün olabilir.
2- Vasiyet yolu ile: Vakfi yapacak olan kimsenin
ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakiftir. Eger vâkifin mirasçilari
yoksa mâmelekinin tamamini, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir.
Ölümü halinde vasiyeti geregince mülkü vakif olur.
3- Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa
üzerinde cami insa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kilmasina
müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kilsa o mekân
vakf-i lâzim suretiyle vakif olur. Artik burasi cami
olmustur.VAKIFLARIN IDARESI
Allah'in rizasini kazanmak ve ahirette karsiligini
sadece O'ndan beklemek gayesiyle yapilan vakiflar, Islâm dünyasinin hemen her
bölgesinde vardir. Dinî, iktisadî ve ictimaî hayatin vazgeçilmez unsuru olan
vakiflar, Islâm âleminde büyük bir yekûn teskil ediyorlardi. Bunca büyüklükteki
bir müessesenin belli bir sisteme baglanmasi, iyi idare edilmesi ile mümkündür.
Bu bakimdan, daha isin basinda siki tedbirlere bas vuruldugu görülür. Nitekim
her vakfin bir vakfiyesinin bulunmasi, vakfiyedeki (vakif senedi) sartlarin
nass gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrica bunlari
yönetmek için müstakil idarelerin kurulmus olmasi bunu
göstermektedir.
Vakiflara idareci (nâzir) tayini Hz. Peygamberle
baslamis ve günümüze kadar devam edegelmistir. Tabiatiyle Osmanlilar da
vakiflarini idare etmek, onlarin devamliligini saglamak ve istenilmeyen sekilde
harcamalarina mani olmak için yöneticiler tayin etmislerdi. Nitekim Orhan Gazi,
Bursa'da yaptirdigi câmi ve zâviyenin idaresini Sinan Pasa'ya vermisti. Böylece
Sinan Pasa'yi Osmanli döneminin ilk Evkaf Nâziri sayabiliriz. Daha sonra
hükümdar vakiflari, vezir, kadiasker, sadrazam, seyhülislâm, bâbussaade ve
dârussaade agalari gibi devlet adamlari tarafindan idare edilir
oldu.
Yildirim Bayezid, her vilayete Müfettis-i
Ahkâmi's-Ser'iyye tayin ederek vakif islerini teftis ettiriyordu. Çelebi Sultan
Mehmed devrinde ise Cemaleddin Mehmed Çelebi, Hâkimu'l-Hükkâmi'l-Osmaniyye
ünvaniyla evkaf islerinin umumî nâzirligina tayin edilmisti. Sultan II. Murad
döneminde bu is, kadiaskere, Fâtih Sultan Mehmed de bunu Mahmud ve Ishak
Pasalara havale etmisti. Bu dönemde evkaf idaresinden sadrazamlar sorumlu
oldugundan, Sadr-i Âli Nezâreti teskil olunmustu. Fâtih'ten sonra Sultan II.
Bâyezid, evkaf islerini Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcih etti. Yavuz
Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanlarinda evkaf nezâreti ile tekrar
sadrazamlar görevlendirildiler. Sultan I. Ahmad Han devrinde, Seyhülislâm
idaresinde olan vakiflar, II. Mahmud Han zamaninda Kadiaskerin emir ve idaresi
altinda idi. Yine bu dönemde her vilayette, Müfettis-i Evkaf adinda bir idareci
vardir.
Osmanlilar döneminde sahislar tarafindan kurulan
vakiflarla mütevelliler mesgul oluyor, bunlar kadilar vâsitasiyle teftis ve
murakabe ediliyorlardi. Her kadi, kendi mintikasindaki vakiflari, emrindeki
müfettislerce teftis ettirdigi gibi, bazan bizzat kendisi de bunlari teftis
ederdi. Istanbul kadisi ise bütün vakiflari teftis yetkisine
sahipti.
Misir, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nin
ilhakindan sonra buralarda bulunan vakiflar 995 (M. 1587) senesinde kurulan
Haremeyn Evkaf Nezaretine baglandi. Daha sonra gelisen vaziyet geregi, Anadolu
ve Rumeli vakiflarinin idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teskil olunan
Evkaf-i Hümayûn Nezâretine baglandi. Bu nezâretin teskilinden sonra
müessesenin basina getirilen ilk nâzir el-Hac Yusuf Efendi
olmustu.
Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yilinda Evkaf-i
Hümayûn Nezâreti'ne ilhak olundu.
Osmanlilar döneminde 1242 (M. 1826) yilinda kurulan
Evkaf Nezâreti'nden önce vakiflar, vâkiflarinin sartlarina göre idare
ediliyorlardi. Genel olarak bu idare biçimlerini asagidaki sekilde gruplara
ayirmak mümkündür:
a-Haremeyn Nezâreti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bagli
vakiflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise
Çinili ve Atik Valide Camileri vakiflarinin idareleri Dârussaade Agalannin
elinde idi. 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habesî Mehmed Aga'nin basina
getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, mesrutun lehi Haremeyni's-Serifeyn
halki olan vakiflarin idaresine bakardi. Kurulusundan kisa bir müddet sonra
Osmanli Padisahlari, hanimlari ve Dârussaade Agalari gibi önemli sahsiyetlerin
vakiflari, buna ilave edildigi için bu nezâret önem kazanmisti. Bu nezâret dört
daire tarafindan idare edilirdi. Bunlar:
I- Evkaf-i Haremeyn Müfettisligi: Diger vakif
müfettislerinden ayri olarak nezâretin kurulus tarihi ile birlikte kurulmus
hukukî bir memuriyetti. Haremeyn vakiflari ile birlikte diger bütün vakiflarin
hukukî problemlerini ve isleyis tarzlarini da teftis ederdi. Bu müessesenin
basina ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyali Mehmed Efendi
getirilmisti.
II- Evkaf-i Haremeyn Muhasebeciligi: Dârussaade
agalarinin nezâreti altinda bulunan bütün vakiflarin vakfiye ve kurulus
gayelerini tescil eden, vakiflari, vakfiyelerinin sartlarina göre idare eden ve
muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi.
II Evkaf-i Haremeyn Mukataaciligi: Haremeyn
vakiflarindan mukataaya baglanan, bütün vakif arazi ve binalarin kayitlarinin
tutulmasi bu daireye aitti. Ayni sekilde vakiflara ait vergi ve diger gelirlerin
toplanmasi (cibâyet), ferag ve intikallerin saglanmasi bu daire tarafindan
yürütülürdü.
IV- Dârussaade Yaziciligi: Dârussaade Agalari'nin
bütün yazismalari bu büro tarafindan yürütülüyordu. Burada çalisan görevliler,
Dârussaade Agalari'nin bütün sirlarini bildikleri için genis bir nüfuza
sahiptiler.
Bu dört daire tarafindan tutulan defterler, siyakat
hatti ile yazildiklari gibi muhteva bakimindan da tarihî belgelerin en mükemmeli
durumunda idiler.
Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray
müstemilatindan olan Darphânenin üst tarafi idi.
b- Vezir Nezâreti: Sadrazamlarin nezâreti ile idare
olunan vakiflardir. Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'da yaptirdigi bina ve diger
ha yir eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Pasa'ya, 872
(1467)'de de veziriazam Ishak Pasa'ya tevcihiyle basladi. Bunlara daha sonra
Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakiflan da ilâve edilirdi. Ser
müfettis adi ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi.
c- Seyhülislâm Nezâreti: Sultan II. Bâyezid Han'in
Istanbul ve diger sehirlerde meydana getirip tesis ettigi hayratinin idaresini,
hicrî 912 (1506) senesinde Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile
basladi. Idare merkezi Bâyezid imâret dairesi idi.
d- Tophâne Ümerâsi Nezâreti: Sultan Bâyezid, Hamidiye,
Laleli, Selimiye, Mihrisah Valide ile II. Mahmud vakiflarinin mulhakat ve
mukataatindan ibaret idi. Darphâne tarafindan yönetilirdi.
e- Istanbul Kadilari Nezâreti: Kadilara mesruta olan
bu vakiflarin tamamina Istanbul kadilari nezâret ederlerdi. Daha sonra bu
nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadiliklari ile Kaptan Pasa, Yeniçeri Agasi,
Sekbanbasi, Bostancibasi gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12
sayisina kadar çikmisti.
Sultan II. Mahmud Han, yeniçeriligi Vak'a-i Hayriye
ile ortadan kaldirdiktan sonra, vakiflar arasindaki irtibatsizligi yok etmek ve
zamanla ortaya çikan bazi yolsuzluklari önlemek gayesiyle bütün vakiflarin tek
bir nezâret altinda toplanmasinin daha dogru olacagi kanaatine varmis olacak ki,
bütün dinî binalarin bakim ve onarimi, personelinin ayliklari ve diger hayrî
maksatlar için tesis edilen vakiflarin bir çati altinda toplanmasini
kararlastirdi.
Vakiflarin tek elden idaresi için 12 Rebiülevvel
1242'de çikarilan bir fermanla Evkaf-i Hümayûn Nezâretinin kuruldugu ve
Darphâne nâziri ve mütevelli kaimi makami el-Hac Yusuf Efendi'nin yeni kurulan
bu nezâretin basina getirildigini biliyoruz. Böylece adi geçen nezâret resmen
kurulmus oluyordu. Bununla beraber, Sultan I. Abdülhamid Han'in kendi vakiflari
ile ilgili olarak tesis ettigi teskilât, Evkaf-i Hümâyun Nezareti'nin kurulusuna
bir baslangiç sayilmaktadir. Bu bakimdan, nezâretin ilk kurucusu olarak adi
geçen padisahi kabul edenler de bulunmaktadir.
Evkaf-i Hümâyûn Nezâreti kuruldugu zaman,
kesedarlik, zimmet halifeligi ile sergi halifeligi adinda üç daireden
meydana gelmisti. Bunlarin âmiri durumundaki nâzira maas olarak 10.000 kurus
baglanmisti.
Kesedarlik idaresi: Nezârete bagli vakiflarin
ilamlarina, takrirlerine ve inhalarina ait bütün isleri yürütmekle görevli idi.
Bu memuriyete ilk defa hâcegandan Küçük Kal'a tezkirecisi Egin'li es-Seyyid
Mehmed Sevki Efendi tayin edilmisti.
Zimmet Halifeligi: Vakiflarin mukataalarini,
zabitlarim ve sarraflardan alinacak kefalete bagli borç tahvilleri ile ilgili
islemleri yürütürdü. Keza, kira mukavelerini düzenlemek, tahsilati yapmak ve
muhasebe kayitlarini kontrol etmekle görevli idi. Bu hizmetin basina da ilk defa
Mehmed Arif Efendi getirildi.
Sergî Halifeligi: Evkaf-i Hümayûn Nezâreti hazinesine
gelen paralan almak, vakfiyeye göre gider bütçesini hazirlamak ve vakif
bütçesine göre günlük harcamalari yapmakla vazifeli idi. Ilk defa sergi
halifeligine tayin edilen kisi, Zimmet halifesi olan zatin kardesi Ahmed Izzet
Efendi'dir.
Bütün bu islerin yürütülmesinde adi geçen dairelere
yardim etmek üzere kâtipler, maiyyet ve hizmetliler tayin
edilmisti.
Bilahare nezârete yapilan ilhaklarla isler
çogaldigindan ve adi geçen üç dairenin bütün bu isleri geregi gibi ve zamaninda
görmesinin mümkün olamayacaginin anlasilmasindan sonra Zilkade 1246 (Nisan
1831)'de Tahrirat Baskatipligi, Mülhakat Gedikler Kâtipligi ve Rûznâmecilik adi
ile üç yeni memuriyet daha ihdas edildi.
Çalisan personel sayisinin artmasi üzerine, nezâret
için büyük bir idare binasina ihtiyaç duyulmustu. Bu sebeple, eski Darphâne
civarinda hasirci ve dogramaci koguslari yikilarak bunlarin yerine 17 odali bir
daire insasina baslanmisti. Bu yeni binanin insaati, Cemaziyelevvel 1248 (Ekim
1832)'de bitirilerek bina dösenmis, nezâret de Receb (Kasim-Aralik 1832) ayinda
yeni binasina tasinmisti.
Vakfiyelerin tahlilinden anlasildigina göre,
baslangiçta Osmanli dönemi vakiflarinda hizmet gören mütevellilerin müstakil bir
idare binasina sahip olmadiklari, bu is için kendi evlerini kullandiklari
görülür. Ancak XVIII. asnn ikinci yarisindan itibaren Sultan III. Osman, Sultan
III. Mustafa ve Sultan I. Abdülhamid Han kendi vakiflari için idare binalari
ihsa ettirmeye basladilar. Onlar, bu binalar için kapicilar (bevvâb) ve bekçiler
(mustahfiz) tayin ettiler. Böylece bu vakiflarin her biri, gerçek mânâda birer
idarî merkeze kavustu. Söz konusu idare binalarinin ihdas edilmesi,
Osmanlilardaki vakif idaresinin merkezîlestirilmesi için atilmis bir ilk adim
olarak kabul edilebilir.
Osmanli Devleti'nin ortadan kaldirilisina kadar devam
eden Evkaf Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çikarilan 429 sayili kanunla ilga
edilerek Basbakanliga bagli bir Umum Müdürlüge havale edildi. 429 sayili kanunla
Vakiflar Umum Müdürlügü de kurulmus oldu. Bununla beraber bu kanun, vakiflarda
fazla bir degisiklige sebep olmuyordu. Cumhuriyetten sonra vakif mevzuatinda ilk
mühim degisiklik, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayili kanunla yapildi. Bu kanun
5 Aralik 1935 tarihinde yürürlüge girdi.
Vakiflarin kurulusu, kurulus sartlari ve idaresi gibi
hukukî özelliklerine isaret ettikten sonra bir vakfin resmen tesis edilmis
oldugunu gösteren belgeden (vakfiye) bahs etmemek, konu için bir eksiklik olarak
kalacakti. Onun için biz de fazla teferruata girmeden bu hukukî belgeden söz
etmek istiyoruz.VAKFIYE
Vakfiye, vakfin vâkifi (vakf eden, vakfi tesis eden)
tarafindan hazirlanmis nizamnâmesine verilen bir isimdir. Vakfiyeler, kadilik
siciline kayd edilip islendikten sonra kesinlesirlerdi.
