Geri git   Hayatimdegisti.com kişisel gelişim ritmotrans telkinli Cd'leri > Hayatım Değişti Klubü > Serbest Kürsü > Öğretici Bilgiler

Uyarılar

OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER

Serbest Kürsü ve Öğretici Bilgiler OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER Konusunu hayatimdegisti.com Konuğumuz olarak inceliyorsunuz hayatimdegisti.com sitemizde yaşamınızı hemen degistirecek bir cok telkinli hipnoz mp3 vardir tesaduf eseri de buradaysanız mutlaka inceleyiniz üst link TelkinCD tıklayınız Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek, konuyu eksik birakmak ...

ayrıca bu konularda arama yapan konuklarımız var Öğretici Bilgiler telkin cd indir izle İstanbul Öğretici Bilgiler nerededir kimdir Öğretici Bilgiler çekirdek inanç temizliği İzmir bursa Öğretici Bilgiler hipnoz Öğretici Bilgiler olumlama seminerleri eğitimi çaresi tedavisi Öğretici Bilgiler hakkında bilgi bilinçaltı telkin cd telkin mp3 Öğretici Bilgiler kuantum düşünce kitap haberi

OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 29-12-2008, 01:21 PM   #1 (permalink)
Albay
 
Üyelik tarihi: Dec 2008
Mesajlar: 432,578
Tesekkür: 0
429 Mesajinıza toplam 518 kez İyi ki varsın demişler.İyi ki varsınız iyi ki varız.
bluemoon24 is an unknown quantity at this point
Standart OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER

Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli

derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara

da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan

prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek,

konuyu eksik birakmak olurdu. Bu bakimdan vakiflar, onlarin kurulusunu saglayan

âmiller ve hizmet sahalarina isaret etmek zorundayiz. Bunu da:

1. Osmanlilarda Vakiflar,

2. Vakiflarin Hizmet Sahalari, Basliklari altinda ele

alacagiz.1. VAKIFLAR

Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli

Devleti'nin, tarih ve müesseselerini, kendinden önceki Müslüman ve Müslüman Türk

devletlerinin müesseselerinden tamamen müstakil olarak düsünemeyiz. Çünkü

Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman

Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, örf, âdet ve diger özelliklerini

almaktan çekinmiyorlardi. Böylece Osmanlilar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin

mirasi üzerinde ve onun bir devami olarak inkisaf etme imkânina sahip oldular.

Bu vesile ile onlar, kendilerinden önce diger Islâm ve Türk Islâm devletlerinin

çok zengin teskilât ve müesseselerinden de genis ölçüde faydalanma imkânini

buldular. Nitekim Abbasîler devrinde, hukukî esaslari tesbit edilen vakif

müessesesi, Islâm dünyasinin her kösesine sür'atle yayildi. Islâm cemiyetinin

siyasî ve iktisadî gelismesiyle paralel olan bu çogalmayi, Mâveraünnehr'den

Atlantik kiyilarina kadar her tarafta görmek mümkündür. Mescidler, türbeler,

ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanallari, su

yollari, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imâretler gibi birçok dinî ve

hayrî tesis hep bu vakiflar sayesinde vücuda getirildi.

Maddî bir karsilik beklemeden baskalarina yardim etmek

gibi ulvî ve fevkalâde bir düsüncenin mahsulü olan vakif müessesesi,

yüzyillardan beri Islâm ülkelerinde büyük bir önem kazanmis, sosyal ve ekonomik

hayat üzerinde derin tesirler icra etmis olan dinî ve hukukî bir müessesedir.

Insan fitratinda mevcud olan yardimlasma hissi, süphesiz ki insanlik tarihi

kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birlesince daha bir kuvvet

kazanir. Islâm ülkelerinde vakiflarin, asirlarca büyük bir fonksiyon icra

etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lazimdir. Çünkü insanlarin en

hayirlisi, insanlara faydali olan, malin en hayirlisi, Allah yolunda harcanan

(baska bir ifade ile vakf edilen), vakfin en hayirlisi da insanlarin en çok

duyduklari ihtiyaci karsilayandir prensibinin anlamini çok iyi bilen

müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yaris edercesine vakif tesisler

kurmuslardir.

Osmanli sosyal müesseselerinin kurulup gelismesinde

büyük ve önemli hizmeti bulunan vakiflarin kurulus sebebini yukarida temas

edilen anlayisa baglamak gerekir. Ayrica, Ebû Hüreyre'den nakl edilen bir

Hadis-i Serifte Hz. Peygamber'in söyle buyurdugu belirtilmektedir: însanoglu

öldügü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak devam eden sadaka (sadaka-i cariye),

faydalanilan ilim ve kendisine dua eden bir evlad birakanlarinki kesilmez.

Hadisçiler, sadaka-i câriyeyi vakf ile tefsir etmis ve sadaka devam ettigi

müddetçe sevabinin da devam edecegine kani olmuslardir. Hz. Peygamberin bizzat

kendisinin de vakif yapmis olmasi, ashabinin onu takiben böyle eserler meydana

getirmesine sebep olmustur. Nitekim Câbir (r.a.) Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal

ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakif ve tasaddukta bulunmus olmasin.

diyerek daha o dönemde bu gelismenin hangi seviyeye ulastigini belirtmek

ister.

Lugat olarak pek çok mânâsi bulunan vakif kelimesine

farkli istilahî mânâlar verilmistir. Bununla beraber bu mânâlarin tamami

birbirlerine çok benzemekte ve ihtiva ettikleri anlamin, hemen hemen birbirinin

ayni oldugu görülmektedir.

Islâmî yardimlasma prensibinin bir sonucu olarak

ortaya çiktigini gördügümüz vakiflar, Islâm ülkelerinin tamaminda sayilamayacak

kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardi.

Hemen hemen bütün müessese ve teskilatlarinin nüvesini

kendilerinden önceki Müslüman devletlerden alan Osmanlilar, vakif konusunda da

bu yolu takib ettiler. Nitekim Osmanli Devleti'nde daha ilk beyler zamaninda

baslayan, devletin siyasî ve malî kudretinin inkisafina paralel olarak gelisip

artan vakiflarin, Osmanlilar dönemindeki ilk müessisi (kurucusu) Orhan Gazi

olmustur. Onun 724 Rebiülevvel (1324 Mart basi) tarihi ile azadli kölelerinden

Tavasî Serafeddin'e Mekece'de vakf ettigi hankahin tevliyetini verdigine dair

vakfiye ile vakfin sartlarini gösteren Farsça yazilmis tugrali belgesi, elimizde

bulunmaktadir. Keza o, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurarken, onun idaresi

için yeterince gelir getirecek gayr-i menkul vakf etti. Kisa bir müddet sonra bu

medreseden kudretli ilim ve devlet adamlari yetisti. Sultan Orhan'in yaptirdigi

ilim ve hayir müesseseleri sadece isimleri verilenler degildir. Adapazari'nda

halen Orhan Bey Camii, Kandira'da Orhan Camii adi ile anilan camiler ile

yine Adapazari'nda medrese, Bursa'da bir cami, zâviye, misafirhane ve imâret

insa ederek bunlara vakiflar tahsis etti. O, topluma yararli olan bu sosyal

eserlerin görevlileri olarak müderris, imam, hafiz, nakib, tabbah, hâdim ve

bevvab gibi kimseleri de tayin ederek onlara maas bagladi.

Orhan Gazi'den baslayarak Osmanli padisahlari,

sultanlari, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde

fakirler de pek çok vakif tesisler meydana getirdiler. Nigbolu'dan zaferle

Bursa'ya dönen Yildirim Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir Ebû

Ishakîhane (tekke), iki medrese ve bir cami yaptirdi. Bütün bu müesseselerin

ihtiyacini giderebilecek genislikte vakiflari da tayin etmeyi ihmal etmedi.

Nitekim, Dârulhaynn evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil

bilginlere, yerli ve yabanci yoksullara 600 müdd bugday verilmek, her gün konuga

ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin

buyurdu. Hastahane, Ebû Ishakîhane ve caminin her biri için ayrica vakiflar

tayin etti. Bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini

tayin ettirdi. Keza o, Bolu'da cami, medrese, çifte hamam ve bir kütüphâne

yaptirip vakif etmisti. Bunlar için de 30 kadar dükkân vakf ederk onlara gelir

tahsis etmisti.

Istanbul'u, fizikî görüntüsü ile Bizans Devleti'nin

merkezi olmaktan çikarip Osmanli Devleti'nin merkezi haline getiren Fâtih Sultan

Mehmed, bu fetih esnasinda ümerâ, devlet adami ve askerlere ganimetten

kendilerine düsen hisselerini verdikten sonra, kendi hissesine düsen emlâktan

hiç birini almayarak tamamini toplum ve milletin hayrina olmak üzere vakf etti.

O, Bizanstan kalan bu harab sehri, devletin merkezi olmaya yarasir bir hâle

getirirken yaptigi vakiflardan epey istifade etti.

Osmanli hükümdarlari sadece kendi adlarina vakif

yapmakla yetinmediler. Onlar, baskalari tarafindan daha önce yapilmis bulunan

vakiflara da yardimda bulundular. Nitekim, meshur vakiflar arasinda padisahin

maddî yardimlari ile senelik bütçelerini denklestirenler az degildi. Bu yardim,

nakdî oldugu gibi bazan da aynî oluyordu. Konya'daki Sadreddin Konevî zaviyesi

gibi orta büyüklükte bir vakif, XVI. asrin son senelerinde Karaman gelirlerinden

yilda 3600 akça aliyordu. Bununla da yetinilmiyor, mal olarak da pirinç vs. gibi

yardimlar da yapiliyordu. Barçinli kazasinda bulunan Uryan Baba zâviyesi, 8

Zilkade 975 (5 Mayis 1568) tarihli bir hükme göre Beypazari enhalarindan pirinç

aliyordu. Çorum civarindaki Abdal Ata zâviyesi ise padisahin salyânesi olarak

Boyabat eminlerinden pirinç temin ediyordu.

Osmanlilar, zapt ettikleri yerlerdeki vakiflara

dokunmadan, eskiden beri devam eden sekli ile vâkifin sartlarina riayet

ediyorlardi. Konu ile ilgili pek çok vakfiye ve vesika, Osmanlilar tarafindan,

ilhak edilmeden önce Müslüman hükümdarlarin idaresinde bulunan vilayetlerdeki

Osmanli öncesi vakiflarinin sartlarina bu yeni idarecilerce aynen riayet

edildigini göstermektedir. Vakiflar, her türlü dis müdahaleye kapali

olduklarindan hiç kimse ve hatta hükümdarlar bile bunlarin statülerini

degistirmeye yeltenmezlerdi. Bu yüzden Osmanlilar, vakiflarin vâkifin (vakfi

kuran, tesis eden) sartlarina göre idare prensibine titizlikle riayet

ediyorlardi. Bununla beraber Osmanlilar, vakiflara önemli yenilikler getirdiler.

Evkaf idaresinin merkezîlestirilmesini bu yeniliklere bir örnek olarak

gösterebiliriz. Misir Kanunnâmesi, bu yolda bize isik tutmaktadir. Nitekim her

sene pasanin huzurunda tedkik ve tasdik edilecek gelir ve gider makbuzlarindan,

her birisinden birer suretin Istanbul'a gönderilmesi prensip ittihaz edildi. Bir

vakfin idaresinde münhal (bos) olursa kadi, pasaya resmî bir yazi yazarak âlim

ve faziletli filan oglu filan fakir sahsin o yere tayinini arz ediyordu. Vakifta

münhal oldugu Defterdar tarafindan da tasdik edilecek ve münhal yere aday

gösterilen kimse ancak Istanbul'daki selahiyetli makamdan berat gelince

vazifesine resmen tayin edilmis sayilacakti.

Osmanli toplumunda vakif o kadar önemli ve itibarli

bir müessesedir ki, malî imkân bakimindan toplumun en alt seviyesinde bulunanlar

ile en üst seviyesinde bulunanlar arasinda anlayis bakimindan bir farklilik göze

çarpmaz. Bu bakimdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yasli ve kimsesiz bir

kadin bile evinin bir veya iki odasini vakf etmek suretiyle bu anlayisa istirak

eder. Nitekim Ortaköy (Istanbul)'de üç bab evi olan Hakime Hanim'in vakfi bize

bu konuda ne kadar ileriye gidildigini göstermektedir. Gerçekten, Müslüman

Osmanli dünyasinda büyük tesisleri yaptirmaya güçleri yetmiyenler, bütün bir

toplum tarafindan benimsenmis olan hayir müesseselerine katilmaktan geri

kalmiyorlardi. Yüzlerce kadin, geliri azalmis bir vakif tesisine ufak ve çok

mütevazi de olsa bir kaynak saglamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla

ve ziynet esyasi gibi mal varliklarini bagisliyorlardi.

O günün imkânlari içinde vakiflari, bitip tükenmek

bilmeyen, uzun ve mesakkatli yollarda, farkli isimler altinda kervan ve

yolcularin hizmetinde olduklarini görüyoruz. Hatta bu hizmeti geregi gibi yerine

getirmeyen ve vakiflara bagli bazi tekkelerin sorumlulari hakkinda sorusturma

yapildigi anlasilmaktadir. Nitekim 14 Muharrem 986 (24 Mart 1578) tarihini

tasiyan bir hükümde belirtildigine göre Ankara çevresindeki yollar üzerinde

bulunan tekke ve zâviyelerin, vakiflari müsait olduklari halde bunlari, sadece

tekkenisîn ve zaviyedârlar kendileri ekl ve bel' edüp âyende ve

revendeye* sart-i vâkif mucibince taam verülmeyüp

ebnay-i sebil ziyade müzayaka çektikleri bildirmegin ser'i serif muktezasinca

evkaf teftis olunup vakfiyeye göre hareket etmeleri

istenmektedir.