Islâm tarihinde ilk vakfiyenin Hz. Ömer tarafindan
yazildigi söylenmekle birlikte bunun, Hz. Peygamber devrinde mi, yoksa Hz.
Ömer'in halifeligi zamaninda mi olduguna dair kesin bir bilgiye sahip degiliz.
Büyük bir ihtimalle bu, Hz. Ömer'in halifeligi döneminde
olmustur.
Tarih boyunca vakfiyeler, tas, deri ve kagit gibi yazi
için elverisli bulunan malzeme üzerine yazilarak günümüze kadar gelmislerdir.
Sayet vakfin mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanin duvarlarindan
birine kazilirdi. Nitekim Türkçe ile vakfiye olan Germiyanoglu II. Yakub Bey (ö.
1428) vakfiyesinin tas üzerine yazildigini biliyoruz.
Tarih ve medeniyet açisindan bakildigi zaman
vakfiyeler, büyük bir önem tasirlar. Çünkü bunlar, bize milletin muayyen bir
zamanindaki hayat ve kültürüne ait muhtelif olaylari ile sekilleri görme imkâni
verirler. Keza vakfiyeler, Müslümanlarin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli
rol oynamis olan vakif tesisinin nasil çalistigim, kimlerin bunlari idare
ettigini, kimlerin vakif gelirinden istifade ettigini vs. gibi hususlari
ögrenmemize yardimci olurlar. Bunlardan (vakfiyelerden) vakfin büyüklügüne göre
hacimli olup defter gibi olanlar bulundugu gibi, muhtasar ve tek sayfa seklinde
olanlar da vardir. Bu arada rulo seklinde uzun ve kalin varaklar halinde olanlar
da bulunmaktadir. Mufassal olanlar uslûb bakimindan edebî degeri yüksek olan
eserlerdir.
Vakfiyelerde, Allah'a hamd ve senâ, Resûlüne salât ve
selâmdan sonra hayir yapmaya tesvik edici, sadakanin sevabindan bahs edici âyet
ve hadisler verilir. Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insani tesvik etmek
ve edebî san'at yapmak bakimindan âyet ve hadisler, siirlerle de desteklenir.
Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden olduklari için hukukî bünyeden
sayilmazlar. Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle su hususlar yer
alir:
1- Vakf olunan mallarin neler oldugu.
2- Vakf olunan bu mallarin nasil idare
edilecegi.
3- Vakif gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi
sekillerde verilip sarf edilecegi.
4- Vakfin kimler tarafindan idare edilecegi,
müessesede kaç kisinin çalisacagi, bunlara ne miktarda ücret ödenecegi, bu
ücretlerin hangi gelirlerden elde edilecegi, esyanin fiyati vs. gibi konular,
teferruatli bir sekilde açiklanir.
5- Hakimin (kadi), vakfin sihhat ve lüzumuna dair olan
hükmü.
6- Sonunda da tarih ile kadinin mührü
bulunur.
Vakfiye, eb'ad, bakimindan ister büyük, ister küçük
olsun, mahiyet itibari ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir.
Bunlar:
a. Dîbâce (Giris): Vâkifin, vakfi kurma sebep ve
gayesinden bahs eden bu bölüm, âyet ve hadislerle
kuvvetlendirilir.
b. Vakfin Hizmet Sartlan: Gelir kaynaklan ve masraf
yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kismidir.
c. Sonuç: Bu kisimda müessesenin seriata uygunlugu
belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyecegi anlatilir. Bundan
sonra da tarih ve sahidlerin imzalari bulunur.
Farkli dönemlerde kurulan vakiflarin vakfiyelerinde,
gerek basta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur. Vakfiye metninde geçen dualari
iki kisma ayirmak mümkündür. Bunlardan biri hayir dua, digeri de beddua
seklindedir. Vakfiyelerde bu neviden dualarin bulunmasi normaldir. Zira vakif
hizmetlerinin yürütülmesinde, dogru ve dürüst çalisan, hizmetin görülmesine
yardimci olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayi vâkifin hayir
duada bulunmasi bir çesit sükran ve minnet borcu olarak kabul edildigi için
tabii bir harekettir. Bundan baska, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine
getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin disinda kullanan idareci ve
görevlilere de beddua edilmektedir. Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kismi,
düsünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek sekildedir. Bu bedduada
vakfi kötüye kullanan, onu degistiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin
azalmasina sebep olan, haksiz olarak onun malindan yiyen vs. gibi, vakfa
kötülügü dokunacak olanlar hedef alinmislardir.
Gerçekten, ebediyet (devamlilik) sarti üzerine kurulan
vakiflarda, vâkifin seneler sonra (ölümden sonra) ona müdahale edenlere baska
türlü karsi koymasi mümkün degildir. Bunun içindir ki o: Allah'in,
Peygamberlerin, meleklerin, insanlarin ve bütün mahlukatin lânetinin, vakfi
degistirenin üzerine olmasini dilemekten baska bir sey yapamaz. Bu sebeple
vakfiyelerin sonuna bakildigi zaman, böyle bir beddua kismi görülür ki bu,
insanlar için manevî bir tehdid olmaktadir. Gerçekten inanan ve muvahhid
(Allah'in birligine iman eden) olanlar, böyle bir bedduaya maruz kalmak
istemezler.
Osmanlilarda vâkif, vakfiyesini Istanbul'da
Defterhâne'nin bu islerle ilgili bürolarindan birine kayd ettirirdi.
Defterhanede sicillere geçirilmis olan bu vakfiyeler, bugün Ankara'da Vakiflar
Genel Müdürlügü Arsivinde bulunmaktadirlar. Bu arsivde 26300 kadar vakfiye
oldugu belirtilmektedir. Bununla beraber bunlar, vakfiyelerin tamamini temsil
etmekten çok uzaktirlar. Ancak muhtelif vilayet mahkemelerine ait bütün ser'iyye
secilleri ve tahrir defterleri tarandiktan sonradir ki, Osmanlilar döneminde
kurulmus bulunan vakiflarin sayisi yaklasik olarak tesbit edilebilir. Belli
bölge veya belli zamanlardaki vakiflarin sayisi konusunda ancak iki örnek zikr
edilebilir. Bunlardan biri 927-1005 (1519-1596) yillari arasinda Istanbul'da
tesis edilen vakiflarin sayisidir ki, bunlarin yekûnu 2868'dir. Bu konuda baska
bir örnek te 1718-1800 yillari arasinda Haleb'te kurulmus vakiflarin sayisidir.
Buna göre belirtilen tarihte Haleb'te 485 vakif kurulmustur.
Vakfiyelerin en eski tarihi tasiyanlarindan, en
yenilerine kadar tedkik edilecek olursa bunlarin kültür ve medeniyet tarihimizin
bir çok özelliklerine isik tuttuklari görülecektir. Nitekim, bunarin; tarih,
kültürel gelismeler, folklorik özellikler, sanat tarihi ve sosyolojik yönleri
ile toplumun bilgilendirilmesine de yardimci olduklari görülür. Vakfiyelerin bu
özelliklerine kisaca temas ederek, bu vesikalar üzerinde uzmanlarin hangi
yönleri ile arastirma yapabileceklerine isik tutmaya gayret
edecegiz.
Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine isik
tutan önemli belgelerdir. Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunlarin
yakinlarinin düzenledikleri vakfiyeler, bu sahislarin hem hayatlari, hem de
sahsiyetleri hakkinda bilgi sahibi olmamizi saglarlar.
Vakfiyeler, birer müessese olan vakiflarin, ilk elden
incelenmesi gereken kaynaklaridir. Gerek dinî, gerek sosyal, gerekse ilmî
müesseselerde çalisan insanlarin hangi isleri yaptiklari, çalisma sartlarinin
nasil olduklari ve hatta yetisme ortami bakimindan bize bilgi veren yegane
kaynak o müessesenin vakfiyesidir.
Vakfiyeler, birçok özellikleri yaninda döneminin
iktisadî hayati hakkinda da faydah bilgiler verirler. Gerek fiyat hareketleri,
gerekse insanlarin geçim standartlarini tesbit etmemize yardim edecek bilgiler,
vakfiye metinlerinde mevcut bulunmaktadir. Bu bakimdan, dönemin iktisadî
tarihini yazacaklar için vakfiyeler, basta gelen kaynaklar arasinda
zikredilebilir. Keza vakfiyeler, sehir tarihçiligi ile ugrasanlar için de birer
kaynaktirlar. Zira vakif müessesesi, kuruldugu sehrin bir parçasidir.
Dolayisiyle vakif müessesesinin tarihi, o sehrin tarihi ile iç içedir. Özellikle
sehrin yerlesim durumu ile halkinin dagilimi hakkinda bilgilerin yer aldigi
vakfiyeler, bize, bölgenin cografyasi, siyasî ve fizikî haritasi, hatta iklimi
bakimindan da bilgi sahibi olma imkani veren yardimci vesikalar
hüviyetindedirler.
Vakfiyeler, kültürel özellikleri bakimindan da önemli
birer vesika olarak karsimiza çikmaktadirlar. Nitekim vakfiyelerde kullanilan
dil ve uslûb, gelisi güzel degil, belli bir sistem ve usûle bagli olarak
kullanilmaktadir. Bu sebeple vakfiyelerin kendilerine ait özel bir dili
bulunmaktadir.
Vakfiyeler, halkin günlük yasayislari hakkinda
bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de isik tutarlar. Kara Ahmed
Pasa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayrami ile mübarek gün ve gecelerde halkin
yasayisi hakkinda bilgiler bulunmaktadir. Giyecek ve yiyecek satin alinabilmesi
için kayitlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pisirilmesi için
gerekli malzemenin alinmasi gayesiyle vakif gelirlerinden tahsisatlar ayrildigi
görülmektedir. Keza vakfiyelerde devrin isinma kültürü bakimindan da bilgilerin
bulunduguna tesadüf edilmektedir. Kisin odun ve kömürün yakildigini gösteren
metinler, bunun açik birer delilidir.
Misafir karsilama ve ugurlama âdetleri ile bineklerin
kullanimi hakkinda bilgiler buldugumuz vakfiyelerde, sünnet geleneginin
Anadolu'da nasil oldugunu gösteren ifadeler de
bulunmaktadir.2. VAKIFLARIN HIZMET SAHALARI
Allah'in rizasini kazanmak gayesiyle, baskalarina
karsiliksiz yardim etmek gibi bir prensipten dogan vakiflar, toplumun hayir ve
iyiligine olan her yerde saglam birer sigorta teskilâti gibi vazife
görüyorlardi. Günümüz sigorta sirketlerinden daha üstün olduklarini
söyleyebilecegimiz bu müesseseler, sadaka-i câriye denilen hayir çesitlerinin
basinda gelmektedirler. Bu bakimdan, Islâm âleminin hemen her yerinde
rastladigimiz vakiflarin yardim elini uzatmadigi bir saha görmek mümkün
degildir. Dünyanin, her dönem ve bölgesinde görülebilen yoksullarin elem ve
izdirabini gidermek, yollar, köprüler, çesmeler, su bentleri, okul, cami, hamam,
hastahane, tekke, zâviye vs. gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu
müesseselerin pek çok çesidi bulunmaktadir. Bu bakimdan, toplumda birer sigorta
vazifeleri görüyorlardi derken bir gerçege isaret ediyorduk. Hatta bir mânâda
sigortalardan daha ileri seviyede bir hizmet ifa ediyorlardi denebilir. Çünkü
sigortalar belli bir süre aidat yatiranlara bu katkilarindan dolayi hizmet
verirler. Fakat vakiflar için böyle bir sey söz konusu degildir. Onlar, tamamen
karsiliksiz hizmet ediyorlardi. Asagida verecegimiz birkaç örnek, bütün bu
söylediklerimizde ne kadar hakli oldugumuzu gösterecektir.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardimi yapmak;
ögrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kizlara çeyiz hazirlamak; her
günün ihtiyaçlari yanisira efendileri azarlamasin diye kâse ve bardak gibi
kapkacak kiran hizmetçilere verilmek üzere para vakiflarinin yapildigini
biliyoruz. Bu vakiflari kuran hayirsever insanlar, sadece bununla da
yetinmiyorlardi. Onlar, divitinde mürekkeb kalmayanlarin divitlerine mürekkeb
koymalari için Mürekkeb Vakfini da kuruyorlardi. Halka meyve ve sebze
verilmesi, çalisamayacak derecede yaslanan kayikçi ve hamallarin bakimi için
vakif tesis edilmesi, çocuklarin emzirilmesi gayesiyle kurulan vakiflar,
sehirlerdeki cadde ve sokaklarin temiz tutulmasi için ecdad tarafindan yapilan
vakiflari bütün bu söylediklerimiz için sahit gösterebiliriz. Bilhassa temizlik
bakimindan günümüz insaninin düsünemeyecegi ve fakat anlatildigi zaman da
hayrette kalacagi bir vakiftan söz etmek yerinde olacaktir. Buna göre sokaklara
atilan tükrük ve balgamlar ile insani tiksindiren diger maddeler, üzerine kül
döktürülmek suretiyle çirkin manzaralarini ve zararlarini gidermek için para
tahsis edip adamlar tayin eden hayir sahipleri (vâkif) de vardir. Osman Nuri
Ergin bu konuda su örnegi verir: Ser'î mahkeme sicillerinde söyle vakif ve
vakfiyelere rastlamak mümkündür. Söz gelimi Serez'deki vakfiyeye göre her gün
iki adam bir kaba kül koyarak sirtlarina alip çarsi ve pazari geziyor, nerede
bir tükrük veya balgam görürlerse üzerlerine bir miktar kül serpip
geçiyorlarmis. Külün antiseptik bir madde oldugu düsünülürse atalarimizin tatbik
ettikleri usûl daha dogru ve daha iyi degil midir? Keza, oyuncagi bulunmadigi
için arkadaslari ile oynayamayan çocuklara oyuncak alinmasi ile ilgili vakiflari
tesis edip meydana getiren hayirseverlerin yaptiklari, bu kadar da degildir.
Selçuk Hatun gibi, biraktigi vakif bahçe ve tarlaya her yil muhtelif cinsten 100
meyve agacinin dikilmesini sart kosanlar da vardi. Abdullah oglu Haci Ibrahim,
Yeni Cami'de duran leylekler için yilda 100 kurus yem parasi vakf etmisti.
Yorganci Ismail Çelebi, Beykoz'daki tekkeye vakf ettigi mandirada çalisan
esirlerin (köle ve cariye) münasipleri ile evlendirilmesini sart kosar ve gence
kari, kariya genç tezvic olunmaya ve evladlari dahi uslûb-i mezkûr üzre tezvic
oluna diyerek yaslari birbirine yakin olmayan gençlerle yaslilarin birbirleri
ile evlendirilmemesini ister. Bunlardan, vakfa 10 yil hizmet edenlerin de azad
edilmesi, vakfiyenin sartlari arasinda yer almaktadir. Sonuç olarak sunu
diyebiliriz ki Osmanli toplumunda vakiflarin hizmet götürmedigi bir sahayi
görmek hemen hemen mümkün degildir. Bununla beraber biz, vakiflarin hizmet
sahalarini asagida görülecegi sekilde bir tasnife tabi
tutabiliriz:
a) Dinî hizmetinm ifasi için yapilmis bulunan
vakiflar: Cami, mescid, tekke, namazgâh vs.
b) Egitim ve kültürle ilgili vakiflar: Mektep,
medrese, kütüphâne, dâru'l-hadis, dâru'l-kurra vs.
c) Sivil ve askerî sahada hizmet eden vakiflar: Evler,
saraylar, kislalar, tophaneler, silah saraylari, bahçeler.
d) Ekonomik sahada hizmet veren vakiflar: Çarsilar,
bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar vs.
e) Sosyal hizmetler için kurulmus bulunan vakiflar:
Hastahaneler, dâru's-sifalar, kervansaraylar, imâretler, dâru'l-acezeler, kör
evleri, çocuk emzirme yurdu, cüzzamlilar yurdu vs.
f) Su hizmetleri ile ilgili vakiflar: Çesme, sebil,
sadirvan, su kemerleri, bentler, hamamlar, kaplicalar vs.
g) Spor hizmetleri için yapilmis bulunan vakiflar:
Pehlivan ve kemankes (okçuluk) tekkeleri, ok meydanlari, spor
âbideleri.
Bundan baska vakiflarca kurulan tesislerde vazife
yapan ve bundan dolayi ücret alip geçimini saglayan nisanlarin meydana getirdigi
yekûn, büyük rakamlarla ifade edilmektedir. Bunlara ödenen meblagin büyüklügü
düsünülürse vakiflarin ne denli birer hizmet unsuru olduklari
anlasilir.
Osmanli toplumunun sosyal hayatinda önemli rol oynayan
bu müesseselerin tamamindan bahs etmek mümkün degildir. Zira Osmanli toplum
hayatinda dogum ile ölüm arasindaki hayat çizgisinin bütün köse baslarinda
vakiflari görmek mümkündür. Bunun için Kisi vakif bir evde dogar, vakif bir
besikte büyür, vakif bir müesseseden beslenir, vakif bir evde ikamet eder, vakif
bir müessesede çalisir, vakif bir evde ölür, vakif bir tabuta konur ve vakif bir
mezarliga defn edilir denilmistir. Gerçekten, Osmanli toplum hayatinin bütün
sinif ve safhalarinda tesirleri görülen bu müesseselerin tamamindan ve yeterince
teferruatli bir sekilde bahs etmek mümkün degildir. Bununla beraber biz, bu
eserlerin çesitlerine göre bazi örneklerinden ana hatlari ile söz etmek
istiyoruz.CAMI
Osmanli toplumunun sosyal ve kültürel bakimdan
gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de câmidir. Tamamen
vakiflara bagli olan câmiler, mimarî yapi olarak dinî eserlerin baçinda
gelirler. Ibâdet, egitim, kaza (yargi), ve sura gibi toplantilarin yeri olarak
insa edilen câmilerin ifa ettigi hizmetler, küçümsenmeyecek kadar
büyüktür.
Hz. Peygamberin, Medine'ye hicreti ile baslayan câmi
insaati, Hz. Ömer'in halifeligi döneminden itibaren önemli merkezler basta olmak
üzere Islâm dünyasinin hemen her tarafinda görülmeye baslar. Daha o zamandan
itibaren insa edilen câmi binalari, kuru bir yapi olarak birakilmadigi gibi
bunlar, çevrelerinde çesitli hayir kurumlarinin yapilmasina da vesile
oluyordu.
Yapi olarak dinî mimarî grubunun basinda gelen câmi,
özellikle Osmanlilarda mahallenin idare merkezi ve imamlarin karargahi idi.
Kendisine verilen Arapça isimden de anlasilacagi gibi câmi, halki toplayan veya
halkin toplanti yeri mânâlarina gelmektedir. Bu sebeple sosyal müesseselerin
basinda zikredilen câmiler, hem ibâdet yeri, hem de cemaatin toplu bulunmasi
sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait islerin görüsülüp karara baglandigi
yerlerdi. Bu yüzden, sosyal bir yapi olarak büyük bir önemi haizdi. Bunun
içindir ki Osmanlilarda câmi, mahallenin odak noktasini teskil ediyordu.
Câmilerin etrafinda bazan geometrik bir düzen içinde, bazan da yerin özelligine
göre çok defa belli bir estetik dikkate alinarak evler serpistirilirdi. Bu
evlerden baska en önemli bina medrese idi. Medreseler, özel mimarî tarzi bulunan
zarif ve agir basli eserlerdi. Bu binalardan bir kaçi bir câmi etrafinda
siralaninca bunlara kütüphane gibi yardimci tesisler de ekleniyordu. Bundan
baska özellikle büyük câmilerin yanina sebil, imâret, dâru's-sifa vs. gibi sivil
ve sosyal vazifelerin görüldügü binalar yapilirdi. Bu haliyle bunlar, bir
külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasina yardim
ederlerdi. Çünkü bir câmi yaptirmak isteyen hayir sahibi (vâkif), topraga agaç
diker gibi binasini tek basina yalniz ve garip birakmazdi. Öyle ki yaptirdigi
ibâdethaneye sosyal ihtiyaçlari karsilayacak canli bir organ karakteri vererek
onu, medresesi, imâreti, mektebi, hamami ve diger müstemilati ile bütünlerdi.
Bunun için Osmanli sehirlerinde vakif tesisleri ehemmiyetli kuruluslardi. Feth
edilen sehirlerin yenilestirilmesi ve bir Türk sehri haline getirilmesinde en
çok bu neviden vakif binalarin hizmeti olmustur. Yeniden kurulan sehirlerde ise
bu rol daha büyüktür. Vakif, hem kurulan binalarin saldirici kuvvetlere karsi
koruyucusu ve sigortasi görevini görmüs, hem de kurucularin millet gözünde
gâsib gibi görülmelerine engel olmustur.
Hâlâ bugün bile câmi yakininda namaz vaktinin
girmesini bekleme için oturulan kahvelerin varligi, câmiler sayesinde olmustur.
Nitekim Istanbul'daki kahve ve kiraathânelerin açilis sebebini câmilere baglayan
O. Nuri Ergin, bu konuda söyle der: Istanbul'da kahveler ve kiraathâneler de
câmi teskilâti ve ibâdet yüzünden açilmistir. Namaz vakitlerinden evvel câmiye
gelen ve fakat kapisini kapali bulanlar, yahut iki namaz arasindaki vakti
geçirmek isteyenlerin bir müddet oturmasi ve beklemesi için ilk önce her câminin
yaninda birer yer tahsis edilmis ve hicretin X. (M. XVI) asrinda Yemen'den kahve
gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmisti. Bundan dolayidir ki
adina kahvehâne denmistir. Kahvelerde namaz vaktine kadar halki oyalamak için
bilhassa aksamla yatsi arasinda Hamzanâme, Battalgazi vs. gibi halk
kitaplari okunurdu.
Klasik Türk câmileri, baslica su kisimlardan meydana
gelirler. Dis avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar ve mihrab. Iç
avlunun etrafi revakli olup orta yerde abdest almak için çok sayida musluklu bir
sadirvan bulunur. Câminin bu avlu tarafinda ve orta yerdeki kapisindan ekseriya
son cemaat mahalline girilir. Bu kisim, namaz vaktinden sonra gelen veyahut câmi
dolu oldugu zaman cemaat tarafindan doldurularak ayri bir imamla namaz kilinan
ve hususi bir mihrabi olan yerdir. Buradan bir kapi ile câminin içine girilir.
Cemaatla namaz kilindigi vakit bu sahnda cemaat, mihrabta duran imama uyarak
namaz kilar. Mihrabin saginda hutbe için bir minber vardir. Câminin uygun bir
yerinde müezzin mahfili oldugu gibi zeminden yüksekçe sofalari ve büyük
câmilerin üst katlarinda hünkâr mahfilleri bulunur. Câmilerin binalarina bitisik
bir veya daha fazla minare bulunur. Bunlar, ezan okunmaya mahsus tek veya
müteaddid serefeli olurlar. Bazi selâtin câmilerinde minarelerin üçer serefesi
bulunur. Büyük câmilerin etrafinda daima büyük bir avlu vardir. Buraya çogu
zaman agaçlar da dikilir. Böyle büyük câmilerin yaninda türbe ve mezarliklardan
baska sebil, imâret, mektep, medrese, kütüphâne gibi binalar da bulunur.
Bunlarin tamami, bir külliye meydana getirir. Ve âdeta müstakil bir mahalle
olustururlar.
Günümüzde, çesitli yönleri ile kendilerinden
yararlandigimiz câmiler, tarihte de ayni özellige sahip olduklari için
görüntüleri ile yabancilari cezb etmekten ve onlari kendilerine hayran
birakmaktan geri kalmazlardi. Bunu, seyyahlarin eserlerinden takib etmek
mümkündür. Nitekim XIX. asrin ilk yarisinda Osmanli ülkesine gelen Gerard de
Nerval Voyage en Orient adli seyahatnâmesinde bu hayranligini söyle dile
getirir: Ayni anda Istanbul âbidelerinin yükseldigi geri plânda sihirli bir
manzara belirmeye basladi. Karanlik çöktükçe kubbeler üzerinde ve minare
aralarinda mahyalar yaniyor, sehir isil isil parliyordu. Süphesiz, mahya denilen
isikli harflerle, bir seyler anlatiliyordu. Binlerce geminin diregi gibi göge
uzanan minarelere isiktan halkalar takilmisti. Bunlar, o narin serefeleri
aydinlatiyor ve gökyüzüne resm ediyordu. Baska günlerde pek tatli ve agir olan
müezzinlerin her taraftan yükselen sesleri o gün bir zafer sarkisini
andiriyordu.
Osmanlilarda câmi mimarisi, bu sahada yeni uslûb ve
ekollerin dogmasina da sebep olmustu. Bu bakimdan, kisaca bunlardan bahs etmek,
mimarlik tarihimiz açisindan faydali olacaktir. Bunlar:
1. Bursa Uslûbu (1325-1501): Bursa'nin fethinden
Istanbul'da Bâyezid Camii'nin yapilmasina kadar olan devre. Bursa'daki Ulu ve
Yesil Câmi'ler bu uslûbun ilk örnekleridir. Osmanli mimarisinin bu ilk devresine
ait örneklerine Edirne'de de rastlanir. Bu tarz mimarî, Istanbul'un fethinden
sonra da bir müddet devam etti. Edirne ve Istanbul'un ilk anitlari asagi yukari
hep bu uslûba uyularak yapilmistir.
2. Klasik Üslûb (1501-1616): Bâyezid Câmii'nden Sultan
Ahmed Câmii'nin yapilisina kadar olan devre. Osmanli mimarîsinin bu klasik
devresi, 1501-1506 yillari arasinda Istanbul'da insa edilen Bâyezid Câmii ile
baslar. Bu câmi ile birlikte yeni bir mimarî tarz ortaya çikti. Câminin plani,
Bursa'daki Yesil Câmi'nin ilkel seklini korumakla beraber kubbeyi büyütmüs;
bunu, binanin kalin duvarlarina dayandiracak yerde dört büyük ve kalin sutûna
istinad ettirmistir. Bu düzen, mimara yan sahnlar elde etme imkâni vermistir. Bu
yan sahnlar, ya baska küçük kubbelerle ya da küçük yarim kubbelerle örtülmüstür.
Bu andan itibaren mimarî artik yeni bir safhaya girmektedir. Ilk devrin câmileri
ve âbideleri bu devrin binalari yaninda agir ve kaba kalmaktadir. Mimar
Hayreddin, câmiin tamamina, o zamana kadar bilinmeyen bir ahenk ve karekter
vermistir.