Vakiflar, degisik maksatlarla tesis edilmekte ve her

vâkif, vakfi üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini istemektedir. Bu durum

normal karsilanmalidir. Zira, senelerin çaba ve emegi ile kazanilmis mal ve mülk

üzerinde o kadar zahmet çekmis olan bir kimsenin, tescil ettirdigi sartlan ile

ölümünden sonra da tasarruf sahibi olmak istemesi hakkidir. Sayet biz, onlar

için böyle bir yetkiyi çok görür ve bu hakki ellerinden alsaydik, o zaman büyük

bir ihtimalle vakiflar istenilen sekilde devam etmeyecekti. Kisi, kendisinden

sonra toplumun hayir ve menfaatina vesile olmayacak bir mali, daha hayatta iken

israf suretiyle yok etme derecesine getirebilirdi. Bunun da bir cemiyet için ne

denli kötü ve olumsuz sartlar doguracagini söylemeye gerek yoktur. Çünkü böyle

bir durumda vakiflarin yüklendigi nice hizmetler, yerine getirilmeyecekti. Ne

egitim, ne ibâdet, ne iktisad, ne ulasim, ne de saglik bakimindan hiç bir hizmet

yeterince yapilmayacakti.

Hukukî bir müessese olmasindan dolayi vakfin

kurulabilmesi için bazi sartlarin bulunmasi gerekir. Her seyden önce vakfi

yapmak isteyen kimsenin o vakfi yaptigina dair malimi vakf ettim, haps ettim,

tasadduk ettim veya sadaka-i müebbede ile sadaka ettim gibi ifadeler

kullanmasi gerekir. Bu neviden söz ve isaretler, vakfin rüknünden sayilir.

Bundan baska vakfin tesisi için gerek vakfi yapan kisi, gerekse vakf edilen

malda da bazi özelliklerin bulunmasi icab eder. Bununla beraber bunlari kesin

çizgilerle birbirinden ayirmak pek mümkün degildir.

a- Vakfi Yapan Kimsede Bulunmasi Gereken

Sartlar:

1- Vâkifin, temlik ve teberrua ehil olmasi gerekir.

Baska bir ifade ile akil, balig, resid ve hür olmalidir. Binaenaleyh, küçügün,

mecnun (deli) ve matuhun yapacagi vakiflar, sahih vakif muamelesi

görmezler.

2- Vâkif, borçtan dolayi mahcur

bulunmamalidir.

3- Vâkifin, vakfa rizasi

bulunmalidir.

4- Vâkif, vakf ettigi seyi, hayir ve sevab kazanma

inanci ile yapmalidir. Burada gözetilen gâye, Allah'in rizasi ve toplumun

menfaatidir.

b- Vakf edilen Malda Bulunmasi Gereken

Sartlar:

1- Vakfedilen mal, vakif aninda vâkifin mülkü

olmalidir. Su halde baskasina ait olan bir sey vakfedilemez.

2- Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat

olmamalidir.

3- Vakfolunacak malin akaar (ev, dükkan, tarla gibi

gelir getiren mülk) olmasi gerekir.

4- Vakifta muhayyerlik sarti

bulunmamalidir.

5- Vakf edilecek bina ve agaçlar, müstahikkul-kal'

(yikilmaya veya sökülmeye mahkum) olmamalidir.

6- Vakfin mesrutun lehi (vakiftan istifade edecek

olanlar) belli olmalidir.

c- Vakiflarin Kurulus Sekilleri:

Vakiflar, sartlari haiz olan kimseler tarafindan

asagidaki sekillerden biri ile kurulabilir. Bunlar:

1- Tescil suretiyle: Vâkif, hâkime (kadiya) müracaatla

vakif kurmak istedigini bildirir. Bunun üzerine hâkim, yukarida bir kismindan

bahs edilen sartlarin bulunup bulunmadigini arastirir. Sayet bu arastirma müsbet

bir sekilde sonuçlanirsa o zaman sahidlerin (suhûdu'l-hal) huzurunda ve onlarin

da karara istiraki ile vakfi karara baglayip tescil eder. Müslüman olmayanlar

tarafindan tesis edilenler dahil bütün vakiflarin ser'î mahkemelerde tescili

sart oldugundan, muhtelif vilayet mahkemeleri arsivlerinin incelenmesi suretiyle

Osmanli döneminde tesis edilmis vakiflarin tam sayisi, gayesi ve karakteri

hakkinda saglam bir bilgi edinmek mümkün olabilir.

2- Vasiyet yolu ile: Vakfi yapacak olan kimsenin

ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakiftir. Eger vâkifin mirasçilari

yoksa mâmelekinin tamamini, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir.

Ölümü halinde vasiyeti geregince mülkü vakif olur.

3- Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa

üzerinde cami insa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kilmasina

müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kilsa o mekân

vakf-i lâzim suretiyle vakif olur. Artik burasi cami

olmustur.VAKIFLARIN IDARESI

Allah'in rizasini kazanmak ve ahirette karsiligini

sadece O'ndan beklemek gayesiyle yapilan vakiflar, Islâm dünyasinin hemen her

bölgesinde vardir. Dinî, iktisadî ve ictimaî hayatin vazgeçilmez unsuru olan

vakiflar, Islâm âleminde büyük bir yekûn teskil ediyorlardi. Bunca büyüklükteki

bir müessesenin belli bir sisteme baglanmasi, iyi idare edilmesi ile mümkündür.

Bu bakimdan, daha isin basinda siki tedbirlere bas vuruldugu görülür. Nitekim

her vakfin bir vakfiyesinin bulunmasi, vakfiyedeki (vakif senedi) sartlarin

nass gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrica bunlari

yönetmek için müstakil idarelerin kurulmus olmasi bunu

göstermektedir.

Vakiflara idareci (nâzir) tayini Hz. Peygamberle

baslamis ve günümüze kadar devam edegelmistir. Tabiatiyle Osmanlilar da

vakiflarini idare etmek, onlarin devamliligini saglamak ve istenilmeyen sekilde

harcamalarina mani olmak için yöneticiler tayin etmislerdi. Nitekim Orhan Gazi,

Bursa'da yaptirdigi câmi ve zâviyenin idaresini Sinan Pasa'ya vermisti. Böylece

Sinan Pasa'yi Osmanli döneminin ilk Evkaf Nâziri sayabiliriz. Daha sonra

hükümdar vakiflari, vezir, kadiasker, sadrazam, seyhülislâm, bâbussaade ve

dârussaade agalari gibi devlet adamlari tarafindan idare edilir

oldu.

Yildirim Bayezid, her vilayete Müfettis-i

Ahkâmi's-Ser'iyye tayin ederek vakif islerini teftis ettiriyordu. Çelebi Sultan

Mehmed devrinde ise Cemaleddin Mehmed Çelebi, Hâkimu'l-Hükkâmi'l-Osmaniyye

ünvaniyla evkaf islerinin umumî nâzirligina tayin edilmisti. Sultan II. Murad

döneminde bu is, kadiaskere, Fâtih Sultan Mehmed de bunu Mahmud ve Ishak

Pasalara havale etmisti. Bu dönemde evkaf idaresinden sadrazamlar sorumlu

oldugundan, Sadr-i Âli Nezâreti teskil olunmustu. Fâtih'ten sonra Sultan II.

Bâyezid, evkaf islerini Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcih etti. Yavuz

Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanlarinda evkaf nezâreti ile tekrar

sadrazamlar görevlendirildiler. Sultan I. Ahmad Han devrinde, Seyhülislâm

idaresinde olan vakiflar, II. Mahmud Han zamaninda Kadiaskerin emir ve idaresi

altinda idi. Yine bu dönemde her vilayette, Müfettis-i Evkaf adinda bir idareci

vardir.

Osmanlilar döneminde sahislar tarafindan kurulan

vakiflarla mütevelliler mesgul oluyor, bunlar kadilar vâsitasiyle teftis ve

murakabe ediliyorlardi. Her kadi, kendi mintikasindaki vakiflari, emrindeki

müfettislerce teftis ettirdigi gibi, bazan bizzat kendisi de bunlari teftis

ederdi. Istanbul kadisi ise bütün vakiflari teftis yetkisine

sahipti.

Misir, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nin

ilhakindan sonra buralarda bulunan vakiflar 995 (M. 1587) senesinde kurulan

Haremeyn Evkaf Nezaretine baglandi. Daha sonra gelisen vaziyet geregi, Anadolu

ve Rumeli vakiflarinin idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teskil olunan

Evkaf-i Hümayûn Nezâretine baglandi. Bu nezâretin teskilinden sonra

müessesenin basina getirilen ilk nâzir el-Hac Yusuf Efendi

olmustu.

Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yilinda Evkaf-i

Hümayûn Nezâreti'ne ilhak olundu.

Osmanlilar döneminde 1242 (M. 1826) yilinda kurulan

Evkaf Nezâreti'nden önce vakiflar, vâkiflarinin sartlarina göre idare

ediliyorlardi. Genel olarak bu idare biçimlerini asagidaki sekilde gruplara

ayirmak mümkündür:

a-Haremeyn Nezâreti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bagli

vakiflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise

Çinili ve Atik Valide Camileri vakiflarinin idareleri Dârussaade Agalannin

elinde idi. 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habesî Mehmed Aga'nin basina

getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, mesrutun lehi Haremeyni's-Serifeyn

halki olan vakiflarin idaresine bakardi. Kurulusundan kisa bir müddet sonra

Osmanli Padisahlari, hanimlari ve Dârussaade Agalari gibi önemli sahsiyetlerin

vakiflari, buna ilave edildigi için bu nezâret önem kazanmisti. Bu nezâret dört

daire tarafindan idare edilirdi. Bunlar:

I- Evkaf-i Haremeyn Müfettisligi: Diger vakif

müfettislerinden ayri olarak nezâretin kurulus tarihi ile birlikte kurulmus

hukukî bir memuriyetti. Haremeyn vakiflari ile birlikte diger bütün vakiflarin

hukukî problemlerini ve isleyis tarzlarini da teftis ederdi. Bu müessesenin

basina ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyali Mehmed Efendi

getirilmisti.

II- Evkaf-i Haremeyn Muhasebeciligi: Dârussaade

agalarinin nezâreti altinda bulunan bütün vakiflarin vakfiye ve kurulus

gayelerini tescil eden, vakiflari, vakfiyelerinin sartlarina göre idare eden ve

muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi.

II Evkaf-i Haremeyn Mukataaciligi: Haremeyn

vakiflarindan mukataaya baglanan, bütün vakif arazi ve binalarin kayitlarinin

tutulmasi bu daireye aitti. Ayni sekilde vakiflara ait vergi ve diger gelirlerin

toplanmasi (cibâyet), ferag ve intikallerin saglanmasi bu daire tarafindan

yürütülürdü.

IV- Dârussaade Yaziciligi: Dârussaade Agalari'nin

bütün yazismalari bu büro tarafindan yürütülüyordu. Burada çalisan görevliler,

Dârussaade Agalari'nin bütün sirlarini bildikleri için genis bir nüfuza

sahiptiler.

Bu dört daire tarafindan tutulan defterler, siyakat

hatti ile yazildiklari gibi muhteva bakimindan da tarihî belgelerin en mükemmeli

durumunda idiler.

Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray

müstemilatindan olan Darphânenin üst tarafi idi.

b- Vezir Nezâreti: Sadrazamlarin nezâreti ile idare

olunan vakiflardir. Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'da yaptirdigi bina ve diger

ha yir eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Pasa'ya, 872

(1467)'de de veziriazam Ishak Pasa'ya tevcihiyle basladi. Bunlara daha sonra

Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakiflan da ilâve edilirdi. Ser

müfettis adi ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi.

c- Seyhülislâm Nezâreti: Sultan II. Bâyezid Han'in

Istanbul ve diger sehirlerde meydana getirip tesis ettigi hayratinin idaresini,

hicrî 912 (1506) senesinde Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile

basladi. Idare merkezi Bâyezid imâret dairesi idi.

d- Tophâne Ümerâsi Nezâreti: Sultan Bâyezid, Hamidiye,

Laleli, Selimiye, Mihrisah Valide ile II. Mahmud vakiflarinin mulhakat ve

mukataatindan ibaret idi. Darphâne tarafindan yönetilirdi.

e- Istanbul Kadilari Nezâreti: Kadilara mesruta olan

bu vakiflarin tamamina Istanbul kadilari nezâret ederlerdi. Daha sonra bu

nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadiliklari ile Kaptan Pasa, Yeniçeri Agasi,

Sekbanbasi, Bostancibasi gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12

sayisina kadar çikmisti.

Sultan II. Mahmud Han, yeniçeriligi Vak'a-i Hayriye

ile ortadan kaldirdiktan sonra, vakiflar arasindaki irtibatsizligi yok etmek ve

zamanla ortaya çikan bazi yolsuzluklari önlemek gayesiyle bütün vakiflarin tek

bir nezâret altinda toplanmasinin daha dogru olacagi kanaatine varmis olacak ki,

bütün dinî binalarin bakim ve onarimi, personelinin ayliklari ve diger hayrî

maksatlar için tesis edilen vakiflarin bir çati altinda toplanmasini

kararlastirdi.

Vakiflarin tek elden idaresi için 12 Rebiülevvel

1242'de çikarilan bir fermanla Evkaf-i Hümayûn Nezâretinin kuruldugu ve

Darphâne nâziri ve mütevelli kaimi makami el-Hac Yusuf Efendi'nin yeni kurulan

bu nezâretin basina getirildigini biliyoruz. Böylece adi geçen nezâret resmen

kurulmus oluyordu. Bununla beraber, Sultan I. Abdülhamid Han'in kendi vakiflari

ile ilgili olarak tesis ettigi teskilât, Evkaf-i Hümâyun Nezareti'nin kurulusuna

bir baslangiç sayilmaktadir. Bu bakimdan, nezâretin ilk kurucusu olarak adi

geçen padisahi kabul edenler de bulunmaktadir.

Evkaf-i Hümâyûn Nezâreti kuruldugu zaman,

kesedarlik, zimmet halifeligi ile sergi halifeligi adinda üç daireden

meydana gelmisti. Bunlarin âmiri durumundaki nâzira maas olarak 10.000 kurus

baglanmisti.

Kesedarlik idaresi: Nezârete bagli vakiflarin

ilamlarina, takrirlerine ve inhalarina ait bütün isleri yürütmekle görevli idi.

Bu memuriyete ilk defa hâcegandan Küçük Kal'a tezkirecisi Egin'li es-Seyyid

Mehmed Sevki Efendi tayin edilmisti.

Zimmet Halifeligi: Vakiflarin mukataalarini,

zabitlarim ve sarraflardan alinacak kefalete bagli borç tahvilleri ile ilgili

islemleri yürütürdü. Keza, kira mukavelerini düzenlemek, tahsilati yapmak ve

muhasebe kayitlarini kontrol etmekle görevli idi. Bu hizmetin basina da ilk defa

Mehmed Arif Efendi getirildi.

Sergî Halifeligi: Evkaf-i Hümayûn Nezâreti hazinesine

gelen paralan almak, vakfiyeye göre gider bütçesini hazirlamak ve vakif

bütçesine göre günlük harcamalari yapmakla vazifeli idi. Ilk defa sergi

halifeligine tayin edilen kisi, Zimmet halifesi olan zatin kardesi Ahmed Izzet

Efendi'dir.

Bütün bu islerin yürütülmesinde adi geçen dairelere

yardim etmek üzere kâtipler, maiyyet ve hizmetliler tayin

edilmisti.

Bilahare nezârete yapilan ilhaklarla isler

çogaldigindan ve adi geçen üç dairenin bütün bu isleri geregi gibi ve zamaninda

görmesinin mümkün olamayacaginin anlasilmasindan sonra Zilkade 1246 (Nisan

1831)'de Tahrirat Baskatipligi, Mülhakat Gedikler Kâtipligi ve Rûznâmecilik adi

ile üç yeni memuriyet daha ihdas edildi.

Çalisan personel sayisinin artmasi üzerine, nezâret

için büyük bir idare binasina ihtiyaç duyulmustu. Bu sebeple, eski Darphâne

civarinda hasirci ve dogramaci koguslari yikilarak bunlarin yerine 17 odali bir

daire insasina baslanmisti. Bu yeni binanin insaati, Cemaziyelevvel 1248 (Ekim

1832)'de bitirilerek bina dösenmis, nezâret de Receb (Kasim-Aralik 1832) ayinda

yeni binasina tasinmisti.

Vakfiyelerin tahlilinden anlasildigina göre,

baslangiçta Osmanli dönemi vakiflarinda hizmet gören mütevellilerin müstakil bir

idare binasina sahip olmadiklari, bu is için kendi evlerini kullandiklari

görülür. Ancak XVIII. asnn ikinci yarisindan itibaren Sultan III. Osman, Sultan

III. Mustafa ve Sultan I. Abdülhamid Han kendi vakiflari için idare binalari

ihsa ettirmeye basladilar. Onlar, bu binalar için kapicilar (bevvâb) ve bekçiler

(mustahfiz) tayin ettiler. Böylece bu vakiflarin her biri, gerçek mânâda birer

idarî merkeze kavustu. Söz konusu idare binalarinin ihdas edilmesi,

Osmanlilardaki vakif idaresinin merkezîlestirilmesi için atilmis bir ilk adim

olarak kabul edilebilir.

Osmanli Devleti'nin ortadan kaldirilisina kadar devam

eden Evkaf Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çikarilan 429 sayili kanunla ilga

edilerek Basbakanliga bagli bir Umum Müdürlüge havale edildi. 429 sayili kanunla

Vakiflar Umum Müdürlügü de kurulmus oldu. Bununla beraber bu kanun, vakiflarda

fazla bir degisiklige sebep olmuyordu. Cumhuriyetten sonra vakif mevzuatinda ilk

mühim degisiklik, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayili kanunla yapildi. Bu kanun

5 Aralik 1935 tarihinde yürürlüge girdi.

Vakiflarin kurulusu, kurulus sartlari ve idaresi gibi

hukukî özelliklerine isaret ettikten sonra bir vakfin resmen tesis edilmis

oldugunu gösteren belgeden (vakfiye) bahs etmemek, konu için bir eksiklik olarak

kalacakti. Onun için biz de fazla teferruata girmeden bu hukukî belgeden söz

etmek istiyoruz.VAKFIYE

Vakfiye, vakfin vâkifi (vakf eden, vakfi tesis eden)

tarafindan hazirlanmis nizamnâmesine verilen bir isimdir. Vakfiyeler, kadilik

siciline kayd edilip islendikten sonra kesinlesirlerdi.

Islâm tarihinde ilk vakfiyenin Hz. Ömer tarafindan

yazildigi söylenmekle birlikte bunun, Hz. Peygamber devrinde mi, yoksa Hz.

Ömer'in halifeligi zamaninda mi olduguna dair kesin bir bilgiye sahip degiliz.

Büyük bir ihtimalle bu, Hz. Ömer'in halifeligi döneminde

olmustur.

Tarih boyunca vakfiyeler, tas, deri ve kagit gibi yazi

için elverisli bulunan malzeme üzerine yazilarak günümüze kadar gelmislerdir.

Sayet vakfin mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanin duvarlarindan

birine kazilirdi. Nitekim Türkçe ile vakfiye olan Germiyanoglu II. Yakub Bey (ö.

1428) vakfiyesinin tas üzerine yazildigini biliyoruz.

Tarih ve medeniyet açisindan bakildigi zaman

vakfiyeler, büyük bir önem tasirlar. Çünkü bunlar, bize milletin muayyen bir

zamanindaki hayat ve kültürüne ait muhtelif olaylari ile sekilleri görme imkâni

verirler. Keza vakfiyeler, Müslümanlarin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli

rol oynamis olan vakif tesisinin nasil çalistigim, kimlerin bunlari idare

ettigini, kimlerin vakif gelirinden istifade ettigini vs. gibi hususlari

ögrenmemize yardimci olurlar. Bunlardan (vakfiyelerden) vakfin büyüklügüne göre

hacimli olup defter gibi olanlar bulundugu gibi, muhtasar ve tek sayfa seklinde

olanlar da vardir. Bu arada rulo seklinde uzun ve kalin varaklar halinde olanlar

da bulunmaktadir. Mufassal olanlar uslûb bakimindan edebî degeri yüksek olan

eserlerdir.

Vakfiyelerde, Allah'a hamd ve senâ, Resûlüne salât ve

selâmdan sonra hayir yapmaya tesvik edici, sadakanin sevabindan bahs edici âyet

ve hadisler verilir. Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insani tesvik etmek

ve edebî san'at yapmak bakimindan âyet ve hadisler, siirlerle de desteklenir.

Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden olduklari için hukukî bünyeden

sayilmazlar. Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle su hususlar yer

alir:

1- Vakf olunan mallarin neler oldugu.

2- Vakf olunan bu mallarin nasil idare

edilecegi.

3- Vakif gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi

sekillerde verilip sarf edilecegi.

4- Vakfin kimler tarafindan idare edilecegi,

müessesede kaç kisinin çalisacagi, bunlara ne miktarda ücret ödenecegi, bu

ücretlerin hangi gelirlerden elde edilecegi, esyanin fiyati vs. gibi konular,

teferruatli bir sekilde açiklanir.

5- Hakimin (kadi), vakfin sihhat ve lüzumuna dair olan

hükmü.

6- Sonunda da tarih ile kadinin mührü

bulunur.

Vakfiye, eb'ad, bakimindan ister büyük, ister küçük

olsun, mahiyet itibari ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir.

Bunlar:

a. Dîbâce (Giris): Vâkifin, vakfi kurma sebep ve

gayesinden bahs eden bu bölüm, âyet ve hadislerle

kuvvetlendirilir.

b. Vakfin Hizmet Sartlan: Gelir kaynaklan ve masraf

yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kismidir.

c. Sonuç: Bu kisimda müessesenin seriata uygunlugu

belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyecegi anlatilir. Bundan

sonra da tarih ve sahidlerin imzalari bulunur.

Farkli dönemlerde kurulan vakiflarin vakfiyelerinde,

gerek basta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur. Vakfiye metninde geçen dualari

iki kisma ayirmak mümkündür. Bunlardan biri hayir dua, digeri de beddua

seklindedir. Vakfiyelerde bu neviden dualarin bulunmasi normaldir. Zira vakif

hizmetlerinin yürütülmesinde, dogru ve dürüst çalisan, hizmetin görülmesine

yardimci olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayi vâkifin hayir

duada bulunmasi bir çesit sükran ve minnet borcu olarak kabul edildigi için

tabii bir harekettir. Bundan baska, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine

getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin disinda kullanan idareci ve

görevlilere de beddua edilmektedir. Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kismi,

düsünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek sekildedir. Bu bedduada

vakfi kötüye kullanan, onu degistiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin

azalmasina sebep olan, haksiz olarak onun malindan yiyen vs. gibi, vakfa

kötülügü dokunacak olanlar hedef alinmislardir.

Gerçekten, ebediyet (devamlilik) sarti üzerine kurulan

vakiflarda, vâkifin seneler sonra (ölümden sonra) ona müdahale edenlere baska

türlü karsi koymasi mümkün degildir. Bunun içindir ki o: Allah'in,

Peygamberlerin, meleklerin, insanlarin ve bütün mahlukatin lânetinin, vakfi

degistirenin üzerine olmasini dilemekten baska bir sey yapamaz. Bu sebeple

vakfiyelerin sonuna bakildigi zaman, böyle bir beddua kismi görülür ki bu,

insanlar için manevî bir tehdid olmaktadir. Gerçekten inanan ve muvahhid

(Allah'in birligine iman eden) olanlar, böyle bir bedduaya maruz kalmak

istemezler.

Osmanlilarda vâkif, vakfiyesini Istanbul'da

Defterhâne'nin bu islerle ilgili bürolarindan birine kayd ettirirdi.

Defterhanede sicillere geçirilmis olan bu vakfiyeler, bugün Ankara'da Vakiflar

Genel Müdürlügü Arsivinde bulunmaktadirlar. Bu arsivde 26300 kadar vakfiye

oldugu belirtilmektedir. Bununla beraber bunlar, vakfiyelerin tamamini temsil

etmekten çok uzaktirlar. Ancak muhtelif vilayet mahkemelerine ait bütün ser'iyye

secilleri ve tahrir defterleri tarandiktan sonradir ki, Osmanlilar döneminde

kurulmus bulunan vakiflarin sayisi yaklasik olarak tesbit edilebilir. Belli

bölge veya belli zamanlardaki vakiflarin sayisi konusunda ancak iki örnek zikr

edilebilir. Bunlardan biri 927-1005 (1519-1596) yillari arasinda Istanbul'da

tesis edilen vakiflarin sayisidir ki, bunlarin yekûnu 2868'dir. Bu konuda baska

bir örnek te 1718-1800 yillari arasinda Haleb'te kurulmus vakiflarin sayisidir.

Buna göre belirtilen tarihte Haleb'te 485 vakif kurulmustur.

Vakfiyelerin en eski tarihi tasiyanlarindan, en

yenilerine kadar tedkik edilecek olursa bunlarin kültür ve medeniyet tarihimizin

bir çok özelliklerine isik tuttuklari görülecektir. Nitekim, bunarin; tarih,

kültürel gelismeler, folklorik özellikler, sanat tarihi ve sosyolojik yönleri

ile toplumun bilgilendirilmesine de yardimci olduklari görülür. Vakfiyelerin bu

özelliklerine kisaca temas ederek, bu vesikalar üzerinde uzmanlarin hangi

yönleri ile arastirma yapabileceklerine isik tutmaya gayret

edecegiz.

Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine isik

tutan önemli belgelerdir. Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunlarin

yakinlarinin düzenledikleri vakfiyeler, bu sahislarin hem hayatlari, hem de

sahsiyetleri hakkinda bilgi sahibi olmamizi saglarlar.

Vakfiyeler, birer müessese olan vakiflarin, ilk elden

incelenmesi gereken kaynaklaridir. Gerek dinî, gerek sosyal, gerekse ilmî

müesseselerde çalisan insanlarin hangi isleri yaptiklari, çalisma sartlarinin

nasil olduklari ve hatta yetisme ortami bakimindan bize bilgi veren yegane

kaynak o müessesenin vakfiyesidir.