Bu uslûbun örneklerinden bir kaçi söyledir: Sultan
Selim I Câmii, Süleymaniye Câmii, Sehzâde Câmii, Edirne Selimiye
Câmii.
3. Yenilestirilen Klasik Uslûb (1616-1703): Bu tarz
mimarinin ilk örnegi Sultan Ahmed Câmiidir. Bu dönemde mimarî gelismede ani bir
degisiklik oldu. Mimar Sinan tarafindan tesbit edilen plan modeline göre yapilan
Sultan Ahmed Câmii'nin, klasik uslûbla yapilmis binalardan farkli bir karakteri
ve yüzü vardir.
Câmiinin mimari olan Mehmed Aga, Mimar Sinan'dan daha
ileri gitmek ve kendi orijinalligini göstermek hevesine kapilmisti. Klasik
dönemin büyük câmilerini taklid eder görünmek istemeyen Mehmed Aga, yasadigi
devrin mimarî geleneklerini terk etti. Mehmet Aga, klasik Camiin planina ve dis
sekline sadik kalmakla beraber iç görünüsünü tamamen degistirdi. Bu dönem,
Sultan III. Ahmed devrine kadar devam etti.
4. Lâle Devri (1703-1730): Sultan III. Ahmed devri. Bu
devrin önemli bazi mimarî eserleri sunlardir: III. Ahmed Çesmesi. Bu çesme,
Ayasofya Camii ile Topkapi Sarayi yaninda 1729 yilinda yapilmis olan çesmedir.
Lâle devrinin en karekteristik âbidelerinden biridir. Çesmenin
krokisi
bizzat padisah tarafindan yapilmistir. Bundan baska
Azapkapi çesmesi, Üsküdar ve Tophane çesmeleri de bu dönemin baslica eserleri
arasinda zikredilirler.
5. Barok Uslûbu (1730-1808): I. Mahmud ve III. Selim
devirleri. Bu dönemde Avrupa'dan getirilen esya ile gelen turistler (seyyah),
Türklerin zevklerinde büyük bir degisikligin meydana gelmesine sebep oldular.
Artik Osmanli sanatçisi da rönesanstan etkilenmeye baslamisti. Eski motifleri
birakan sanatçilar, rönesans eserlerinde yeni bir takim fikirler buldular. Onun
için yavas yavas klasik sekillerden uzaklasildi. Mimar Sinan ekolunun alisilmis
sekilleri ve lâle motifleri terk edildi. Bununla beraber Türk sanatçilari bu
uslûbu kendilerine göre yorumladilar. Böylece, Batx barokundan farkli bir uslûb
meydana gelmis oldu. Bu tarz, XIX. yüzyil baçlarina kadar sürdü. Bu tarzin
örnekleri arasinda Nuru Osmaniye Camii (1757), Lâleli Camii (1763), Hamidiye
Imâreti, Harem'de Selimiye Camii ve kislasini sayabiliriz.
6. Ampir Uslûbu (1808-1874); Sultan II. Mahmud ve
Abdülmecid ile baslayip Abdülaziz'in saltanatina kadar sürmüstür. Fransa'da
barok uslûbundan sonra gelen ampir uslûbu, o dönem Osmanli ülkesini de etkiledi.
Sultan II. Mahmud zamaninda 30 yillik süre içerisinde yapilan binalarda hep bu
uslûb kullanildi. Bununla beraber Osmanli ülkesinde bu uslûba yeni bir karekter
kazandirildi. Burada hayvan figürleri kullanilmadi. II. Mahmud türbesi bunun
örneklerinden biridir. Ortaköy Camii ile, Ermeni Karabet Balyan tarafindan
yapilan Dolmabahçe Sarayi, ampir ve barok karisimi bir uslûbla insa
edilmistir.
7. Yeni Klasik Uslûb (1874-1930): 1861 yilinda padisah
olan Sultan Abdulaziz zamaninda mimarî sanatinda bir çöküntü dönemi yasaniyordu.
O zamanlar, Rum ve Ermenî mimarlari, Türk sanat ve zevkine uymayan tuhaf bir
takim binalar yapiyorlardi. Avrupa mimarî eserlerinden kopya suretiyle alinmis
motifler bu uslûpta açikça görülüyorlardi. Konya'da, Sultan Abdulaziz'in annesi
Pertev Nihal Sultan tarafindan yaptirilan Aziziye Camii, Türk sanati ile ilgisi
bulunmayan bu sanatin tipik örneklerinden biridir. Istanbul Aksaray'da
yaptirilan Valide Camii de bu tarzda bir eserdir.
Osmanli döneminde daha kurulus yillarindan itibaren
baslayan vakif gelenegi, câmi ve görevlileri için gelir getiren birçok tesisin
meydana gelmesine sebep olmustur. Böylece vakiflar, günümüzde devlet bütçesinden
maas almak suretiyle geçimlerini saglayan pek çok kimseyi, devlet bütçesine
yüklenmeden besleyebiliyorlardi. Bundan baska câmi ve diger dinî müesseselere
vakf edilen emlâkin, mütevelli, câbi, muarrif vs. gibi görevlileri de
hizmetlerine karsilik devlete daha fazla yük olmadan geçimlerini sagliyorlardi.
Maaslari vakif tarafindan karsilanan görevliler ile bunlarin tayinlerine isaret
eden pek çok belge bulunmaktadir. XVIII. asir Osmanli cemiyetinde camilerdeki
görevlilerin isim, sayi ve maaslarini belirten bir cetveli buraya almakla
câmilerde vazife görenlerin sayilarini ögrenme imkânini bulacagimiz gibi devlet
hazinesine yük olmadan ne denli bir masrafin yapildigini da ögrenmis olacagiz.
Baska bir cetvel ile de resmî vazifeli olmadiklari halde yine camilerde dua
etmek, Kur'an okumak gibi hizmetlerinden dolayi vakiftan ücret alanlarin miktar
ve ücretlerini ögreniyoruz.
Yedi mescid ve altmis camide görevlendirilmis
kisilerin sayilari ve akçe olarak günlük ücretleri
Ücret Kategoriler Görevli Ücret
Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-3940-49 50-120
Toplami Toplami
Imam 29 17 26 11 10 3 9 105 1736
Eczâhân 49 68 47 20 184 1338
Vâ'iz 6 28 27 3 10 2 5 81 1305
Müezzin 81 51 47 179 1117,5
Hatib 28 13 17 6 4 2 1 72 791
Kayyim 32 29 25 5 1 92 715,5
Devirhân 56 35 27 118 686
Desi'âm 4 11 11 4 2 3 35 525
Ferras 49 35 8 92 416
Seyhü'l-kurrâ 4 15 3 6 2 31 407
Müderris 1 4 1 2 8 277
Bevvâb 6 25 1 32 170
Talebe, sibyan 60 60 160
Na'athân 7 9 5 21 154
Muvakkit, sa'âtî 1 1 3 1 1 6 129
Mu'allim-i sibyan 3 2 1 1 1 8 80
Muhaddis 1 1 1 1 4 60
Hâfiz-i kütüb 5 2 2 9 45
Kandilci, sirâcî 23 36 4 63 326
Buhûrî 4 1 1 6 27
Muhammediyehân 3 1 4 15
Hâfiz-i seccâde 9 9 16
Mahyaci 1 1 2 20
Hatm-i hâcegânhân 1 1 1 2 14
Delâil-i hayrât kârî 7 7 14
Sifâ-i serif hocasi 1 1 4
Digerleri 20 11 3 2 36 194,5
Toplam 486 393 261 60 33 10 21 1264 10743 Du'gûyân'in sayisi ve akçe olarak günlük
ücretleri
Görevli Ücret
Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-39 40-49 150 Toplami
Toplami
Du'ûgûyân 34 41 11 2 1 1 90 841
Eczâhân 449 8 49 9 1 516 2267
Du'âciyi hatm-i serîf 1 1 10
Yâsinhân 6 3 9 47
Tebârekehân 1 1 10
Mülkhân 7 7 13
îhlâshân 8 1 9 36
Hatimhân 3 1 7 11 120
Fethhân 1 1 5
En'âmhân 14 14 42
Ammehân 1 1 1
Delâil-i serifhân l 1 5
Nâzir-i cüzhân l 1 1
Müvezzi', sandûkî 13 1 14 26
Hafizieczâ' 6 1 7 13
Noktaci 13 2 15 30
Sermahfil 3 1 4 9
Buhurcu 2 2 2
Ed'iyye-i me'sûrehân l 1 5
Toplam 561 58 72 2 10 1 1 705 3478
Osmanli toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel
bakimlardan gelismesine yardimci olan câmilerde görev yapan ve adina kisaca
imam dedigimiz görevlinin vazifelerinden de biraz söz etmek yerinde olacaktir.
Mahallenin dinî, idarî ve beledî yöneticisi durumunda bulunan imamin vazifesi,
günümüzdeki gibi mihrab ile minber arasina sikisip kalmamisti. Osmanlilarda
imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi. Bundan dolayi bazi
zâbita ve beledî isler de yine mahalle imamlari tarafindan takip edilirdi.
Mesela ahlakî yönden zabitayi ilgilendiren olaylardan imam sorumlu idi. Nüfus
kayitlari, dogum, Ölüm, evlenme, bosanma gibi islemler de imamlar vâsitasiyle
yerine getirilirdi. Mahalleye gelip gidenler, mahalle halkini rahatsiz edecek
sekilde uygunsuz davrananlar, içki içip sarhos olanlar ile benzer kimseler,
imamlar tarafindan gözetilirdi. Tabir caiz ise onlar, mahallenin gören gözü
isiten kulagi idiler. Vazifeye tayinleri padisah berati ile olan imamlarin bu
özelliklerini belirten pek çok arsiv belgesi bulunmaktadir. Bu bakimdan bunlara
örnek vermeye bile ihtiyaç hissetmiyoruz. Ancak baska hukukî bir durumu ortaya
koymasindan dolayi bir belgeden söz etmemiz gerekir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564)
tarihini tasiyan ve Edirne Kadisi'na gönderilen bir hükümde, imam ve hatiplerin,
vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerektigi
bildirilmektedir. Bu müddet içinde beratlarini almayanlarin vazifeye tayin
edilemeyeceklerini de yine adi geçen belgeden ögreniyoruz. Herhalde bu yüzden
olsa gerek ki, baska bir vesikaya göre resmen imamlik vazifesi ile tayin
edilmeyen kimseler için adi geçen tabirin (imam) kullanilmasi bile mümkün
görülmemektedir. Bir baska belgeden ögrendigimize göre sadece mahalle veya köy
halkinin istegi ile görev yapanlar için imam tabiri yerine Namazci ifadesi
kullanilmaktadir.
Osmanli Devleti'nde, imamlik vazifesine getirilen
kimse, özellikle sosyal faaliyetleri bakimindan basi bos birakilmazdi. Kadilar,
her zaman imamlari teftis edebilirlerdi. Bu teftislerde onlar sadece dinî
görevleri degil, mahalledeki diger hizmetlerin yapilip yapilmadigini da
arastirirlardi. Bu bakimdan isinin ehli olmayan kimseler vazifeden
uzaklastirilirlardi.
Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik
teskilati kurulana kadar mahalle yöneticisi olan imamlar, kadi'nin bir nevi
temsilciligini yapiyorlardi. Kadilarin, yerine getirmeleri gereken pek çok iste
imamlardan yardim gördüklerine sahid olunmaktadir. Bu meyanda onlar, mahallenin
düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler. Arsivlerimizdeki
birçok belge, imamlarin bu konudaki yetkilerine isik tutmaktadir. Nitekim
Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihini tasiyan asagidaki su hüküm dikkat
çekicidir. Biz bu hükmün bir kismini aynen buraya almayi faydali
görüyoruz:
Âsitane kaymakamina ve Istanbul Kadisi'na ve
Sekbanbasiya ve
Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahrûse-i Istanbul'da
bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmûmeleri üzre bazi erazil
ve müdmin-i hamr olan eskiya ile ihtilat ve irtikab-i fisk u fücûr ve baise-i
fitne ve fesad olduklari mesami-i âliye-i malûkâneme ilka olunup emr bi'l-maruf
ve nehy ani'l-münker'in meviza-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i
hilafetmeabimi vacib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lazim vârid
olmagla sen ki vezir-i müsarun ileyh ve siz ki muma ileyhimsiz insaallahu taala
is bu emr-i serif-i vâcibu'l-imtisâlim vusûluna mahruse-i Istanbul ve tevabü
mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi
evkat-i hamsede cemaat ile eday-i salâti mefruza içün hazir olup ve içlerinden
tarik-i salât ve siirb-i hamr ve sair menâhiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden
ihraç olmak üzere... diye devam eden emre göre mahalle imamlari kendi
mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar. Vesikanin metnini verdigimiz için
burada fazla bir açiklama yapma geregini duymuyoruz. Keza,Haslar Kadisi'na
selh-i Safer 975 (7 Agustos 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyub ve
civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücûr ehlinin mahallelerden
çikarilmasi, kahve ve sair oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin
bulundugu yerlerin kapatilmasi için de imamlardan yardim istenmektedir. Bu
emirlere itaat etmeyenlerin haps edilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere
mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden
anlasilmaktadir.
Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin
bulunmadigi bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi
vâsitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet, memleketin her yerinde ayni
anda (yatsi namazi vakti) emir veya yasaklarini bildiriyordu. Zira o asirlarin
toplum suuru geregi, mahallede ergenlik çagina gelmis bulunan erkeklerin büyük
bir kisminin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi
istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi
namazini müteakip: Ey cemaat, dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi
söyleyecegim der ve kendisine verilen emri ilân ederdi.