Vakfiyeler, birçok özellikleri yaninda döneminin

iktisadî hayati hakkinda da faydah bilgiler verirler. Gerek fiyat hareketleri,

gerekse insanlarin geçim standartlarini tesbit etmemize yardim edecek bilgiler,

vakfiye metinlerinde mevcut bulunmaktadir. Bu bakimdan, dönemin iktisadî

tarihini yazacaklar için vakfiyeler, basta gelen kaynaklar arasinda

zikredilebilir. Keza vakfiyeler, sehir tarihçiligi ile ugrasanlar için de birer

kaynaktirlar. Zira vakif müessesesi, kuruldugu sehrin bir parçasidir.

Dolayisiyle vakif müessesesinin tarihi, o sehrin tarihi ile iç içedir. Özellikle

sehrin yerlesim durumu ile halkinin dagilimi hakkinda bilgilerin yer aldigi

vakfiyeler, bize, bölgenin cografyasi, siyasî ve fizikî haritasi, hatta iklimi

bakimindan da bilgi sahibi olma imkani veren yardimci vesikalar

hüviyetindedirler.

Vakfiyeler, kültürel özellikleri bakimindan da önemli

birer vesika olarak karsimiza çikmaktadirlar. Nitekim vakfiyelerde kullanilan

dil ve uslûb, gelisi güzel degil, belli bir sistem ve usûle bagli olarak

kullanilmaktadir. Bu sebeple vakfiyelerin kendilerine ait özel bir dili

bulunmaktadir.

Vakfiyeler, halkin günlük yasayislari hakkinda

bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de isik tutarlar. Kara Ahmed

Pasa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayrami ile mübarek gün ve gecelerde halkin

yasayisi hakkinda bilgiler bulunmaktadir. Giyecek ve yiyecek satin alinabilmesi

için kayitlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pisirilmesi için

gerekli malzemenin alinmasi gayesiyle vakif gelirlerinden tahsisatlar ayrildigi

görülmektedir. Keza vakfiyelerde devrin isinma kültürü bakimindan da bilgilerin

bulunduguna tesadüf edilmektedir. Kisin odun ve kömürün yakildigini gösteren

metinler, bunun açik birer delilidir.

Misafir karsilama ve ugurlama âdetleri ile bineklerin

kullanimi hakkinda bilgiler buldugumuz vakfiyelerde, sünnet geleneginin

Anadolu'da nasil oldugunu gösteren ifadeler de

bulunmaktadir.2. VAKIFLARIN HIZMET SAHALARI

Allah'in rizasini kazanmak gayesiyle, baskalarina

karsiliksiz yardim etmek gibi bir prensipten dogan vakiflar, toplumun hayir ve

iyiligine olan her yerde saglam birer sigorta teskilâti gibi vazife

görüyorlardi. Günümüz sigorta sirketlerinden daha üstün olduklarini

söyleyebilecegimiz bu müesseseler, sadaka-i câriye denilen hayir çesitlerinin

basinda gelmektedirler. Bu bakimdan, Islâm âleminin hemen her yerinde

rastladigimiz vakiflarin yardim elini uzatmadigi bir saha görmek mümkün

degildir. Dünyanin, her dönem ve bölgesinde görülebilen yoksullarin elem ve

izdirabini gidermek, yollar, köprüler, çesmeler, su bentleri, okul, cami, hamam,

hastahane, tekke, zâviye vs. gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu

müesseselerin pek çok çesidi bulunmaktadir. Bu bakimdan, toplumda birer sigorta

vazifeleri görüyorlardi derken bir gerçege isaret ediyorduk. Hatta bir mânâda

sigortalardan daha ileri seviyede bir hizmet ifa ediyorlardi denebilir. Çünkü

sigortalar belli bir süre aidat yatiranlara bu katkilarindan dolayi hizmet

verirler. Fakat vakiflar için böyle bir sey söz konusu degildir. Onlar, tamamen

karsiliksiz hizmet ediyorlardi. Asagida verecegimiz birkaç örnek, bütün bu

söylediklerimizde ne kadar hakli oldugumuzu gösterecektir.

Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardimi yapmak;

ögrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kizlara çeyiz hazirlamak; her

günün ihtiyaçlari yanisira efendileri azarlamasin diye kâse ve bardak gibi

kapkacak kiran hizmetçilere verilmek üzere para vakiflarinin yapildigini

biliyoruz. Bu vakiflari kuran hayirsever insanlar, sadece bununla da

yetinmiyorlardi. Onlar, divitinde mürekkeb kalmayanlarin divitlerine mürekkeb

koymalari için Mürekkeb Vakfini da kuruyorlardi. Halka meyve ve sebze

verilmesi, çalisamayacak derecede yaslanan kayikçi ve hamallarin bakimi için

vakif tesis edilmesi, çocuklarin emzirilmesi gayesiyle kurulan vakiflar,

sehirlerdeki cadde ve sokaklarin temiz tutulmasi için ecdad tarafindan yapilan

vakiflari bütün bu söylediklerimiz için sahit gösterebiliriz. Bilhassa temizlik

bakimindan günümüz insaninin düsünemeyecegi ve fakat anlatildigi zaman da

hayrette kalacagi bir vakiftan söz etmek yerinde olacaktir. Buna göre sokaklara

atilan tükrük ve balgamlar ile insani tiksindiren diger maddeler, üzerine kül

döktürülmek suretiyle çirkin manzaralarini ve zararlarini gidermek için para

tahsis edip adamlar tayin eden hayir sahipleri (vâkif) de vardir. Osman Nuri

Ergin bu konuda su örnegi verir: Ser'î mahkeme sicillerinde söyle vakif ve

vakfiyelere rastlamak mümkündür. Söz gelimi Serez'deki vakfiyeye göre her gün

iki adam bir kaba kül koyarak sirtlarina alip çarsi ve pazari geziyor, nerede

bir tükrük veya balgam görürlerse üzerlerine bir miktar kül serpip

geçiyorlarmis. Külün antiseptik bir madde oldugu düsünülürse atalarimizin tatbik

ettikleri usûl daha dogru ve daha iyi degil midir? Keza, oyuncagi bulunmadigi

için arkadaslari ile oynayamayan çocuklara oyuncak alinmasi ile ilgili vakiflari

tesis edip meydana getiren hayirseverlerin yaptiklari, bu kadar da degildir.

Selçuk Hatun gibi, biraktigi vakif bahçe ve tarlaya her yil muhtelif cinsten 100

meyve agacinin dikilmesini sart kosanlar da vardi. Abdullah oglu Haci Ibrahim,

Yeni Cami'de duran leylekler için yilda 100 kurus yem parasi vakf etmisti.

Yorganci Ismail Çelebi, Beykoz'daki tekkeye vakf ettigi mandirada çalisan

esirlerin (köle ve cariye) münasipleri ile evlendirilmesini sart kosar ve gence

kari, kariya genç tezvic olunmaya ve evladlari dahi uslûb-i mezkûr üzre tezvic

oluna diyerek yaslari birbirine yakin olmayan gençlerle yaslilarin birbirleri

ile evlendirilmemesini ister. Bunlardan, vakfa 10 yil hizmet edenlerin de azad

edilmesi, vakfiyenin sartlari arasinda yer almaktadir. Sonuç olarak sunu

diyebiliriz ki Osmanli toplumunda vakiflarin hizmet götürmedigi bir sahayi

görmek hemen hemen mümkün degildir. Bununla beraber biz, vakiflarin hizmet

sahalarini asagida görülecegi sekilde bir tasnife tabi

tutabiliriz:

a) Dinî hizmetinm ifasi için yapilmis bulunan

vakiflar: Cami, mescid, tekke, namazgâh vs.

b) Egitim ve kültürle ilgili vakiflar: Mektep,

medrese, kütüphâne, dâru'l-hadis, dâru'l-kurra vs.

c) Sivil ve askerî sahada hizmet eden vakiflar: Evler,

saraylar, kislalar, tophaneler, silah saraylari, bahçeler.

d) Ekonomik sahada hizmet veren vakiflar: Çarsilar,

bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar vs.

e) Sosyal hizmetler için kurulmus bulunan vakiflar:

Hastahaneler, dâru's-sifalar, kervansaraylar, imâretler, dâru'l-acezeler, kör

evleri, çocuk emzirme yurdu, cüzzamlilar yurdu vs.

f) Su hizmetleri ile ilgili vakiflar: Çesme, sebil,

sadirvan, su kemerleri, bentler, hamamlar, kaplicalar vs.

g) Spor hizmetleri için yapilmis bulunan vakiflar:

Pehlivan ve kemankes (okçuluk) tekkeleri, ok meydanlari, spor

âbideleri.

Bundan baska vakiflarca kurulan tesislerde vazife

yapan ve bundan dolayi ücret alip geçimini saglayan nisanlarin meydana getirdigi

yekûn, büyük rakamlarla ifade edilmektedir. Bunlara ödenen meblagin büyüklügü

düsünülürse vakiflarin ne denli birer hizmet unsuru olduklari

anlasilir.

Osmanli toplumunun sosyal hayatinda önemli rol oynayan

bu müesseselerin tamamindan bahs etmek mümkün degildir. Zira Osmanli toplum

hayatinda dogum ile ölüm arasindaki hayat çizgisinin bütün köse baslarinda

vakiflari görmek mümkündür. Bunun için Kisi vakif bir evde dogar, vakif bir

besikte büyür, vakif bir müesseseden beslenir, vakif bir evde ikamet eder, vakif

bir müessesede çalisir, vakif bir evde ölür, vakif bir tabuta konur ve vakif bir

mezarliga defn edilir denilmistir. Gerçekten, Osmanli toplum hayatinin bütün

sinif ve safhalarinda tesirleri görülen bu müesseselerin tamamindan ve yeterince

teferruatli bir sekilde bahs etmek mümkün degildir. Bununla beraber biz, bu

eserlerin çesitlerine göre bazi örneklerinden ana hatlari ile söz etmek

istiyoruz.CAMI

Osmanli toplumunun sosyal ve kültürel bakimdan

gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de câmidir. Tamamen

vakiflara bagli olan câmiler, mimarî yapi olarak dinî eserlerin baçinda

gelirler. Ibâdet, egitim, kaza (yargi), ve sura gibi toplantilarin yeri olarak

insa edilen câmilerin ifa ettigi hizmetler, küçümsenmeyecek kadar

büyüktür.

Hz. Peygamberin, Medine'ye hicreti ile baslayan câmi

insaati, Hz. Ömer'in halifeligi döneminden itibaren önemli merkezler basta olmak

üzere Islâm dünyasinin hemen her tarafinda görülmeye baslar. Daha o zamandan

itibaren insa edilen câmi binalari, kuru bir yapi olarak birakilmadigi gibi

bunlar, çevrelerinde çesitli hayir kurumlarinin yapilmasina da vesile

oluyordu.

Yapi olarak dinî mimarî grubunun basinda gelen câmi,

özellikle Osmanlilarda mahallenin idare merkezi ve imamlarin karargahi idi.

Kendisine verilen Arapça isimden de anlasilacagi gibi câmi, halki toplayan veya

halkin toplanti yeri mânâlarina gelmektedir. Bu sebeple sosyal müesseselerin

basinda zikredilen câmiler, hem ibâdet yeri, hem de cemaatin toplu bulunmasi

sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait islerin görüsülüp karara baglandigi

yerlerdi. Bu yüzden, sosyal bir yapi olarak büyük bir önemi haizdi. Bunun

içindir ki Osmanlilarda câmi, mahallenin odak noktasini teskil ediyordu.

Câmilerin etrafinda bazan geometrik bir düzen içinde, bazan da yerin özelligine

göre çok defa belli bir estetik dikkate alinarak evler serpistirilirdi. Bu

evlerden baska en önemli bina medrese idi. Medreseler, özel mimarî tarzi bulunan

zarif ve agir basli eserlerdi. Bu binalardan bir kaçi bir câmi etrafinda

siralaninca bunlara kütüphane gibi yardimci tesisler de ekleniyordu. Bundan

baska özellikle büyük câmilerin yanina sebil, imâret, dâru's-sifa vs. gibi sivil

ve sosyal vazifelerin görüldügü binalar yapilirdi. Bu haliyle bunlar, bir

külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasina yardim

ederlerdi. Çünkü bir câmi yaptirmak isteyen hayir sahibi (vâkif), topraga agaç

diker gibi binasini tek basina yalniz ve garip birakmazdi. Öyle ki yaptirdigi

ibâdethaneye sosyal ihtiyaçlari karsilayacak canli bir organ karakteri vererek

onu, medresesi, imâreti, mektebi, hamami ve diger müstemilati ile bütünlerdi.

Bunun için Osmanli sehirlerinde vakif tesisleri ehemmiyetli kuruluslardi. Feth

edilen sehirlerin yenilestirilmesi ve bir Türk sehri haline getirilmesinde en

çok bu neviden vakif binalarin hizmeti olmustur. Yeniden kurulan sehirlerde ise

bu rol daha büyüktür. Vakif, hem kurulan binalarin saldirici kuvvetlere karsi

koruyucusu ve sigortasi görevini görmüs, hem de kurucularin millet gözünde

gâsib gibi görülmelerine engel olmustur.