Günümüzle mukayese edildigi zaman gerçekten büyük bir
farklilik gösterdigine sahid oldugumuz Osmanli devri mahalle imamlarinin bu
görevleri, o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde
kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o
müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar
sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis
olan imamlarin yetkileri, degisen dünya sartlarina göre zamanla daraltilmistir.
Bu durum, Tanzimat (1839)'a takaddüm eden senelere kadar uzanmaktadir.
Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda
yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari
gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar, imamlarin yanina verilmistir.
Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin
yönetimini üstlenen imamlarin yönetimdeki vazifelerine son vermek için atilmis
bir adim oldu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasi ile de imamlarin vazifesi
sadece câmiye hasr edilmistir.TEKKE
Islâm dünyasi kültür ve sosyal hayatinda önemli yeri
bulunan müesseselerden biri de tekkedir. Tasavvuf düsüncesinin, anlayis ve
terbiyesinin islendigi, derinlestirildigi ve halka takdim edildigi tekkeye
(tekye), zâviye, hankah ve dergâh gibi isimler de verilmektedir. Ilk tekkenin
Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafindan kurulmasindan kisa bir müddet sonra her
tarafta yayilan ve dolayisiyla daha sonra kurulan Müslüman devletlerin kurulus
faaliyetlerinde bulunan tekkeler, Türklerin Anadolu'ya gelip yerlesmesinde de
büyük ölçüde rol oynadilar. Anadolu'nun Islâmlastirilmasinda da tekkelerin
oynadigi rol, inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Nitekim Mentese Beyligi adli
arastirmasinda Paul Wittek, adi geçen bölgede dervislerin Islâmlastirma
hareketlerinde nasil faal bir rol oynadiklarini anlatir.
Tekke ve zâviyelerin, Osmanli fütûhatim
kolaylastirmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduklarini biliyoruz. Zira
Osmanogullari ile birlikte birçok seyh, gelip Anadolu'nun bati taraflarina
yerlesir. Bu yeni gelen dervis muhacirlerin bir kismi, gazilerle birlikte
memleket açmak ve fütuhat yapmakla mesgul oluyor, bir kismi da o civardaki
köylere veya tamamen bos ve tenha yerlere yerlesiyorlardi. Köy veya bos araziye
yerlesenler, bu yerlerde müridleri ile birlikte ziraat ve hayvan yetistirmekle
mesgul oldular. Bunlar, özellikle bos topraklar üzerinde zâviye kuruyordu. Bu
sayede buralar kisa bir zamanda din,kültür ve imar merkezleri haline geliyordu.
Bu zâviyelerin, ordulardan önce gelip hudud boylarina yerlesmeleri, onlarin
(ordularin) harekâtini kolaylastiriyordu. Bundan baska Osmanlilar, fetihlerden
önce istedikleri yerlere dervis gönderiyorlardi. Böylece yerli halkin psikolojik
olarak hazirlanmasi saglaniyordu. Evliya Çelebi'deki bir kayit bunu teyid
etmektedir. Tekke seyhleri, maddi olarak da orduya yardim ediyorlardi. Nitekim
gerek Âsikpasazâde, gerekse Nesrî'de bulunan asagidaki ifadeler, bu yardimlarin,
ordularin sevk ve idaresi için ne denli kiymetli oldugunu göstermektedir. Buna
göre Göynük ve Taraklu'ya hazirlanan bir akinda Osman Gazi, Köse Mihal'in
tedbirlerini sevab (dogru) bilip güzati cem' edüp gelüp Bes tas (Besiktas)
zâviyesine konup seyhine Sakari (Sakarya) suyunun geçidini sorarlar. Seyh de
kendilerine geçidi gösterir.
Bundan baska tekkelerin, köylerin gelismesinde ve köy
halkinin ilerlemesinde de büyük hizmetler yerine getirdikleri bilinmektedir.
Gerçekten, köy ictimaî toplulugu içinde bir imam ile bir de zâviye seyhinden
(varsa) bahs etmek gerekir. Zâviye seyhleri, XIII. asirdan itibaren Köy Gençlik
Ocaklarini nüfuzlari altina alarak buraya tarikat usûl ve âdetlerini
sokmuslardir. Böylece bunlar da sehirlerdeki ahî teskilâtlari gibi kuvvetli bir
manevî birlik kazanmislardi.
Osmanli toplum hayatinin ekonomik ve sosyal
gelismesinde harç vazifesi gören tekkelerin son zamanlarindaki durumlarina bakip
bunlarin devamli böyle olduklarini zannetmek, büyük bir haksizlik olur. Nitekim
M. Cevdet de bu mevzuya temasla son zamanlardaki tereddisine bakip ta
tekkelerin daim öyle olduguna hükm etmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak
ilkbaharda da ortaligi yapraksiz ve yesilliksiz sanmak dogru olmadigi gibi,
kemâl zamanlarinda tekkeler, ruhlari çok terbiye etmistir. Eskiden tekkeler,
edebiyat, musikî ve tarih ocaklari idi. Hayatin izdirabini dindirmek ihtiyacinda
olanlar, oralara kosar, nefis bir ahengin selâlesi altinda ruhlarini yikar,
tesellikâr söz ve tarihî menkibelerle yeniden canlanirlardi. Hâsili tekkeler,
ye's ve mahrumiyet ile canina kiyacak insanlarin, yeniden tamir gördügü
yerlerdir diyerek tarihî bir gerçegi dile getirmeye çalisir. Bu ifadeler,
tekkelerin insan hayatinda, özellikle psikolojik rahatsizligi bulunan ve çesitli
sebeplere bagli olarak bunalima giren insanlar için nasil bir mânâ ifade
ettigini göstermektedirler.
Osmanlilar, tekke düsüncesini sistemlestirmek,
müesseselestirmek ve bu düsünceyi çesitli yol ve teskilatlarla cemiyete aktarmak
hususunda önemli hizmetler ifa ettiler. Bu anlayistan hareketledir ki, daha
önceki Müslüman devletlerin tekke ve zâviye seyhlerini korumalari an'anesi,
Osmanlilarda da aynen devam etti.
Görüldügü gibi, psikolojik, pedagojik ve tibbî
problemlere varincaya kadar genis bir hizmet sahasina sahip olan tekke, o devrin
mektebidir, hastahanesidir, spor yurdudur, moral kaynagidir, dinlenme kampidir,
beldenin güzel sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocagidir. Velhasil
tekke, insanlarin hayrina olan her seydir. Tekke'nin, tarih boyunca icra ettigi
fonksiyonlarini kisaca söyle özetleyebiliriz:
a. Tekkeler, özellikle kurulus yillarinda kendi
seyhleri tarafindan seçilen bölgelerde kuruluyorlardi. Bundan dolayi onlar,
etraflarindaki insanlarin manevî ihtiyaçlarini temin ederek bölgelerinin
insanlarina sahip çikiyorlardi. Böylece, Kur'an'in tavsiye ettigi bir metod olan
hikmet ve güzel ögütle insanlari dine ve hakikata
çagiriyorlardi.
b. Tekke ve zâviyelerin bir kismi, devlet tarafindan,
bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde tesis ediliyorlardi. Bu bakimdan,
daglarda korkunç bogaz ve geçitlerde tesis edilen tekkeler, askerî sevk ve
idareyi kolaylastirmak, ticarete engel olabilecek eskiya vs. gibi kimselere mani
olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardi. Böylece tekkeler,
kar ve yagmurlu günlerde de ticarî sevkiyatta bulunanlara birer siginak
oluyorlardi.
c. Çok genis topraklara sahip olan Osmanli
Devleti'nin, merkeze olan uzakliklari dolayisiyle, otoritenin zaaf gösterdigi
yerlerde bazi isyanlarin çikmasi normaldi. Devlet, böyle yerlere maas vermek
suretiyle devamli bir zâbita kuvveti yerlestirecegine, orada bir zâviyenin
kurulmasini daha uygun ve netice itibari ile daha faydali görüyordu. Devlet,
tekke vasitasiyle bu neviden dert ve sikintilari ortadan
kaldiriyordu.
d. Oturma merkezlerinde (meskûn mahallerde) kurulan
dergahlarin gördügü önemli hizmetlerden biri de temel inanç ve kültürün, halk
arasindaki birlik ve saglikli bir haberlesmenin saglanmasi idi. Günümüz yayin
organlari tarafindan verilen hizmet, o dönemde câmi ve tekkeler vâsitasiyla
yerine getiriliyordu. Tamamen vakiflara bagli olan bu müesseseleri hemen her
yerlesim biriminde görmek mümkündür. Söz gelimi, Urfa'da Seyh Yalincik, Seyh
Tahir, Câbir el-Ensarî, Halil Rahman; Erzurum'da Ibrahim Hakki; Maras'ta
Ereglice, Seyyid Mazlum; Sam'da Zeyne'l-Âbidin; Mustafa Pasa tekkesi gibi
tekkeler ilk akla gelenler olarak zikr edilebilir.
e. Nihayet tekke ve zâviyelerin zaman zaman ruh ve
sinir hastaliklari için tedavi merkezi olarak kullanildigini da biliyoruz. Daha
çok telkin ve irsad yolu ile hizmetlerini sürdüren bu sifa yurtlari, çogu zaman
bir seyhin önderliginde toplumun bu sahadaki yaralarina çareler ariyordu. Bu
seyhlerden bir kisminin da gerçek mânâda doktor (tabib) olduklarini düsündügümüz
zaman, tekkelerin bu konudaki hizmetlerinin ne kadar önemli olduklari
anlasilir.
Tamamiyle vakiflara bagli olan tekkeler, insanlara
yardimi hedeflemislerdi. Devlet, çesitli yollarla bunlara yardimda bulunuyordu.
Hatta bu yardimlarin yaygin sekli, kendilerine bagli olan vakif arazilerden
vergi almamakti.
Tekkeler, insanlara sunduklari hizmetleri yanisira,
dervislerin devamli olarak ikamet ettikleri ve tarikata intisab edenlerin, zikir
ve merasimi toplu olarak yaptiklari yerlerdir. Bu sebeple tekkeler mimarî yapi
olarak su kisimlardan meydana geliyordu:
1. Semâhâne: Semâhâneler, zikir ve ibadet etmek için
hazirlanmis özel sofalardir. Bunlarin sekli tarikatlara göre degisir.
Mevlevilerde dönmeyi kolaylastiracak sekilde ortasi yuvarlak bir meydan seklinde
yapilir. Semâhâneler ayni zamanda birer mescid vazifesi de görürler. Bu sebeple
mihraplari da bulunur. Buralarda cemaatla namaz kilinir. Bazi büyük
semâhânelerde kadin ve itibarli insanlar için özel mahfiller de bulunur.
Kadinlar, zikri kafes arkasindan seyrederler ki buraya haremden
girilir.
2. Türbe: Genellikle tekkelerin içinde bir veya bir
kaç kisinin türbesi bulunur ki, bunlar, tekke seyhleri ile yakinlarina
aittirler.
3. Çilehâne: Bazi tekkelerde çilehâne denilen los
isikli bir bölüm vardir. Dervisler burada çile çekip derece kazanirlar. Mevlevî
çilehaneleri ise aydinliktir.
4. Dervis odalari: Tekkelerin de camiler gibi birer
avlusu vardir. Oraya bir kapidan girilir. Avlunun etrafinda, medreselerde oldugu
gibi sira ile dizilmis odalar bulunur. Önlerinde revak bulunan bu odalara hücre
denir. Dervisler ayri ayri bu odalarda yatip kalkarlar.
5. Selamlik: Seyh efendinin dairesidir. Buna meydan
evi de denir. Misafirler burada kabul edilir. Burasi ayni zamanda yemek yenen
yerdir.
6. Harem: Seyhin ailesi ile birlikte oturdugu
ikametgâhidir. Buranin disardan da bir kapisi vardir.
7. Mutfak ve Kiler: Dervislerin, yemeklerini yapmak ve
erzaklarim saklamak için avlunun uygun bir yerine yapilmistir.
8. Kahve Ocagi: Kahve pisirilen ve seyhin hizmetinde
olanlarin bulunduklari yerdir.IMÂRET
Osmanli toplum hayatinin sosyal gelismesinde önemli
rolü bulunan müesseselerden biri de imârettir. Temeli vakif sistemine dayanan
imâretin, memleketin kültür ve ekonomik hayatinin gelismesinde de büyük
hizmetleri olmustur.
Dar mânâsiyla asevi demek olan imâret, genis ve daha
kapsamli bir sekilde tarif edilmektedir. Buna göre neredeyse bir sehir veya
kasabanin nüvesini teskil eden bir külliye hüviyetini tasimaktadir. Bu açidan
bakildigi zaman müessesenin kapsamina câmi, medrese, bimarhâne, kervansaray,
kütüphâne, hamam gibi insanlara faydali olan tesisler girmektedir. Imâret
külliyesinin kapsamina giren tesislerin azligi veya çoklugu, vakfin imkânlarina
göre degisir.
Sosyal birer hayir kurumu olan imâretlerdeki
yemeklerin kaliteli olmasina dikkat edilirdi. Bu konu gerek Fâtih, gerekse
Kanunî Sultan Süleyman'in vakfiyelerindeki imâret ile ilgili bölümlerde ifade
edildigi gibi bizzat imâret mütevellisi, bazan da onun imkânlarindan istifade
edenler tarafindan dikkatle izlenirdi. Uygun olmayan ve hijyen sartlarini
tasimayan gidalar imârete sokulmazdi. Aksi takdirde gerekli mercilere
sikâyetlerde bulunulurdu. Bu sikayetler üzerine gerekli tedbirler alinirdi.