Hâlâ bugün bile câmi yakininda namaz vaktinin

girmesini bekleme için oturulan kahvelerin varligi, câmiler sayesinde olmustur.

Nitekim Istanbul'daki kahve ve kiraathânelerin açilis sebebini câmilere baglayan

O. Nuri Ergin, bu konuda söyle der: Istanbul'da kahveler ve kiraathâneler de

câmi teskilâti ve ibâdet yüzünden açilmistir. Namaz vakitlerinden evvel câmiye

gelen ve fakat kapisini kapali bulanlar, yahut iki namaz arasindaki vakti

geçirmek isteyenlerin bir müddet oturmasi ve beklemesi için ilk önce her câminin

yaninda birer yer tahsis edilmis ve hicretin X. (M. XVI) asrinda Yemen'den kahve

gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmisti. Bundan dolayidir ki

adina kahvehâne denmistir. Kahvelerde namaz vaktine kadar halki oyalamak için

bilhassa aksamla yatsi arasinda Hamzanâme, Battalgazi vs. gibi halk

kitaplari okunurdu.

Klasik Türk câmileri, baslica su kisimlardan meydana

gelirler. Dis avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar ve mihrab. Iç

avlunun etrafi revakli olup orta yerde abdest almak için çok sayida musluklu bir

sadirvan bulunur. Câminin bu avlu tarafinda ve orta yerdeki kapisindan ekseriya

son cemaat mahalline girilir. Bu kisim, namaz vaktinden sonra gelen veyahut câmi

dolu oldugu zaman cemaat tarafindan doldurularak ayri bir imamla namaz kilinan

ve hususi bir mihrabi olan yerdir. Buradan bir kapi ile câminin içine girilir.

Cemaatla namaz kilindigi vakit bu sahnda cemaat, mihrabta duran imama uyarak

namaz kilar. Mihrabin saginda hutbe için bir minber vardir. Câminin uygun bir

yerinde müezzin mahfili oldugu gibi zeminden yüksekçe sofalari ve büyük

câmilerin üst katlarinda hünkâr mahfilleri bulunur. Câmilerin binalarina bitisik

bir veya daha fazla minare bulunur. Bunlar, ezan okunmaya mahsus tek veya

müteaddid serefeli olurlar. Bazi selâtin câmilerinde minarelerin üçer serefesi

bulunur. Büyük câmilerin etrafinda daima büyük bir avlu vardir. Buraya çogu

zaman agaçlar da dikilir. Böyle büyük câmilerin yaninda türbe ve mezarliklardan

baska sebil, imâret, mektep, medrese, kütüphâne gibi binalar da bulunur.

Bunlarin tamami, bir külliye meydana getirir. Ve âdeta müstakil bir mahalle

olustururlar.

Günümüzde, çesitli yönleri ile kendilerinden

yararlandigimiz câmiler, tarihte de ayni özellige sahip olduklari için

görüntüleri ile yabancilari cezb etmekten ve onlari kendilerine hayran

birakmaktan geri kalmazlardi. Bunu, seyyahlarin eserlerinden takib etmek

mümkündür. Nitekim XIX. asrin ilk yarisinda Osmanli ülkesine gelen Gerard de

Nerval Voyage en Orient adli seyahatnâmesinde bu hayranligini söyle dile

getirir: Ayni anda Istanbul âbidelerinin yükseldigi geri plânda sihirli bir

manzara belirmeye basladi. Karanlik çöktükçe kubbeler üzerinde ve minare

aralarinda mahyalar yaniyor, sehir isil isil parliyordu. Süphesiz, mahya denilen

isikli harflerle, bir seyler anlatiliyordu. Binlerce geminin diregi gibi göge

uzanan minarelere isiktan halkalar takilmisti. Bunlar, o narin serefeleri

aydinlatiyor ve gökyüzüne resm ediyordu. Baska günlerde pek tatli ve agir olan

müezzinlerin her taraftan yükselen sesleri o gün bir zafer sarkisini

andiriyordu.

Osmanlilarda câmi mimarisi, bu sahada yeni uslûb ve

ekollerin dogmasina da sebep olmustu. Bu bakimdan, kisaca bunlardan bahs etmek,

mimarlik tarihimiz açisindan faydali olacaktir. Bunlar:

1. Bursa Uslûbu (1325-1501): Bursa'nin fethinden

Istanbul'da Bâyezid Camii'nin yapilmasina kadar olan devre. Bursa'daki Ulu ve

Yesil Câmi'ler bu uslûbun ilk örnekleridir. Osmanli mimarisinin bu ilk devresine

ait örneklerine Edirne'de de rastlanir. Bu tarz mimarî, Istanbul'un fethinden

sonra da bir müddet devam etti. Edirne ve Istanbul'un ilk anitlari asagi yukari

hep bu uslûba uyularak yapilmistir.

2. Klasik Üslûb (1501-1616): Bâyezid Câmii'nden Sultan

Ahmed Câmii'nin yapilisina kadar olan devre. Osmanli mimarîsinin bu klasik

devresi, 1501-1506 yillari arasinda Istanbul'da insa edilen Bâyezid Câmii ile

baslar. Bu câmi ile birlikte yeni bir mimarî tarz ortaya çikti. Câminin plani,

Bursa'daki Yesil Câmi'nin ilkel seklini korumakla beraber kubbeyi büyütmüs;

bunu, binanin kalin duvarlarina dayandiracak yerde dört büyük ve kalin sutûna

istinad ettirmistir. Bu düzen, mimara yan sahnlar elde etme imkâni vermistir. Bu

yan sahnlar, ya baska küçük kubbelerle ya da küçük yarim kubbelerle örtülmüstür.

Bu andan itibaren mimarî artik yeni bir safhaya girmektedir. Ilk devrin câmileri

ve âbideleri bu devrin binalari yaninda agir ve kaba kalmaktadir. Mimar

Hayreddin, câmiin tamamina, o zamana kadar bilinmeyen bir ahenk ve karekter

vermistir.

Bu uslûbun örneklerinden bir kaçi söyledir: Sultan

Selim I Câmii, Süleymaniye Câmii, Sehzâde Câmii, Edirne Selimiye

Câmii.

3. Yenilestirilen Klasik Uslûb (1616-1703): Bu tarz

mimarinin ilk örnegi Sultan Ahmed Câmiidir. Bu dönemde mimarî gelismede ani bir

degisiklik oldu. Mimar Sinan tarafindan tesbit edilen plan modeline göre yapilan

Sultan Ahmed Câmii'nin, klasik uslûbla yapilmis binalardan farkli bir karakteri

ve yüzü vardir.

Câmiinin mimari olan Mehmed Aga, Mimar Sinan'dan daha

ileri gitmek ve kendi orijinalligini göstermek hevesine kapilmisti. Klasik

dönemin büyük câmilerini taklid eder görünmek istemeyen Mehmed Aga, yasadigi

devrin mimarî geleneklerini terk etti. Mehmet Aga, klasik Camiin planina ve dis

sekline sadik kalmakla beraber iç görünüsünü tamamen degistirdi. Bu dönem,

Sultan III. Ahmed devrine kadar devam etti.

4. Lâle Devri (1703-1730): Sultan III. Ahmed devri. Bu

devrin önemli bazi mimarî eserleri sunlardir: III. Ahmed Çesmesi. Bu çesme,

Ayasofya Camii ile Topkapi Sarayi yaninda 1729 yilinda yapilmis olan çesmedir.

Lâle devrinin en karekteristik âbidelerinden biridir. Çesmenin

krokisi

bizzat padisah tarafindan yapilmistir. Bundan baska

Azapkapi çesmesi, Üsküdar ve Tophane çesmeleri de bu dönemin baslica eserleri

arasinda zikredilirler.

5. Barok Uslûbu (1730-1808): I. Mahmud ve III. Selim

devirleri. Bu dönemde Avrupa'dan getirilen esya ile gelen turistler (seyyah),

Türklerin zevklerinde büyük bir degisikligin meydana gelmesine sebep oldular.

Artik Osmanli sanatçisi da rönesanstan etkilenmeye baslamisti. Eski motifleri

birakan sanatçilar, rönesans eserlerinde yeni bir takim fikirler buldular. Onun

için yavas yavas klasik sekillerden uzaklasildi. Mimar Sinan ekolunun alisilmis

sekilleri ve lâle motifleri terk edildi. Bununla beraber Türk sanatçilari bu

uslûbu kendilerine göre yorumladilar. Böylece, Batx barokundan farkli bir uslûb

meydana gelmis oldu. Bu tarz, XIX. yüzyil baçlarina kadar sürdü. Bu tarzin

örnekleri arasinda Nuru Osmaniye Camii (1757), Lâleli Camii (1763), Hamidiye

Imâreti, Harem'de Selimiye Camii ve kislasini sayabiliriz.

6. Ampir Uslûbu (1808-1874); Sultan II. Mahmud ve

Abdülmecid ile baslayip Abdülaziz'in saltanatina kadar sürmüstür. Fransa'da

barok uslûbundan sonra gelen ampir uslûbu, o dönem Osmanli ülkesini de etkiledi.

Sultan II. Mahmud zamaninda 30 yillik süre içerisinde yapilan binalarda hep bu

uslûb kullanildi. Bununla beraber Osmanli ülkesinde bu uslûba yeni bir karekter

kazandirildi. Burada hayvan figürleri kullanilmadi. II. Mahmud türbesi bunun

örneklerinden biridir. Ortaköy Camii ile, Ermeni Karabet Balyan tarafindan

yapilan Dolmabahçe Sarayi, ampir ve barok karisimi bir uslûbla insa

edilmistir.

7. Yeni Klasik Uslûb (1874-1930): 1861 yilinda padisah

olan Sultan Abdulaziz zamaninda mimarî sanatinda bir çöküntü dönemi yasaniyordu.

O zamanlar, Rum ve Ermenî mimarlari, Türk sanat ve zevkine uymayan tuhaf bir

takim binalar yapiyorlardi. Avrupa mimarî eserlerinden kopya suretiyle alinmis

motifler bu uslûpta açikça görülüyorlardi. Konya'da, Sultan Abdulaziz'in annesi

Pertev Nihal Sultan tarafindan yaptirilan Aziziye Camii, Türk sanati ile ilgisi

bulunmayan bu sanatin tipik örneklerinden biridir. Istanbul Aksaray'da

yaptirilan Valide Camii de bu tarzda bir eserdir.

Osmanli döneminde daha kurulus yillarindan itibaren

baslayan vakif gelenegi, câmi ve görevlileri için gelir getiren birçok tesisin

meydana gelmesine sebep olmustur. Böylece vakiflar, günümüzde devlet bütçesinden

maas almak suretiyle geçimlerini saglayan pek çok kimseyi, devlet bütçesine

yüklenmeden besleyebiliyorlardi. Bundan baska câmi ve diger dinî müesseselere

vakf edilen emlâkin, mütevelli, câbi, muarrif vs. gibi görevlileri de

hizmetlerine karsilik devlete daha fazla yük olmadan geçimlerini sagliyorlardi.

Maaslari vakif tarafindan karsilanan görevliler ile bunlarin tayinlerine isaret

eden pek çok belge bulunmaktadir. XVIII. asir Osmanli cemiyetinde camilerdeki

görevlilerin isim, sayi ve maaslarini belirten bir cetveli buraya almakla

câmilerde vazife görenlerin sayilarini ögrenme imkânini bulacagimiz gibi devlet

hazinesine yük olmadan ne denli bir masrafin yapildigini da ögrenmis olacagiz.

Baska bir cetvel ile de resmî vazifeli olmadiklari halde yine camilerde dua

etmek, Kur'an okumak gibi hizmetlerinden dolayi vakiftan ücret alanlarin miktar

ve ücretlerini ögreniyoruz.

Yedi mescid ve altmis camide görevlendirilmis

kisilerin sayilari ve akçe olarak günlük ücretleri

Ücret Kategoriler Görevli Ücret

Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-3940-49 50-120

Toplami Toplami

Imam 29 17 26 11 10 3 9 105 1736

Eczâhân 49 68 47 20 184 1338

Vâ'iz 6 28 27 3 10 2 5 81 1305

Müezzin 81 51 47 179 1117,5

Hatib 28 13 17 6 4 2 1 72 791

Kayyim 32 29 25 5 1 92 715,5

Devirhân 56 35 27 118 686

Desi'âm 4 11 11 4 2 3 35 525

Ferras 49 35 8 92 416

Seyhü'l-kurrâ 4 15 3 6 2 31 407

Müderris 1 4 1 2 8 277

Bevvâb 6 25 1 32 170

Talebe, sibyan 60 60 160

Na'athân 7 9 5 21 154

Muvakkit, sa'âtî 1 1 3 1 1 6 129

Mu'allim-i sibyan 3 2 1 1 1 8 80

Muhaddis 1 1 1 1 4 60

Hâfiz-i kütüb 5 2 2 9 45

Kandilci, sirâcî 23 36 4 63 326

Buhûrî 4 1 1 6 27

Muhammediyehân 3 1 4 15

Hâfiz-i seccâde 9 9 16

Mahyaci 1 1 2 20

Hatm-i hâcegânhân 1 1 1 2 14

Delâil-i hayrât kârî 7 7 14

Sifâ-i serif hocasi 1 1 4

Digerleri 20 11 3 2 36 194,5

Toplam 486 393 261 60 33 10 21 1264 10743 Du'gûyân'in sayisi ve akçe olarak günlük

ücretleri

Görevli Ücret

Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-39 40-49 150 Toplami

Toplami

Du'ûgûyân 34 41 11 2 1 1 90 841

Eczâhân 449 8 49 9 1 516 2267

Du'âciyi hatm-i serîf 1 1 10

Yâsinhân 6 3 9 47

Tebârekehân 1 1 10

Mülkhân 7 7 13

îhlâshân 8 1 9 36

Hatimhân 3 1 7 11 120

Fethhân 1 1 5

En'âmhân 14 14 42

Ammehân 1 1 1

Delâil-i serifhân l 1 5

Nâzir-i cüzhân l 1 1

Müvezzi', sandûkî 13 1 14 26

Hafizieczâ' 6 1 7 13

Noktaci 13 2 15 30

Sermahfil 3 1 4 9

Buhurcu 2 2 2

Ed'iyye-i me'sûrehân l 1 5

Toplam 561 58 72 2 10 1 1 705 3478

Osmanli toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel

bakimlardan gelismesine yardimci olan câmilerde görev yapan ve adina kisaca

imam dedigimiz görevlinin vazifelerinden de biraz söz etmek yerinde olacaktir.

Mahallenin dinî, idarî ve beledî yöneticisi durumunda bulunan imamin vazifesi,

günümüzdeki gibi mihrab ile minber arasina sikisip kalmamisti. Osmanlilarda

imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi. Bundan dolayi bazi

zâbita ve beledî isler de yine mahalle imamlari tarafindan takip edilirdi.

Mesela ahlakî yönden zabitayi ilgilendiren olaylardan imam sorumlu idi. Nüfus

kayitlari, dogum, Ölüm, evlenme, bosanma gibi islemler de imamlar vâsitasiyle

yerine getirilirdi. Mahalleye gelip gidenler, mahalle halkini rahatsiz edecek

sekilde uygunsuz davrananlar, içki içip sarhos olanlar ile benzer kimseler,

imamlar tarafindan gözetilirdi. Tabir caiz ise onlar, mahallenin gören gözü

isiten kulagi idiler. Vazifeye tayinleri padisah berati ile olan imamlarin bu

özelliklerini belirten pek çok arsiv belgesi bulunmaktadir. Bu bakimdan bunlara

örnek vermeye bile ihtiyaç hissetmiyoruz. Ancak baska hukukî bir durumu ortaya

koymasindan dolayi bir belgeden söz etmemiz gerekir. 2 Receb 972 (3 Subat 1564)

tarihini tasiyan ve Edirne Kadisi'na gönderilen bir hükümde, imam ve hatiplerin,

vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerektigi

bildirilmektedir. Bu müddet içinde beratlarini almayanlarin vazifeye tayin

edilemeyeceklerini de yine adi geçen belgeden ögreniyoruz. Herhalde bu yüzden

olsa gerek ki, baska bir vesikaya göre resmen imamlik vazifesi ile tayin

edilmeyen kimseler için adi geçen tabirin (imam) kullanilmasi bile mümkün

görülmemektedir. Bir baska belgeden ögrendigimize göre sadece mahalle veya köy

halkinin istegi ile görev yapanlar için imam tabiri yerine Namazci ifadesi

kullanilmaktadir.

Osmanli Devleti'nde, imamlik vazifesine getirilen

kimse, özellikle sosyal faaliyetleri bakimindan basi bos birakilmazdi. Kadilar,

her zaman imamlari teftis edebilirlerdi. Bu teftislerde onlar sadece dinî

görevleri degil, mahalledeki diger hizmetlerin yapilip yapilmadigini da

arastirirlardi. Bu bakimdan isinin ehli olmayan kimseler vazifeden

uzaklastirilirlardi.

Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik

teskilati kurulana kadar mahalle yöneticisi olan imamlar, kadi'nin bir nevi

temsilciligini yapiyorlardi. Kadilarin, yerine getirmeleri gereken pek çok iste

imamlardan yardim gördüklerine sahid olunmaktadir. Bu meyanda onlar, mahallenin

düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler. Arsivlerimizdeki

birçok belge, imamlarin bu konudaki yetkilerine isik tutmaktadir. Nitekim

Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihini tasiyan asagidaki su hüküm dikkat

çekicidir. Biz bu hükmün bir kismini aynen buraya almayi faydali

görüyoruz:

Âsitane kaymakamina ve Istanbul Kadisi'na ve

Sekbanbasiya ve

Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahrûse-i Istanbul'da

bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmûmeleri üzre bazi erazil

ve müdmin-i hamr olan eskiya ile ihtilat ve irtikab-i fisk u fücûr ve baise-i

fitne ve fesad olduklari mesami-i âliye-i malûkâneme ilka olunup emr bi'l-maruf

ve nehy ani'l-münker'in meviza-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i

hilafetmeabimi vacib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lazim vârid

olmagla sen ki vezir-i müsarun ileyh ve siz ki muma ileyhimsiz insaallahu taala

is bu emr-i serif-i vâcibu'l-imtisâlim vusûluna mahruse-i Istanbul ve tevabü

mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi

evkat-i hamsede cemaat ile eday-i salâti mefruza içün hazir olup ve içlerinden

tarik-i salât ve siirb-i hamr ve sair menâhiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden

ihraç olmak üzere... diye devam eden emre göre mahalle imamlari kendi

mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar. Vesikanin metnini verdigimiz için

burada fazla bir açiklama yapma geregini duymuyoruz. Keza,Haslar Kadisi'na

selh-i Safer 975 (7 Agustos 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyub ve

civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücûr ehlinin mahallelerden

çikarilmasi, kahve ve sair oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin

bulundugu yerlerin kapatilmasi için de imamlardan yardim istenmektedir. Bu

emirlere itaat etmeyenlerin haps edilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere

mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden

anlasilmaktadir.

Gazete, radyo, televizyon vs. gibi nesir araçlarinin

bulunmadigi bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi

vâsitasiyle halka bildiriyordu. Bu sayede devlet, memleketin her yerinde ayni

anda (yatsi namazi vakti) emir veya yasaklarini bildiriyordu. Zira o asirlarin

toplum suuru geregi, mahallede ergenlik çagina gelmis bulunan erkeklerin büyük

bir kisminin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi. Bildirilmesi

istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi

namazini müteakip: Ey cemaat, dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi

söyleyecegim der ve kendisine verilen emri ilân ederdi.

Günümüzle mukayese edildigi zaman gerçekten büyük bir

farklilik gösterdigine sahid oldugumuz Osmanli devri mahalle imamlarinin bu

görevleri, o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde

kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o

müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar

sarsilmamistir. Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis

olan imamlarin yetkileri, degisen dünya sartlarina göre zamanla daraltilmistir.

Bu durum, Tanzimat (1839)'a takaddüm eden senelere kadar uzanmaktadir.

Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda

yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari

gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar, imamlarin yanina verilmistir.

Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin

yönetimini üstlenen imamlarin yönetimdeki vazifelerine son vermek için atilmis

bir adim oldu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasi ile de imamlarin vazifesi

sadece câmiye hasr edilmistir.TEKKE

Islâm dünyasi kültür ve sosyal hayatinda önemli yeri

bulunan müesseselerden biri de tekkedir. Tasavvuf düsüncesinin, anlayis ve

terbiyesinin islendigi, derinlestirildigi ve halka takdim edildigi tekkeye

(tekye), zâviye, hankah ve dergâh gibi isimler de verilmektedir. Ilk tekkenin

Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafindan kurulmasindan kisa bir müddet sonra her

tarafta yayilan ve dolayisiyla daha sonra kurulan Müslüman devletlerin kurulus

faaliyetlerinde bulunan tekkeler, Türklerin Anadolu'ya gelip yerlesmesinde de

büyük ölçüde rol oynadilar. Anadolu'nun Islâmlastirilmasinda da tekkelerin

oynadigi rol, inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Nitekim Mentese Beyligi adli

arastirmasinda Paul Wittek, adi geçen bölgede dervislerin Islâmlastirma

hareketlerinde nasil faal bir rol oynadiklarini anlatir.

Tekke ve zâviyelerin, Osmanli fütûhatim

kolaylastirmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduklarini biliyoruz. Zira

Osmanogullari ile birlikte birçok seyh, gelip Anadolu'nun bati taraflarina

yerlesir. Bu yeni gelen dervis muhacirlerin bir kismi, gazilerle birlikte

memleket açmak ve fütuhat yapmakla mesgul oluyor, bir kismi da o civardaki

köylere veya tamamen bos ve tenha yerlere yerlesiyorlardi. Köy veya bos araziye

yerlesenler, bu yerlerde müridleri ile birlikte ziraat ve hayvan yetistirmekle

mesgul oldular. Bunlar, özellikle bos topraklar üzerinde zâviye kuruyordu. Bu

sayede buralar kisa bir zamanda din,kültür ve imar merkezleri haline geliyordu.

Bu zâviyelerin, ordulardan önce gelip hudud boylarina yerlesmeleri, onlarin

(ordularin) harekâtini kolaylastiriyordu. Bundan baska Osmanlilar, fetihlerden

önce istedikleri yerlere dervis gönderiyorlardi. Böylece yerli halkin psikolojik

olarak hazirlanmasi saglaniyordu. Evliya Çelebi'deki bir kayit bunu teyid

etmektedir. Tekke seyhleri, maddi olarak da orduya yardim ediyorlardi. Nitekim

gerek Âsikpasazâde, gerekse Nesrî'de bulunan asagidaki ifadeler, bu yardimlarin,

ordularin sevk ve idaresi için ne denli kiymetli oldugunu göstermektedir. Buna

göre Göynük ve Taraklu'ya hazirlanan bir akinda Osman Gazi, Köse Mihal'in

tedbirlerini sevab (dogru) bilip güzati cem' edüp gelüp Bes tas (Besiktas)

zâviyesine konup seyhine Sakari (Sakarya) suyunun geçidini sorarlar. Seyh de

kendilerine geçidi gösterir.

Bundan baska tekkelerin, köylerin gelismesinde ve köy

halkinin ilerlemesinde de büyük hizmetler yerine getirdikleri bilinmektedir.

Gerçekten, köy ictimaî toplulugu içinde bir imam ile bir de zâviye seyhinden

(varsa) bahs etmek gerekir. Zâviye seyhleri, XIII. asirdan itibaren Köy Gençlik

Ocaklarini nüfuzlari altina alarak buraya tarikat usûl ve âdetlerini

sokmuslardir. Böylece bunlar da sehirlerdeki ahî teskilâtlari gibi kuvvetli bir

manevî birlik kazanmislardi.

Osmanli toplum hayatinin ekonomik ve sosyal

gelismesinde harç vazifesi gören tekkelerin son zamanlarindaki durumlarina bakip

bunlarin devamli böyle olduklarini zannetmek, büyük bir haksizlik olur. Nitekim

M. Cevdet de bu mevzuya temasla son zamanlardaki tereddisine bakip ta

tekkelerin daim öyle olduguna hükm etmemelidir. Dört mevsimden sonbahara bakarak

ilkbaharda da ortaligi yapraksiz ve yesilliksiz sanmak dogru olmadigi gibi,

kemâl zamanlarinda tekkeler, ruhlari çok terbiye etmistir. Eskiden tekkeler,

edebiyat, musikî ve tarih ocaklari idi. Hayatin izdirabini dindirmek ihtiyacinda

olanlar, oralara kosar, nefis bir ahengin selâlesi altinda ruhlarini yikar,

tesellikâr söz ve tarihî menkibelerle yeniden canlanirlardi. Hâsili tekkeler,

ye's ve mahrumiyet ile canina kiyacak insanlarin, yeniden tamir gördügü

yerlerdir diyerek tarihî bir gerçegi dile getirmeye çalisir. Bu ifadeler,

tekkelerin insan hayatinda, özellikle psikolojik rahatsizligi bulunan ve çesitli

sebeplere bagli olarak bunalima giren insanlar için nasil bir mânâ ifade

ettigini göstermektedirler.

Osmanlilar, tekke düsüncesini sistemlestirmek,

müesseselestirmek ve bu düsünceyi çesitli yol ve teskilatlarla cemiyete aktarmak

hususunda önemli hizmetler ifa ettiler. Bu anlayistan hareketledir ki, daha

önceki Müslüman devletlerin tekke ve zâviye seyhlerini korumalari an'anesi,

Osmanlilarda da aynen devam etti.