Nitekim Zilkade 1177 (Nisan 1764) tarihini tasiyan bir belge Istanbul ve
tevabündeki imâretlerde talebe-i ulûm ve fukuray-i müstahakkîn için daha önce
her gün firinlarinda pisirilen ekmegin (nan-i aziz) unu beyaz ve has oldugundan
yenmesi de güzel oluyordu. Fakat bir müddetten beri Degirmenderesi uncularinin
verdikleri un karisik oldugundan yenmesi güzel olmadigindan bu firinlarin
degistirilmesi ve daha kaliteli un veren firinlardan un alinmasi gerektigi
bildirilmektedir. Keza, Bursa Kadisi'na yazilan bir hükümde imârette pisen
yemeklerin kaliteli olmasi, kasaplarin en iyi etten imârete vermesi ve
mütevellinin bizzat bunu kontrol etmesi gerektigi istenmektedir. Imâretlerde
saglik ve temizlik kaidelerine de siki bir sekilde riayet edilirdi. Nitekim XVI.
asir ortalarinda Istanbul'a gelip Fâtih külliyesi misafirhanesinde kalan
Radiyüddin el-Gazzî, burada karsilanisini söyle anlatir:
îmârethâneye bakan zat yanimiza gelerek hal ve
hatirimizi sorduktan sonra ihtiyaçlarimizin iyi bir sekilde temin edilecegini
vaad etti. Dogrusu her seyleri gibi yatak ve yorganlari da temizdi. Bu sözler,
misafirhanenin kurulusundan bir asir sonra dahi yatak ve yorganlarinin ne denli
temiz oldugunu ve bu temizlige nasil riayet edildigini
göstermektedir.
kimsesiz ve yoksullarin da imkânlarindan istifade
ettigi imâretler, sadece yemek vermekle yetinmiyor, ayni zamanda adam basina
günde 3-5, hatta bazan 10 akçaya kadar para da veriyordu.
Bütün imâretlerde her seyden önce mektep ve medrese
talebesinin ihtiyaçlari temin ediliyordu. Bu da imâretlerin kültür hayatimizda
nasil bir fonksiyon icra ettiklerini göstermektedir. Her imâretin, vâkifin
sartlarina uygun olarak hazirlanan bir nizamnâmesi (yönetmeligi) bulunur. Bu
bakimdan, ögrencilerin imâretlere nasil girecekleri, ne kadar yemek alacaklari,
nerede ve nasil oturmalari gerektigine varincaya kadar her türlü hareketleri bir
nizama baglanmistir. Istanbul'da talebelerden sonra yemek yiyen fakirlerin en
çok bulundugu imâretler, Lâleli, Sehzâde; Üsküdar'da Valide-i Atik ile Mihrimah;
Eyyub'te de Mihrisah imâretleri idi.
Cemiyetin daha saglikli olmasi için, ögrenci, fakir ve
kimsesizlere yardimda bulunmak gerektigini bilen Osmanli toplumu, bu neviden
kurumlan gelistirmek için bütün imkânlarini efer etmisti denebilir. Gerçekten,
Orhan Bey'den baslamak üzere Osmanli Devleti'nde pek çok hayir tesisi kuruldugu
görülür. Nitekim Orhan Bey, daha isin basinda eski kiliseleri mescid ve
medreselere çevirir. Bursa'da yoksullar evi yaptirir ve onlari doyurmak için
mallar vakf eder. Yoksullar evindeki bilgin ve hafizlara da maas baglar. Daha
önceki müslüman devletlerde de varligina sahid oldugumuz bu müessesenin (imâret)
Osmanlilardaki ilk müessisi (kurucusu), Orhan Bey oldu. O, Iznik'in Yenisehir
kapisinda bir imâret kurdu. Bu imâretin seyhligini de, dedesi Edebali'nin müridi
olan Haci Hasan'a verdi. Orhan Gazi, bu ilk imâretin açilis merasiminde bizzat
kendisi hizmet etmis, fakirlere çorba dagitmis, aksam olunca da imâretin
kandillerini bizzat kendisi yakmistir. Sultan Orhan'dan sonra oglu Murad da pek
çok hayir ve hasenatta bulundu. Bunlar içinde Kaplica nahiyesinde tesis ettigi
imâreti ve imâretle ilgili bilgiyi onun 787 (1385) tarihli vakfiyesinden
ögreniyoruz. O, ahiret azigi olarak insa ettigi imâretine pek çok arazi vakf
etmisti. Vakfiyeye göre hiç kimse imârete inmekten men olunmaz. Hizmetçiler,
gelenlere en güzel sekilde hizmet etmek zorundadirlar. Hele fakirlere bu hizmeti
daha iyi yapmalilar. Çünkü onlar, kalbi kirik kimselerdir. Imârete inen kimse
orada üç gün kalabilir. Bundan sonrasi mütevellinin kararina baglidir. Artik
böyle bir baslangiçtan sonra feth edilen her yerde imâret sitelerinin kuruldugu
görülür. Kisa bir müddet sonra imâretler, öyle bir artis gösterdi ki, XVIII.
asrin sonlarinda, sadece Istanbul imâretleri her gün 30.000'den fazla insani
doyurma imkânina sahib olmuslardi. Ayni sekilde 937 (1530) tarihinde yalniz
Fâtih imâreti, günde bin kisiden fazla insani doyuruyordu. Hadidî, Tarih-i Âl-i
Osman adli eserinde, hem kimlerin imâretten istifade ettigini, hem de bunlarin
sayisini su ifadelerle dile getirmektedir:
Yine emr etti bir âli imâret
Imarindan kala sonra emâret
Ki bin kisiye her gün iki nevbet
Verilir as u et ekmek ziyafet
Yaya, atli, misafir u hassu âmi.
Konukluk eyleyüp üç gün tamami.
Nefaisten niam-i vâfir ulfeler
Gece gündüz ziyafetler ederler.
Meshur seyyahimiz Evliya çelebi (1611-1682) de
Istanbul'da bulunan imâretlerin isimlerini verdikten sonra: Ben, elli yilda on
sekiz padisahlik ve krallik yer seyahat ettim. Hiç bir yerde bu kadar hayrat
görmedim diyerek, memleketteki hayir müesseselerinin çoklugundan iftiharla bahs
eder.
Dar mânâsiyla asevi veya ashane demek olan
imâretin imkânlarindan istifade edecek olanlar medrese talebesi, câmi veya
hayrat hademesi, fakirler ve misafirlerdir. Bundan baska gerçekten dikkat çeken
ve baska bir yerde örnegine rastlanamayacak bir istifadeci sinif daha vardir.
Bu, kuslar sinifi idi. Gerçi özel olarak hayvanlar için pek çok vakfin
kuruldugunu biliyoruz. Fakat bu vakiflarin disinda kalan ve hem kuslarin
beslenmesini saglayan hem de çevrenin temizlenmesine katkida bulunan imâretler,
bu imkânlarin saglanmasi bakimindan bas vurulan baska bir çaredir. Böylece
imâretten kuslar da (yirtici, vahsi kuslar) istifade ediyordu. Nitekim Sultan
Ahmed Camii Imâreti'nde, bunlar için, kule gibi bir yer yapilmisti ki,
vakfiyesinde yenmeyecek yemeklerin vuhus-i tuyura (vahsi kuslara) burada
verilmesi yazilidir. Görüldügü gibi bu, hem artik yemeklerin bosa gitmemesi, hem
de ortaligin kirlenmemesi için bas vurulan güzel bir çaredir. Bu vesile ile
kuslar da imâretin yemeklerinden nasiplerini almis oluyorlardi.
Biraz önce imâretlerde bir iç nizamin bulundugunu ve
herkesin buna göre hareket etmesi gerektigine isaret etmistik. Imâretlerde pisen
yemekler ve onlardan istifade edenlerin nasil hareket edeceklerine dair olan
hükümler, hemen hemen bütün imâretlerde ayni olmakla beraber biz, kültür
tarihimiz bakimindan önem arz eden bu konuyu Müftüzâde Es'ad Bey'den kisaca
özetlemek istiyoruz:
Talebe efendilere fodla, çorba, pilav, zerde, bazen
de zirve (incir, üzüm, hurma ile pirinç ve sekerden yapilir) gibi çesitli
yemekler tevzi olunurdu. Bir fodla 90 dirhem-i atik miktarinda ekmektir. Bazi
imâretlerde 45'lik fodlalar da yapilirdi. Bir medreseye yeni kayd olan bir
talebeye mülazim istihkaki olan bir tam fodla verilirdi. Bilâhere sahib-i hücre
olunca bir misli zam alir. Imâretler, sabah namazi vakti açilir, sabah
derslerinden evvel fodlalar dagitilarak talebeye bugday ve arpa unundan veya
kirmasindan mamul çorba dagitilir. Bu çorba, imâret içinde me'kel denilen
yerde her talebeye büyük bir kepçe olarak verilerek taslarla içilirdi. Dersten
çiktiktan sonra yagli pirinç çorbasi alinir. Buna bazen de nohut katilirdi...
Persembe günleri her imârette zerde, pilav ve Hamidiye ile Lâleli imaretlerinde
Pazartesi ile Persembe günleri zerde ve etli pilav yapilarak bolca
dagitilir.
Imâretlerde yemek konusuna büyük bir titizlikle dikkat
edilirdi. Yukarida genel olarak verdigimiz bilgiden baska bir de daha açik bir
örnek olmasi bakimindan imâret vakfiyesinde bizi ilgilendiren sartlara deginmek
yerinde olacaktir:
Müsarun ileyh vâkif hazretleri, bina olunacak
imârette Ramazan geceleri için her gün kirk vukiyye (okka = 1282 gr.) taze et
pisirilmesini, sair günlerde sabahlari 15 vukiyyesinin ve aksamlari mütebaki
yirmi bes vukiyyesinin pisirilmesini sart etmistir.
Her bayramda dahi körpe ve güzel etten kirk vukiyye
pisirilmesini sart ve tayin etmistir.
Cuma ve Regaib ve berat gecelerinde... devam üzre tane
pirinç ve zerde pirinç... ve Ramazan gecelerinde devam üzre tane pirinç ve
münavebe ile arpa çorbasi ve icasiye pisirilecektir. Bayram günlerinde tane
pirinç ve zerde ve zirve pisirilecektir. Bu mübarek günler ve gecelerin gayrinda
sabahlari pirinç çorbasi ve aksamlari arpa çorbasi
pisirilecektir...
Medrese odalarina her gün pisirilen yemeklerden sabah
ve aksam ekmekle beraber birer çanak verilecektir.
Her gün, hususiyle aksamlari misafirlere ziyafet olmak
üzere mübarek günlerden maada günlerde tane, pirinç pisirilecek ve beher
kimsenin hakki elli dirhem pirinç ve on bes dirhem hâlis yag
olacaktir...
Mutfak ve diger mahallerde kullanilan bakir kaplarin
kalayi için günde birbuçuk dirhem tayin etmistir...
Vâkif, (Allah, hayratini kabul ve ecr ü mükâfatin
mebzul eylesin). Imâret için emanet ve diyânet ve ahlâk-i hamîde sahibi bir de
seyh tayin etmistir ki bu zât yemeklerin iyi ve kötüsünü bilecek ve her gün iki
defa muayyen saatlerde imârete gelip me'kûlat ve metbuhata nezâret edecek ve
yemeklerin harçlarinda veya pisirilislerinde veya lezzet ve rayihalarinda bir
kusur ve noksan görecek olursa bunlari islah ve ikmâl kilacak ve tenbihatta
bulunacaktir.
Bu seyh, ulema ve sulehadan ve fukaha ve zuafadan
gelen misafirlere taam tevzi edecek ve her kim olursa olsun bunlari üç gün ve üç
gece agirlayacak ve her birinin hal ve sânina münasip yatak ihzar ile bunlari
münasip mahallere yerlestirecek ve hepsine güler yüz gösterecektir. Buna günde
sekiz dirhem verilecektir...
Görüldügü gibi vakfiyenin imâretle ilgili kismindan
nakl ettigimiz bu ifâdeler, imâretin nasil olmasi, gelenlerin kaç gün misafir
edilmesi ve bunlarin idaresi için hangi sifatlari haiz kimselerin bulunup
seçilmesi gerektigini anlatmaktadir. Bundan baska imârette çalisacak kimse ve
vazifelileri de burada tafsilatli bir sekilde anlatilmaktadir.
Sadece ögrenci ve memleket fukarasinin ihtiyaçlarinin
giderildigi yer olmayan imâretler, ayni zamanda birçok kimseye is imkâni
saglayan yerlerdi. Böylece, mütevazi bir sekilde de olsa imâretler, memleketteki
issizligin ortadan kalkmasina sebep oluyorlardi. Nitekim sadece Fâtih imâretinde
44 kisiye is imkâni saglanmistir. Bunlar, çalismak suretiyle imâretten maas alan
kimselerdi. Kezâ, Isa Bey vakfiyesinden anlasildigina burada da 17 kisiye is
imkâni saglanmistir. Halbuki bu imâret pek fazla geliri olmayan ve sultanlarin
imâretleri ile mukayese edildigi zaman çok küçük kalan bir kurulustur. Burada
özellikle sunu da belirtmek isteriz ki verilen bu rakamlar bütün vakiflarin veya
külliyelerin kadrosu degil, sadece imârette çalisanlarin ve bu yolla geçimlerini
saglayan kimselerin kadrosudur.