Görüldügü gibi, psikolojik, pedagojik ve tibbî

problemlere varincaya kadar genis bir hizmet sahasina sahip olan tekke, o devrin

mektebidir, hastahanesidir, spor yurdudur, moral kaynagidir, dinlenme kampidir,

beldenin güzel sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocagidir. Velhasil

tekke, insanlarin hayrina olan her seydir. Tekke'nin, tarih boyunca icra ettigi

fonksiyonlarini kisaca söyle özetleyebiliriz:

a. Tekkeler, özellikle kurulus yillarinda kendi

seyhleri tarafindan seçilen bölgelerde kuruluyorlardi. Bundan dolayi onlar,

etraflarindaki insanlarin manevî ihtiyaçlarini temin ederek bölgelerinin

insanlarina sahip çikiyorlardi. Böylece, Kur'an'in tavsiye ettigi bir metod olan

hikmet ve güzel ögütle insanlari dine ve hakikata

çagiriyorlardi.

b. Tekke ve zâviyelerin bir kismi, devlet tarafindan,

bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde tesis ediliyorlardi. Bu bakimdan,

daglarda korkunç bogaz ve geçitlerde tesis edilen tekkeler, askerî sevk ve

idareyi kolaylastirmak, ticarete engel olabilecek eskiya vs. gibi kimselere mani

olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardi. Böylece tekkeler,

kar ve yagmurlu günlerde de ticarî sevkiyatta bulunanlara birer siginak

oluyorlardi.

c. Çok genis topraklara sahip olan Osmanli

Devleti'nin, merkeze olan uzakliklari dolayisiyle, otoritenin zaaf gösterdigi

yerlerde bazi isyanlarin çikmasi normaldi. Devlet, böyle yerlere maas vermek

suretiyle devamli bir zâbita kuvveti yerlestirecegine, orada bir zâviyenin

kurulmasini daha uygun ve netice itibari ile daha faydali görüyordu. Devlet,

tekke vasitasiyle bu neviden dert ve sikintilari ortadan

kaldiriyordu.

d. Oturma merkezlerinde (meskûn mahallerde) kurulan

dergahlarin gördügü önemli hizmetlerden biri de temel inanç ve kültürün, halk

arasindaki birlik ve saglikli bir haberlesmenin saglanmasi idi. Günümüz yayin

organlari tarafindan verilen hizmet, o dönemde câmi ve tekkeler vâsitasiyla

yerine getiriliyordu. Tamamen vakiflara bagli olan bu müesseseleri hemen her

yerlesim biriminde görmek mümkündür. Söz gelimi, Urfa'da Seyh Yalincik, Seyh

Tahir, Câbir el-Ensarî, Halil Rahman; Erzurum'da Ibrahim Hakki; Maras'ta

Ereglice, Seyyid Mazlum; Sam'da Zeyne'l-Âbidin; Mustafa Pasa tekkesi gibi

tekkeler ilk akla gelenler olarak zikr edilebilir.

e. Nihayet tekke ve zâviyelerin zaman zaman ruh ve

sinir hastaliklari için tedavi merkezi olarak kullanildigini da biliyoruz. Daha

çok telkin ve irsad yolu ile hizmetlerini sürdüren bu sifa yurtlari, çogu zaman

bir seyhin önderliginde toplumun bu sahadaki yaralarina çareler ariyordu. Bu

seyhlerden bir kisminin da gerçek mânâda doktor (tabib) olduklarini düsündügümüz

zaman, tekkelerin bu konudaki hizmetlerinin ne kadar önemli olduklari

anlasilir.

Tamamiyle vakiflara bagli olan tekkeler, insanlara

yardimi hedeflemislerdi. Devlet, çesitli yollarla bunlara yardimda bulunuyordu.

Hatta bu yardimlarin yaygin sekli, kendilerine bagli olan vakif arazilerden

vergi almamakti.

Tekkeler, insanlara sunduklari hizmetleri yanisira,

dervislerin devamli olarak ikamet ettikleri ve tarikata intisab edenlerin, zikir

ve merasimi toplu olarak yaptiklari yerlerdir. Bu sebeple tekkeler mimarî yapi

olarak su kisimlardan meydana geliyordu:

1. Semâhâne: Semâhâneler, zikir ve ibadet etmek için

hazirlanmis özel sofalardir. Bunlarin sekli tarikatlara göre degisir.

Mevlevilerde dönmeyi kolaylastiracak sekilde ortasi yuvarlak bir meydan seklinde

yapilir. Semâhâneler ayni zamanda birer mescid vazifesi de görürler. Bu sebeple

mihraplari da bulunur. Buralarda cemaatla namaz kilinir. Bazi büyük

semâhânelerde kadin ve itibarli insanlar için özel mahfiller de bulunur.

Kadinlar, zikri kafes arkasindan seyrederler ki buraya haremden

girilir.

2. Türbe: Genellikle tekkelerin içinde bir veya bir

kaç kisinin türbesi bulunur ki, bunlar, tekke seyhleri ile yakinlarina

aittirler.

3. Çilehâne: Bazi tekkelerde çilehâne denilen los

isikli bir bölüm vardir. Dervisler burada çile çekip derece kazanirlar. Mevlevî

çilehaneleri ise aydinliktir.

4. Dervis odalari: Tekkelerin de camiler gibi birer

avlusu vardir. Oraya bir kapidan girilir. Avlunun etrafinda, medreselerde oldugu

gibi sira ile dizilmis odalar bulunur. Önlerinde revak bulunan bu odalara hücre

denir. Dervisler ayri ayri bu odalarda yatip kalkarlar.

5. Selamlik: Seyh efendinin dairesidir. Buna meydan

evi de denir. Misafirler burada kabul edilir. Burasi ayni zamanda yemek yenen

yerdir.

6. Harem: Seyhin ailesi ile birlikte oturdugu

ikametgâhidir. Buranin disardan da bir kapisi vardir.

7. Mutfak ve Kiler: Dervislerin, yemeklerini yapmak ve

erzaklarim saklamak için avlunun uygun bir yerine yapilmistir.

8. Kahve Ocagi: Kahve pisirilen ve seyhin hizmetinde

olanlarin bulunduklari yerdir.IMÂRET

Osmanli toplum hayatinin sosyal gelismesinde önemli

rolü bulunan müesseselerden biri de imârettir. Temeli vakif sistemine dayanan

imâretin, memleketin kültür ve ekonomik hayatinin gelismesinde de büyük

hizmetleri olmustur.

Dar mânâsiyla asevi demek olan imâret, genis ve daha

kapsamli bir sekilde tarif edilmektedir. Buna göre neredeyse bir sehir veya

kasabanin nüvesini teskil eden bir külliye hüviyetini tasimaktadir. Bu açidan

bakildigi zaman müessesenin kapsamina câmi, medrese, bimarhâne, kervansaray,

kütüphâne, hamam gibi insanlara faydali olan tesisler girmektedir. Imâret

külliyesinin kapsamina giren tesislerin azligi veya çoklugu, vakfin imkânlarina

göre degisir.

Sosyal birer hayir kurumu olan imâretlerdeki

yemeklerin kaliteli olmasina dikkat edilirdi. Bu konu gerek Fâtih, gerekse

Kanunî Sultan Süleyman'in vakfiyelerindeki imâret ile ilgili bölümlerde ifade

edildigi gibi bizzat imâret mütevellisi, bazan da onun imkânlarindan istifade

edenler tarafindan dikkatle izlenirdi. Uygun olmayan ve hijyen sartlarini

tasimayan gidalar imârete sokulmazdi. Aksi takdirde gerekli mercilere

sikâyetlerde bulunulurdu. Bu sikayetler üzerine gerekli tedbirler alinirdi.

Nitekim Zilkade 1177 (Nisan 1764) tarihini tasiyan bir belge Istanbul ve

tevabündeki imâretlerde talebe-i ulûm ve fukuray-i müstahakkîn için daha önce

her gün firinlarinda pisirilen ekmegin (nan-i aziz) unu beyaz ve has oldugundan

yenmesi de güzel oluyordu. Fakat bir müddetten beri Degirmenderesi uncularinin

verdikleri un karisik oldugundan yenmesi güzel olmadigindan bu firinlarin

degistirilmesi ve daha kaliteli un veren firinlardan un alinmasi gerektigi

bildirilmektedir. Keza, Bursa Kadisi'na yazilan bir hükümde imârette pisen

yemeklerin kaliteli olmasi, kasaplarin en iyi etten imârete vermesi ve

mütevellinin bizzat bunu kontrol etmesi gerektigi istenmektedir. Imâretlerde

saglik ve temizlik kaidelerine de siki bir sekilde riayet edilirdi. Nitekim XVI.

asir ortalarinda Istanbul'a gelip Fâtih külliyesi misafirhanesinde kalan

Radiyüddin el-Gazzî, burada karsilanisini söyle anlatir:

îmârethâneye bakan zat yanimiza gelerek hal ve

hatirimizi sorduktan sonra ihtiyaçlarimizin iyi bir sekilde temin edilecegini

vaad etti. Dogrusu her seyleri gibi yatak ve yorganlari da temizdi. Bu sözler,

misafirhanenin kurulusundan bir asir sonra dahi yatak ve yorganlarinin ne denli

temiz oldugunu ve bu temizlige nasil riayet edildigini

göstermektedir.

kimsesiz ve yoksullarin da imkânlarindan istifade

ettigi imâretler, sadece yemek vermekle yetinmiyor, ayni zamanda adam basina

günde 3-5, hatta bazan 10 akçaya kadar para da veriyordu.

Bütün imâretlerde her seyden önce mektep ve medrese

talebesinin ihtiyaçlari temin ediliyordu. Bu da imâretlerin kültür hayatimizda

nasil bir fonksiyon icra ettiklerini göstermektedir. Her imâretin, vâkifin

sartlarina uygun olarak hazirlanan bir nizamnâmesi (yönetmeligi) bulunur. Bu

bakimdan, ögrencilerin imâretlere nasil girecekleri, ne kadar yemek alacaklari,

nerede ve nasil oturmalari gerektigine varincaya kadar her türlü hareketleri bir

nizama baglanmistir. Istanbul'da talebelerden sonra yemek yiyen fakirlerin en

çok bulundugu imâretler, Lâleli, Sehzâde; Üsküdar'da Valide-i Atik ile Mihrimah;

Eyyub'te de Mihrisah imâretleri idi.

Cemiyetin daha saglikli olmasi için, ögrenci, fakir ve

kimsesizlere yardimda bulunmak gerektigini bilen Osmanli toplumu, bu neviden

kurumlan gelistirmek için bütün imkânlarini efer etmisti denebilir. Gerçekten,

Orhan Bey'den baslamak üzere Osmanli Devleti'nde pek çok hayir tesisi kuruldugu

görülür. Nitekim Orhan Bey, daha isin basinda eski kiliseleri mescid ve

medreselere çevirir. Bursa'da yoksullar evi yaptirir ve onlari doyurmak için

mallar vakf eder. Yoksullar evindeki bilgin ve hafizlara da maas baglar. Daha

önceki müslüman devletlerde de varligina sahid oldugumuz bu müessesenin (imâret)

Osmanlilardaki ilk müessisi (kurucusu), Orhan Bey oldu. O, Iznik'in Yenisehir

kapisinda bir imâret kurdu. Bu imâretin seyhligini de, dedesi Edebali'nin müridi

olan Haci Hasan'a verdi. Orhan Gazi, bu ilk imâretin açilis merasiminde bizzat

kendisi hizmet etmis, fakirlere çorba dagitmis, aksam olunca da imâretin

kandillerini bizzat kendisi yakmistir. Sultan Orhan'dan sonra oglu Murad da pek

çok hayir ve hasenatta bulundu. Bunlar içinde Kaplica nahiyesinde tesis ettigi

imâreti ve imâretle ilgili bilgiyi onun 787 (1385) tarihli vakfiyesinden

ögreniyoruz. O, ahiret azigi olarak insa ettigi imâretine pek çok arazi vakf

etmisti. Vakfiyeye göre hiç kimse imârete inmekten men olunmaz. Hizmetçiler,

gelenlere en güzel sekilde hizmet etmek zorundadirlar. Hele fakirlere bu hizmeti

daha iyi yapmalilar. Çünkü onlar, kalbi kirik kimselerdir. Imârete inen kimse

orada üç gün kalabilir. Bundan sonrasi mütevellinin kararina baglidir. Artik

böyle bir baslangiçtan sonra feth edilen her yerde imâret sitelerinin kuruldugu

görülür. Kisa bir müddet sonra imâretler, öyle bir artis gösterdi ki, XVIII.

asrin sonlarinda, sadece Istanbul imâretleri her gün 30.000'den fazla insani

doyurma imkânina sahib olmuslardi. Ayni sekilde 937 (1530) tarihinde yalniz

Fâtih imâreti, günde bin kisiden fazla insani doyuruyordu. Hadidî, Tarih-i Âl-i

Osman adli eserinde, hem kimlerin imâretten istifade ettigini, hem de bunlarin

sayisini su ifadelerle dile getirmektedir:

Yine emr etti bir âli imâret

Imarindan kala sonra emâret

Ki bin kisiye her gün iki nevbet

Verilir as u et ekmek ziyafet

Yaya, atli, misafir u hassu âmi.

Konukluk eyleyüp üç gün tamami.

Nefaisten niam-i vâfir ulfeler

Gece gündüz ziyafetler ederler.

Meshur seyyahimiz Evliya çelebi (1611-1682) de

Istanbul'da bulunan imâretlerin isimlerini verdikten sonra: Ben, elli yilda on

sekiz padisahlik ve krallik yer seyahat ettim. Hiç bir yerde bu kadar hayrat

görmedim diyerek, memleketteki hayir müesseselerinin çoklugundan iftiharla bahs

eder.

Dar mânâsiyla asevi veya ashane demek olan

imâretin imkânlarindan istifade edecek olanlar medrese talebesi, câmi veya

hayrat hademesi, fakirler ve misafirlerdir. Bundan baska gerçekten dikkat çeken

ve baska bir yerde örnegine rastlanamayacak bir istifadeci sinif daha vardir.