Memleketin iktisadî ve ictimaî hayatinda, irfan, imar
ve kültürünün gelismesinde büyük bir hizmet ifa eden imâret müessesesi, ne yazik
ki son zamanlarda, memleketin umumî sartlarina bagli olarak vazifesini hakkiyle
icra edemez oldu. Bunun üzerine 19 rebiülevvel 1329 tarihinde (20 Mart 1911)
çikarilan bir kanunla Istanbul'daki yirmi imâretin onsekizi kapatiliyor, sadece
fakirlere bakmak üzere iki tanesi ibka ediliyordu. Nihayet farkina varilan bu
hata düzeltilerek, 10 Zilkade 1332 (30 Eylül 1913) de nesredilen baska bir
nizamnâme ile (madde 12) yine talebeye mahsus olmak üzere Fâtih, Sehzâde, Nur u
Osmaniye ve Valide-i Atik imâretleri tekrar ihya
edildiler.KERVANSARAY
Asirlar boyunca, vakiflarin medeniyet tarihimize
kazandirmis oldugu, devrinin mimarî özelligi ve sosyal seviyesini gösteren
muhtesem âbideler arasinda kervansaraylarin özel bir yeri bulunmaktadir.
Gerçekten, Müslüman toplumlarin ulasim bakimindan meydana getirdigi hayir ve
sosyal kurumlarin basinda gelen müesseselerden biri de kervansaraylardir. Din,
dil, irk, renk ve mezhep farki gözetmeden herkese hizmet veren bu müesseseler,
tarih boyunca önemli fonksiyonlar icra etmislerdir. Uzaktan bakilinca bir kaleyi
andiran kervansaraylar, Islâm dünyasinda daha önce kurulan Ribatlarin bir
devamidir. Bundan dolayi, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitâbe ve kronik gibi
kaynaklarda bunlara, ribat da denilmektedir.
Asli, Farsça kârbân olan kervan, günümüz nakil
vâsitalarinin sagladigi imkândan yoksun bulunuldugu bir devirde, at, katir ve
develerle bir memleketten digerine ticaret esyasi tasiyan kafilelere denir.
Gerek böyle ticaret kafileleri ve gerekse bunlara iltihak eden veya kendi basina
seyahat eden yolcular, her günkü seyahatin aksaminda, hayvanlarini dinlendirmek,
yemleyip, sulamak ve ertesi günkü yola hazirlanmak üzere menzillerde geceyi
geçirmek zorunda idiler. Takriben 40 km. araliklarla ve yukarida belirtilen
hizmetleri görmek için insa edilen bu neviden binalara kervansaray
denir.
Iyi ve liyâkatli bir hükümdarin özelliklerinden
bahsederken Nizâmülmülk, onun yol baslarina ribatlar kurmasi gerektigine de
temas eder. Demek oluyor ki kervansaraylar, daha baslangiçtan itibaren, sultan
ve padisahlarin himayesi altina alinmislardi. Böylece bir sosyal sigorta
müessesesi de dogmus oluyordu. Derbent, bogaz vs. gibi menzillerde yapilan
kervansaraylar sâyesinde insanlar, rahatça ve emniyet içinde seyahat
edebiliyorlardi. Biraz önce de belirtildigi gibi Yol emniyet ve huzurunun
saglanmasi sadece müslümanlar için degildi. Nitekim, Türkiye'ye gelen yabanci
tüccarlara taninan imtiyazlardan bahsederken Osman Turan: Yollarda herhangi bir
sekilde zarar gören, soyguna ugrayan veya emtiasi denizde batan tüccarlarin
mallari, devlet hazinesinden tazmin edilmekteydi ki, bu, Selçuklu Devleti'nin
bir devlet sigortasi takib ettigini gösterir. Bu keyfiyet, dünya ticareti tarihi
içinde çok ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihi ile ugrasanlar, sigorta
müessesesinin zuhurunu XIV. asra Ceneviz ve Venediklilere kadar
çikarmaktadirlar. der. Gerçekten, Selçuklularda sadece malin tazmin edilmesiyle
kalinmiyor, ayni zamanda kervan soyucular için de en agir cezalar uygulaniyordu.
Demek oluyor ki, ticaret erbabinin mal ve can güvenligi, tamamen devletin
himayesi altinda bulunuyordu.
Ekserisi, Islâmî yardimlasma anlayisi neticesi ortaya
çikan ve vakiflara bagli bulunan kervansaraylar, iki mühim gaye için insa
ediliyorlardi. Bunlar:
a. Zengin ticarî emtia nakleden kervanlara, hudud
boylarindan baslamak üzere, tehlikeli bütün bölgelerde gerek düsman
çapullarindan, gerek eskiyadan ve gerekse diger baskinlardan korumak için
emniyetli ve müstahkem yerler insa etmek. Bu gayenin tahakkuku için, bunlarin
etrafi kalin ve mustahkem surlarla çevriliyordu. Surlar üzerinde kule ve burçlar
insa edildigi gibi kapilan da demirden yapiliyordu. Böylece kervansaraylar, her
türlü tehlikeye karsi koyacak bir müdafaa tertibine sahip
oluyorlardi.
b. Kervansaraylarin hedef tuttugu ikinci mühim gâye
de, yolcularin konduklari veya geceledikleri yerlerde, onlarin her türlü
ihtiyaçlarini temin etmekti. Gerçekten bu maksatla kervansaraylarda vücuda
getirilen tesisler dikkate sayandir. Içlerinde yatakhaneleri, ashaneleri, erzak
anbarlari, ticarî esyayi koyacak depolar, yolcularin hayvanlarini barindiracak
ahirlari, samanliklari, mescidleri, hamamlari, sadirvanlari, hastahaneleri,
eczaneleri, yolcularin ayakkabilarini tamir ve fakir yolculara yenisini yapmak
için ayakkabicilari, nalbantlari ve bütün bunlarin gelir ve masraflarini idare
edecek divan (büro) ve memurlari vardi. Bu muazzam yapilar, bütünüyle
vakiftilar. Bu kervansaraylara inen yolcu, zengin olsun fakir olsun bütün
ihtiyaçlari, Parasiz olarak karsilanirdi.
Kervansaraylarda hizmet eden kimselerin tavirlarmi da
vakfiyelerinden ögrenmek mümkündür. Buna göre hizmetliler, tatli sözlü, güler
yüzlü olacaklardir. Gelenlere yorgunluklarini unutturacak derecede nazik
davranacaklardir. Onlara karsi öyle hareket edecekler ki, yolcular kendilerini
evlerinde hissedeceklerdir.
Askerî gayeler disinda, sadece yolcularin yemek,
yatmak ve istirahat etmeleri için kervansaray (Ribat) insasi an'anesi, Islâm
âleminde daha ziyade Türkistan'da inkisaf etmisti. Selçuklular bir çok an'ane
ile birlikte bunu da Türkistan'dap getirmislerdi. Bu yüzden Anadolu'daki ilk
kervansaraylara Ikinci Kiliçarslan (1115-1192) zamaninda raslanmaktadir. Artik
bu baslangiçtan sonra özellikle Konya-Kayseri yolu üzerinde pek çok sayida
kervansaray insa edildi. Böylece kervansaray insa gelenegi, Ortaasya'da dogmus,
Iran'da gelismis ve Anadolu Selçuklulari zamaninda nihaî seklini alarak zirveye
ulasmistir. Türkiye'deki han ve kervansaraylari bir katalog halinde veren bir
esere göre Türkiye sinirlari içinde 112 Selçuklu, 221 de Osmanli kervansarayi
bulunmaktadir.
Kervansaraylarin Ifa ettigi önemli hizmetlerden biri
de kisa bir müddet sonra çevrelerinde bir ticaret merkezi meydana getirmis
olmalariydi. XIII. Asirda Suriye, Irak, Dogu Anadolu, Kayseri ve Sivas
istikametinde ilerleyen yollarin kavsaginda bulunan Karatay Kervansarayi civari,
böyle bir merkezdi. Kervansarayin insasindan sekiz sene sonra orada 15 dükkân ve
kira getiren evlerin bulunmasi, bu ticarî faaliyet hakkinda bize bir fikir
vermektedir.
Bati'nin, para kazanmak gayesiyle ancak XVIII. asrin
ortalarinda (1750, Ingiltere) yaptirabildigi otele karsilik müslümanlar, birer
ictimaî hayir kurulusu olan kervansaraylari vasitasiyle din farki gözetmeden
herkese hizmet edebiliyorlardi. Kervansaraylarin bu hizmetine örnek olmasi
bakimindan Evliya Çelebi'nin, Lüleburgaz'daki Sokullu Mehmed Pasa Kervansarayi
hakkinda verdigi bilgiyi buraya aliyoruz:
Bir bâb-i azîm içre kal'a misâl karsu karsuya yüz
elli ocak han-i kebirdir. Haremli, develekli, ahirli olup sadece ahuru 3000'den
ziyâde hayvan alir. Kapida daima dîbebanlari nigehbânlik ederler. Ba'de'l-asâ
kapuda mehterhâne çalinup kapu sedd olunur. Dîdebanlar, vakiftan kandiller yakup
dibinde yatarlar. Eger nisfu'l-leylde tasradan misafir gelirse kapuyu açip içeri
alirlar. Ma hazar taam getirirler. Amma cihan yikilsa içerden tasra bir âdem
birakmazlar. Sart-i vâkif böyledir. Tâ cümle misafirîn kalktikta yine mehterhâne
dövülüp herkes malindan haberdar olur. Hancilar, dellallar
gibi:
Ey ümmet-i Muhammed! maliniz, caniniz, atiniz,
donunuz tamammidir? diye rica edüp nidâ ederler. Müsafirin cümlesi tamamdir
Hak sahib-i hayrata rahmet eyleye dediklerinde bevvablar, vakt-i safî iki
dervazeleri küsâde eyleyüp yine kapu dibinde Gâfil gitmen, bisât gaib etmen,
herkesi refik etmen, yürün, Allah âsan getire deyü duâ ve nasihat
ederler.
Kervansaraylarin küçüklerine han denir. Vakia eski
büyük kervansaraylara da han dendigi görülmekte ise de umumiyetle bu tabir küçük
kervansaraylar için kullanilir.
Osmanlilar, Iran ve Selçuklu Türklerinde oldugu gibi
hanlarim çok büyük yapmamislardir. Onlar, daha ziyade medrese ve hamamlari da
dahil olmak üzere bunlarin kullanisli olmasi için plâni küçük
tutmuslardir.
Hanlar, ekseriyetle bir büyük avlu etrafinda iki katli
olarak yapilmis bulunan binalardir. Hanin sokak tarafindaki cephesinde büyük bir
kapisi bulunur. Bu kapinin iki tarafinda genellikle bir kahvehane, bir nalbant
ve araba tamircisi bulunur. Kapidan, üstü açik genis bir avluya girilir. Bu
avlunun karsi tarafinda ahirlar ve önünde arabalari koymak için bir sundurma ile
denkleri ve esyayi koymaya mahsus odalar vardir. Bir taraftan tas bir merdivenle
yukaridaki gezinti yerine çikilir. Burasi bir revakla örtülmüstür. Bu gezinti
yerine kapilari açilan odalar vardir ki, yolcu orada yatar. Her odanin bir ocagi
vardir. Bazi hanlarin ortasinda bir sadirvan ve hayvanlari sulamak için yalaklar
oldugu gibi büyük kervansaraylarda küçük bir mescid de bulunur.
Yol güzergâhlarinda yapilan hanlardan baska sehirlerde
yapilan hanlar da vardir. Çünkü, kervanlarin esas hedefi olan sehirlerde,
bunlara daha çok ihtiyaçlari vardir. Bunun için de sehirlerde ihtiyaca göre
irili ufakli pek çok han insa edilirdi. Buralarda yolcular kaldigi gibi herhangi
bir is için sehre gelmis olanlarla bekârlar da birer oda tutmak suretiyle
kalabilirlerdi. Hanlara ne gece ne de gündüz kadinlar yalniz baslarina
giremezlerdi. Ya han kahyasi veya odabasisi, onlara refakat ederek istedikleri
ile görüstürürlerdi.
îdare bakimindan kervansaraylar iki kisma ayrilirdi.
Büyük bir kismi vakifli idi ki, yolcular buralara parasiz alinirdi. Bunlar,
Bati'da hiç bir zaman esine rastlanmayan birer sefkat ve yardim müesseseleriydi.
Kervansaraylardan bir kisminin vakfi yoktu. Oralarda yatip kalkan cüz'î bir
miktar ücret öderdi.
Anadolu'yu âbideler ülkesi haline getiren bu
kervansaraylar, son asirlarda küçülmeye ve sanat degerini kaybetmeye basladilar.
O heybetli tas yapilarin yerine kireç sivali, kerpiç hanlar geçti, Yollar
eminlesip sehirler büyüdükçe onlar da degerini
kaybettiler.HASTAHANE
Temeli, vakiflara dayanan sosyal müesseleremizden biri
de hastahanelerdir. Islâm dünyasinda dâru's-sifa, dâru's-sihha, dâru'l-âfiye,
bîmaristan, bîmarhâne, maristan, dâru't-tib, sifâiyye gibi isimlerle anilirlar.
Islâm tarihinde tipla ilgilenmeyi Hz. Peygamber devrine kadar götürmek
mümkündür. Bilindigi gibi Hz. Peygamber, vahye dayali anlayisi ile insanlari her
konuda ilim sahibi olmaya tesvik ediyordu. Islâm ,maddî oldugu kadar manevî
alanda, baska bir ifade ile hayatin bütün safhalarinda uygulanan bir sistem
olduguna göre Hz. Peygamber'in gayretini sadece ruhanî ve manevî saha ile
sinirlandirmak mümkün degildir. Çünkü o, hastalanan kimseleri, dinlerine
bakmadan doktorlara gönderiyordu. Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd
b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman
olmayan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den istemisti. Keza hastahâne kurulma isi de
Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir. Nitekim Hendek Muharebesi esnasinda
yaralilarin Rüfeyde Çadiri denilen bir çadira kaldirilip orada tedavi
edilmelerini istemesi de buna isaret etmektedir. Bu baslangiçtan sonra tam
teskilâtli ilk hastahânenin Hicrî 88 (M 707) tarihinde Sam'da Emevî halifesi
Velid b. Abdülmelik tarafindan tesis edildigi bilinmektedir. Bununla beraber,
Islâm hastahânelerinin en parlak devri daha sonraki Abbasîler döneminde
gerçeklesmistir. Nitekim, Harun Resid'in yapilan her caminin yaninda bir
hastahânenin açilmasi için emir verdigi rivâyet edilmektedir.
Islâm, insan sagligina önem veren, insanin
hastalanmamasi için gereken tedbirlere basvurmasini ve hastalandigi zaman da
tedavi edilmesini emreden bir dindir. Bu bakimdan Müslümanlar, hastalara yardim
etmek ve onlarin sikintilarini gidermek için elinden gelen çabayi sarf etmekten
geri durmadilar. Bu anlayistan hareketle kurulan hastahânelere gelenlerin din,
dil ve irklarina bakmadan onlara tibbî yardimda bulunmayi bir vazife telakkî
ettiler. Hastalar için böyle düsünen Müslümanlar, tabibler için de ayni seyi
uygulamaktan geri kalmadilar. Nitekim XIII. asirda yasayan Ibn Ebî Usaybia
(1203-1270) yazdigi Uyûnu'l-Enba fî Tabakati'l-Etibba adli eserindeMüslüman hükümdarlari, görevlendirip istihdam ettikleri pek
çok Hiristiyan tabibin ismini verir.
Islâm tip tarihinde hastahanelerin egitim bakimindan
da önemi büyüktür. Zira buralar, hem tedavi, hem de egitim yeri vazifesi
görüyorlardi. Nitekim dâru't-tib denilen tip medreseleri ayni zamanda hastalara
sifa dagitan ve hastahâne vazifesi gören birer müessese idiler.
Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî
rahatsizliklarla ilgilenmiyor, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da
ilgileniyorlardi. Yakubî ile Mes'udî, eserlerinde Bagdad yakininda bulunan bir
tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis
edildigini belirtirler. Mes'udî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hizkil akil
hastahanesi, Abbasî halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred
tarafindan ziyaret edilmistir. Demek oluyor ki, adi geçen akil hastahanesi,
simdilik belgelerle isbat edilebilen ve sadece akil hastalarinin tedavisine
tahsis edilmis en eski psikiatrik hastahâne olmak serefine daha lâyiktir. Çünkü
bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan
hastahânelerle mukayase edilmeyecek kadar bir öncelige
sahiptir.
Abbasîler döneminde gelisen hastahaneler, daha sonra
hemen hemen her tarafta vakif olarak ortaya çiktilar. Selçuklular zamaninda da
gelismesini devam ettiren bu hastahânelerden Sam, Bagdad, Musul ve Mardin'de
insa edilenleri pek meshurdur. Anadolu'da gerek Selçuklular ve gerekse
Osmanlilar tarafindan da birçok hastaheâne insa edilmistir. Bu cümleden olmak
üzere Kayseri'de Gevher Nesibe (1205), Sivas'ta Izeddin Keykâvus (1217),
Divrigi'de Turan Melik (1228), Çankiri'da Cemaleddin Ferahlâla (1238), Konya'da
Kemâleddin Karatay (1255), Bursa'da Yildrim Bâyezid (1339), Istanbul'da Fatih
(1470), Edirne'de, Bâyezid (1488), Istanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550),
Manisa'da Sultan III. Murad (1591), yine Istanbul'da Sultan Ahmed (1671)
hastahaneler' zikredilebilir. Hastahâneler o kadar çogalmis ve faaliyet sahalari
o kadar genis tutulmustur ki, A. Süheyl Ünver bunlarin isimlerini tek tek
vermekte ve bunlarin vakfiyelerine göre faaliyetlerini anlatip ortaya
koymaktadir.
Osmanli devlet ricalinin, diger ilmî ve sosyal
müesselerde oldugu gibi sihhî müesselerle de yakindan ilgilendikleri, bu sahanin
adamlarini destekleyip koruduklari anlasilmaktadir. Nitekim, daha devletin
kurulus yillarinda ilk Osmanli hastahânesinin Sultan Orhan tarafindan Bursa'da
açildigi bilinmektedir. Böylece devletin tipla olan ilgisi daha o zamanlarda
ortaya çikmis olmaktadir. Bununla beraber, Osmanlilarin, tam teskilâtli
diyebilecegimiz ilk hastahânesi, Bursa'da Hicrî 801 (M. 1399) tarihinde Yildirim
Bâyezid tarafindan sehrin dogusunda ve Uludagin eteginde kurulmustur. 1400
senesi Mayisinda, Bursa kadisi Molla Fenarî Mehmed b. Hamza tarafindan vakfiyesi
tertip edilmis olan bu hastahânede, vazife görmek üzere, Sultan Bâyezid, Memlûk
hükümdari Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabib göndermesini rica etmis, o da
Semseddin Sagîr isminde bir tabib yollarinsti.
Fâtih Sultan Mehmed, Istanbul'da Sahn-i semân ve
Tetimme medreseleri ile Câmi ve imâreti yaptirdiktan sonra bir de hastahâne
yaptirir. Hastahâne Hicrî 875 (M. 1470) yilinda hizmete girer. Vakfiyedeki
kayitlara göre burasi, hastahâne ile hastalara yemek pisirecek imâreti hâvi
olmak üzere iki kisimdi. Hangi din, mezheb ve irka mensub olursa olsun,
hastahaneye hazakat sahibi iki tabib ve yardimcilari ile, hastalarin ilaçlarini
hazirlayan bir eczaci, bir göz hekimi ve bir cerrah tayin edilmesi vâkifin
sartlan arasinda yer almaktadir. Yine vakfiyeye göre tabiplerin her birine günde
yirmi, eczaciya alti,, göz hekimi ile cerraha sekizer akça verilecektir. Bundan
baska, hastalara bakacak hizmetçiler, kâtipler, asçilar, vekilharçlar vs. gibi
hizmetliler sinifinin durumu da en ince teferruatina varincaya kadar vakfiyede
açiklanmistir.
Bu hastahânede, mevcud hastalardan baska, hariçten
ayakta tedavi için gelen fakir hastalar, haftada bir gün muayene edilerek
ihtiyaçlari olan ilaçlar, karsiliksiz olarak kendilerine verilirdi. Günümüzde
oldugu gibi asçilar, tabiblerin isteklerine göre yemek
pisiriyorlardi.
Osmanli diyarinda kurulan önemli hastahânelerden biri
de Kanunî Sultan Süleyman tarafindan tesis edileni idi. 965 (M. 1557) tarihinde
tertip edilen vakfiyeye göre, Süleymaniye dâru's-sifâsi kadrosunda birisi otuz
akça yevmiyeli bashekim olmak üzere digerleri yirmi ve on akça yevmiyeli üç
hekim; biri alti digeri üç akça yevmiyeli iki cerrah ile ayni yevmiyeli iki göz
hekimi ve bir eczaci ile iki eczaci kalfasi, bir vekilharç, bir kâtip, dört
serbetçi (surup yapan) bir kilerci, hastalara hizmet eden ve akil hastalarini
zapteden dört kayyum, iki çamasirci, bir berber ve bir tellâk vardi. Her gün
kullanilacak ilâç için, bashekimin emrine üçyüz akça gibi külliyetli miktarda
bir para verilmisti.
Süleymaniye hastahânesinde akil hastalan için ayri bir
kogus bulunmaktaydi. Her sabah erken saatlerde açilan hastahânede hariçten gelen
hastalar da ögle vaktine kadar muayene edilirlerdi.
Süleymaniye hastahanesinden baska tip medresesine
yirmi akça yevmiyeli bir müderris (profesör) tayin edilmisti ki, bunun vazifesi,
nazarî tip bilgisini ögrenecek olan talebeye ders vermekti.
Islâm dünyasinda ilim ve ibadet birbirinden ayrilmayan
iki unsur olarak kabul edildigi için tip ilmi ve hastahânelerle ilgilenmek bir
emir olarak telâkkî ediliyordu. Hattâ, Emevî halifesi Velid tarafindan Sam'da
kurulan tam teskilâtli ilk hastahaneden önce de tip ilmi câmilerde tedris
ediliyordu. Islâm egitim tarihi ile ugrasanlar, bunu yakindan bilirler. Keza
yine Emevîler döneminde Fustat'ta Zukaku'l-Kanadil adi verilen ve cüzzamlilara
bakan bir hastahâne açilmisti. Bu gelismeler, Islâm dünyasinda tibbî bazi
kesiflere de sebep olmustu. Nitekim kan dolasiminin kesfi, mikrop ve diger bazi
hastaliklara ait ilâçlarin bulunmasi, ilk akla gelenler arasinda zikredilebilir.
Buna karsilik Bati dünyasinda herhangi bir ilaçla tedavi olmak, taniya
güvensizlik olarak kabul ediliyordu. Dinden baska ilâç aramak, mânevî ilaçlardan
baskasini kullanmak, hele hekim olarak, eliyle bir seyler yapmak, cerrah
araçlari kullanmak büyük bir serefsizlikti. Hastalanan veya yaralanan bir
hiristiyan, önce bütün günahlarini itiraf edecek, daha sonra Isa'nin eti diye
kutsal ekmegi yiyecek ve sonra da Allah'a güvenecektir. Batida, hastalarin
alindigi yurtlar XII. asirdan sonra kuruldu. Bu da Haçli seferleri vâsitasiyle
taninan Araplar örnek alinmak suretiyle gerçeklesti. Bununla beraber buralarda
hekim bulunmazdi. Kilisenin anlayisina göre hasta bakimi, iyi etmek için degil,
sadece izdiraplari hafifletmek içindir. Bu hastahânelerin ilklerinden biri ve
zamanindakilerin dediklerine göre en iyisi Paris'teki Hotel-Dieu (Allah'in hani)
idi. Bu hastahânede tugla döseli zeminin üzerine saman yigilmisti. Hastalar bu
samanlarin üzerinde birbirine sokulup yatiyorlardi. Birinin basi, ötekinin
ayaklarina gelecek sekilde siralanmislardi. Ihtiyarlarin yaninda çocuklar, hattâ
kadin ve erkek karmakarisik yatmaktaydi. Bulasici hastaliklari olanlar ile
sadece hafif bir rahatsizligi bulunanlar yan yana yatmaktaydilar. Tifo
hastaligina yakalanmis olan atesler içinde sayiklarken, veremli biri öksürüyor,
deri hastaligi olan da derilerini yirta yirta kasiyip
kanatiyordu.
Bati dünyasindaki hastahâneler bu durumda iken, Islâm
dünyasindaki hastahâneler insani masallar diyarindaki saraylarda yasatiyormus
gibi huzur veriyordu. Sigrid Hunke, Islâm dünyasinin hastahânelerinden birinde
yatan bir hastanin mektubundan bahseder. Gerçekten, bu mektup okundugu zaman,
yukaridaki sözlerimizin günümüz insani için bile bir hikâyeye benzedigini
söylemek pek yanlis olmayacaktir. Ama bütün bunlar, Islâm hastahâneleri için
tabiî olan bir seydi. Bu mektuptan bazi pasajlari almak suretiyle, Islâm
dünyasinin, hastahânelere ne denli ehemmiyet verdigini
anlayabiliriz:
Babacigim, benden para getirmenin lâzim olup
olmadigini soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahâneden bana bir kat yeni elbise
ve hemen çalismaya baslamak zorunda kalmayayim diye bes altin verecekler. Onun
için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen
gel. Ben, operasyon salonunun yanindaki ortopedi servisinde yatiyorum. Eger
büyük kapidan girersen, güneydeki revak boyunca yürü. Düstükten sonra beni
getirdikleri poliklinik oradadir. Orada her hastayi önce asistan hekimler ve
ögrenciler muayene eder. Birinin yatmasi gerekmiyorsa reçetesini verirler, o da
hemen yandaki hastahâne eczanesinde ilacini yaptirir. Muayeneden sonra beni
orada kaydettiler. Sonra bashekime götürdüler. Daha sonra da bir hademe beni
erkekler kismina tasidi. Hamama da girdikten sonra tan-i bir hastahâne elbisesi
giydirdiler.
Sonra kütüphaneyi sag tarafta birakir ve bas hekimin
ögrencilere ders verdigi büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki
koridor, kadinlar tarafina gider, onun için sag tarafi tutmalisin, iç
hastaliklari bölümü ile cerrahî kisminin önünden geçmelisin. Eger bir yerden
musikî ya da sarki sesi duyarsan, içeriye bir bak. Belki de ben, iyilesmis
olanlarin toplanti salonundayimdir. Biz orada mûsikî ve kitaplarla
oyalaniriz.
Bas hekim bu sabah, asistan ve bakicilarla viziteye
çiktiginda beni muayene etti, servis hekimine anlamadigim bir seyler not
ettirdi. O da sonradan bana, bir gün sonra ayaga kalkabilecegimi ve çok geçmeden
taburcu olabilecegimi söyledi. Ama canim buradan çikmak istemiyor. Yataklar
yumusak, çarsaflar bembeyaz, battaniyeler yumusak ve kadife gibi. Her odada akar
su var, soguk gecelerde her oda isitiliyor. Hemen her gün midesi kaldiranlara
kümes hayvanlari ve koyun kizartmalari veriliyor... Sen de sonuncu tavugum
kizartilmadan önce gel.
Kitabin müellifi, bu konuda daha fazla bilgi vermekte
ve bu mektupta anlatilan sartlari hiç tereddütsüz o kadar övündügümüz yirminci
yüzyilimiza koyabiliriz demektedir.
Kaynak: Osmanli tarihi Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir? Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz. Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım? Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.
25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz. |