Bu, kuslar sinifi idi. Gerçi özel olarak hayvanlar için pek çok vakfin

kuruldugunu biliyoruz. Fakat bu vakiflarin disinda kalan ve hem kuslarin

beslenmesini saglayan hem de çevrenin temizlenmesine katkida bulunan imâretler,

bu imkânlarin saglanmasi bakimindan bas vurulan baska bir çaredir. Böylece

imâretten kuslar da (yirtici, vahsi kuslar) istifade ediyordu. Nitekim Sultan

Ahmed Camii Imâreti'nde, bunlar için, kule gibi bir yer yapilmisti ki,

vakfiyesinde yenmeyecek yemeklerin vuhus-i tuyura (vahsi kuslara) burada

verilmesi yazilidir. Görüldügü gibi bu, hem artik yemeklerin bosa gitmemesi, hem

de ortaligin kirlenmemesi için bas vurulan güzel bir çaredir. Bu vesile ile

kuslar da imâretin yemeklerinden nasiplerini almis oluyorlardi.

Biraz önce imâretlerde bir iç nizamin bulundugunu ve

herkesin buna göre hareket etmesi gerektigine isaret etmistik. Imâretlerde pisen

yemekler ve onlardan istifade edenlerin nasil hareket edeceklerine dair olan

hükümler, hemen hemen bütün imâretlerde ayni olmakla beraber biz, kültür

tarihimiz bakimindan önem arz eden bu konuyu Müftüzâde Es'ad Bey'den kisaca

özetlemek istiyoruz:

Talebe efendilere fodla, çorba, pilav, zerde, bazen

de zirve (incir, üzüm, hurma ile pirinç ve sekerden yapilir) gibi çesitli

yemekler tevzi olunurdu. Bir fodla 90 dirhem-i atik miktarinda ekmektir. Bazi

imâretlerde 45'lik fodlalar da yapilirdi. Bir medreseye yeni kayd olan bir

talebeye mülazim istihkaki olan bir tam fodla verilirdi. Bilâhere sahib-i hücre

olunca bir misli zam alir. Imâretler, sabah namazi vakti açilir, sabah

derslerinden evvel fodlalar dagitilarak talebeye bugday ve arpa unundan veya

kirmasindan mamul çorba dagitilir. Bu çorba, imâret içinde me'kel denilen

yerde her talebeye büyük bir kepçe olarak verilerek taslarla içilirdi. Dersten

çiktiktan sonra yagli pirinç çorbasi alinir. Buna bazen de nohut katilirdi...

Persembe günleri her imârette zerde, pilav ve Hamidiye ile Lâleli imaretlerinde

Pazartesi ile Persembe günleri zerde ve etli pilav yapilarak bolca

dagitilir.

Imâretlerde yemek konusuna büyük bir titizlikle dikkat

edilirdi. Yukarida genel olarak verdigimiz bilgiden baska bir de daha açik bir

örnek olmasi bakimindan imâret vakfiyesinde bizi ilgilendiren sartlara deginmek

yerinde olacaktir:

Müsarun ileyh vâkif hazretleri, bina olunacak

imârette Ramazan geceleri için her gün kirk vukiyye (okka = 1282 gr.) taze et

pisirilmesini, sair günlerde sabahlari 15 vukiyyesinin ve aksamlari mütebaki

yirmi bes vukiyyesinin pisirilmesini sart etmistir.

Her bayramda dahi körpe ve güzel etten kirk vukiyye

pisirilmesini sart ve tayin etmistir.

Cuma ve Regaib ve berat gecelerinde... devam üzre tane

pirinç ve zerde pirinç... ve Ramazan gecelerinde devam üzre tane pirinç ve

münavebe ile arpa çorbasi ve icasiye pisirilecektir. Bayram günlerinde tane

pirinç ve zerde ve zirve pisirilecektir. Bu mübarek günler ve gecelerin gayrinda

sabahlari pirinç çorbasi ve aksamlari arpa çorbasi

pisirilecektir...

Medrese odalarina her gün pisirilen yemeklerden sabah

ve aksam ekmekle beraber birer çanak verilecektir.

Her gün, hususiyle aksamlari misafirlere ziyafet olmak

üzere mübarek günlerden maada günlerde tane, pirinç pisirilecek ve beher

kimsenin hakki elli dirhem pirinç ve on bes dirhem hâlis yag

olacaktir...

Mutfak ve diger mahallerde kullanilan bakir kaplarin

kalayi için günde birbuçuk dirhem tayin etmistir...

Vâkif, (Allah, hayratini kabul ve ecr ü mükâfatin

mebzul eylesin). Imâret için emanet ve diyânet ve ahlâk-i hamîde sahibi bir de

seyh tayin etmistir ki bu zât yemeklerin iyi ve kötüsünü bilecek ve her gün iki

defa muayyen saatlerde imârete gelip me'kûlat ve metbuhata nezâret edecek ve

yemeklerin harçlarinda veya pisirilislerinde veya lezzet ve rayihalarinda bir

kusur ve noksan görecek olursa bunlari islah ve ikmâl kilacak ve tenbihatta

bulunacaktir.

Bu seyh, ulema ve sulehadan ve fukaha ve zuafadan

gelen misafirlere taam tevzi edecek ve her kim olursa olsun bunlari üç gün ve üç

gece agirlayacak ve her birinin hal ve sânina münasip yatak ihzar ile bunlari

münasip mahallere yerlestirecek ve hepsine güler yüz gösterecektir. Buna günde

sekiz dirhem verilecektir...

Görüldügü gibi vakfiyenin imâretle ilgili kismindan

nakl ettigimiz bu ifâdeler, imâretin nasil olmasi, gelenlerin kaç gün misafir

edilmesi ve bunlarin idaresi için hangi sifatlari haiz kimselerin bulunup

seçilmesi gerektigini anlatmaktadir. Bundan baska imârette çalisacak kimse ve

vazifelileri de burada tafsilatli bir sekilde anlatilmaktadir.

Sadece ögrenci ve memleket fukarasinin ihtiyaçlarinin

giderildigi yer olmayan imâretler, ayni zamanda birçok kimseye is imkâni

saglayan yerlerdi. Böylece, mütevazi bir sekilde de olsa imâretler, memleketteki

issizligin ortadan kalkmasina sebep oluyorlardi. Nitekim sadece Fâtih imâretinde

44 kisiye is imkâni saglanmistir. Bunlar, çalismak suretiyle imâretten maas alan

kimselerdi. Kezâ, Isa Bey vakfiyesinden anlasildigina burada da 17 kisiye is

imkâni saglanmistir. Halbuki bu imâret pek fazla geliri olmayan ve sultanlarin

imâretleri ile mukayese edildigi zaman çok küçük kalan bir kurulustur. Burada

özellikle sunu da belirtmek isteriz ki verilen bu rakamlar bütün vakiflarin veya

külliyelerin kadrosu degil, sadece imârette çalisanlarin ve bu yolla geçimlerini

saglayan kimselerin kadrosudur.

Memleketin iktisadî ve ictimaî hayatinda, irfan, imar

ve kültürünün gelismesinde büyük bir hizmet ifa eden imâret müessesesi, ne yazik

ki son zamanlarda, memleketin umumî sartlarina bagli olarak vazifesini hakkiyle

icra edemez oldu. Bunun üzerine 19 rebiülevvel 1329 tarihinde (20 Mart 1911)

çikarilan bir kanunla Istanbul'daki yirmi imâretin onsekizi kapatiliyor, sadece

fakirlere bakmak üzere iki tanesi ibka ediliyordu. Nihayet farkina varilan bu

hata düzeltilerek, 10 Zilkade 1332 (30 Eylül 1913) de nesredilen baska bir

nizamnâme ile (madde 12) yine talebeye mahsus olmak üzere Fâtih, Sehzâde, Nur u

Osmaniye ve Valide-i Atik imâretleri tekrar ihya

edildiler.KERVANSARAY

Asirlar boyunca, vakiflarin medeniyet tarihimize

kazandirmis oldugu, devrinin mimarî özelligi ve sosyal seviyesini gösteren

muhtesem âbideler arasinda kervansaraylarin özel bir yeri bulunmaktadir.

Gerçekten, Müslüman toplumlarin ulasim bakimindan meydana getirdigi hayir ve

sosyal kurumlarin basinda gelen müesseselerden biri de kervansaraylardir. Din,

dil, irk, renk ve mezhep farki gözetmeden herkese hizmet veren bu müesseseler,

tarih boyunca önemli fonksiyonlar icra etmislerdir. Uzaktan bakilinca bir kaleyi

andiran kervansaraylar, Islâm dünyasinda daha önce kurulan Ribatlarin bir

devamidir. Bundan dolayi, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitâbe ve kronik gibi

kaynaklarda bunlara, ribat da denilmektedir.

Asli, Farsça kârbân olan kervan, günümüz nakil

vâsitalarinin sagladigi imkândan yoksun bulunuldugu bir devirde, at, katir ve

develerle bir memleketten digerine ticaret esyasi tasiyan kafilelere denir.

Gerek böyle ticaret kafileleri ve gerekse bunlara iltihak eden veya kendi basina

seyahat eden yolcular, her günkü seyahatin aksaminda, hayvanlarini dinlendirmek,

yemleyip, sulamak ve ertesi günkü yola hazirlanmak üzere menzillerde geceyi

geçirmek zorunda idiler. Takriben 40 km. araliklarla ve yukarida belirtilen

hizmetleri görmek için insa edilen bu neviden binalara kervansaray

denir.

Iyi ve liyâkatli bir hükümdarin özelliklerinden

bahsederken Nizâmülmülk, onun yol baslarina ribatlar kurmasi gerektigine de

temas eder. Demek oluyor ki kervansaraylar, daha baslangiçtan itibaren, sultan

ve padisahlarin himayesi altina alinmislardi. Böylece bir sosyal sigorta

müessesesi de dogmus oluyordu. Derbent, bogaz vs. gibi menzillerde yapilan

kervansaraylar sâyesinde insanlar, rahatça ve emniyet içinde seyahat

edebiliyorlardi. Biraz önce de belirtildigi gibi Yol emniyet ve huzurunun

saglanmasi sadece müslümanlar için degildi. Nitekim, Türkiye'ye gelen yabanci

tüccarlara taninan imtiyazlardan bahsederken Osman Turan: Yollarda herhangi bir

sekilde zarar gören, soyguna ugrayan veya emtiasi denizde batan tüccarlarin

mallari, devlet hazinesinden tazmin edilmekteydi ki, bu, Selçuklu Devleti'nin

bir devlet sigortasi takib ettigini gösterir. Bu keyfiyet, dünya ticareti tarihi

içinde çok ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihi ile ugrasanlar, sigorta

müessesesinin zuhurunu XIV. asra Ceneviz ve Venediklilere kadar

çikarmaktadirlar. der. Gerçekten, Selçuklularda sadece malin tazmin edilmesiyle

kalinmiyor, ayni zamanda kervan soyucular için de en agir cezalar uygulaniyordu.

Demek oluyor ki, ticaret erbabinin mal ve can güvenligi, tamamen devletin

himayesi altinda bulunuyordu.

Ekserisi, Islâmî yardimlasma anlayisi neticesi ortaya

çikan ve vakiflara bagli bulunan kervansaraylar, iki mühim gaye için insa

ediliyorlardi. Bunlar:

a. Zengin ticarî emtia nakleden kervanlara, hudud

boylarindan baslamak üzere, tehlikeli bütün bölgelerde gerek düsman

çapullarindan, gerek eskiyadan ve gerekse diger baskinlardan korumak için

emniyetli ve müstahkem yerler insa etmek. Bu gayenin tahakkuku için, bunlarin

etrafi kalin ve mustahkem surlarla çevriliyordu. Surlar üzerinde kule ve burçlar

insa edildigi gibi kapilan da demirden yapiliyordu. Böylece kervansaraylar, her

türlü tehlikeye karsi koyacak bir müdafaa tertibine sahip

oluyorlardi.

b. Kervansaraylarin hedef tuttugu ikinci mühim gâye

de, yolcularin konduklari veya geceledikleri yerlerde, onlarin her türlü

ihtiyaçlarini temin etmekti. Gerçekten bu maksatla kervansaraylarda vücuda

getirilen tesisler dikkate sayandir. Içlerinde yatakhaneleri, ashaneleri, erzak

anbarlari, ticarî esyayi koyacak depolar, yolcularin hayvanlarini barindiracak

ahirlari, samanliklari, mescidleri, hamamlari, sadirvanlari, hastahaneleri,

eczaneleri, yolcularin ayakkabilarini tamir ve fakir yolculara yenisini yapmak

için ayakkabicilari, nalbantlari ve bütün bunlarin gelir ve masraflarini idare

edecek divan (büro) ve memurlari vardi. Bu muazzam yapilar, bütünüyle

vakiftilar. Bu kervansaraylara inen yolcu, zengin olsun fakir olsun bütün

ihtiyaçlari, Parasiz olarak karsilanirdi.

Kervansaraylarda hizmet eden kimselerin tavirlarmi da

vakfiyelerinden ögrenmek mümkündür. Buna göre hizmetliler, tatli sözlü, güler

yüzlü olacaklardir. Gelenlere yorgunluklarini unutturacak derecede nazik

davranacaklardir. Onlara karsi öyle hareket edecekler ki, yolcular kendilerini

evlerinde hissedeceklerdir.

Askerî gayeler disinda, sadece yolcularin yemek,

yatmak ve istirahat etmeleri için kervansaray (Ribat) insasi an'anesi, Islâm

âleminde daha ziyade Türkistan'da inkisaf etmisti. Selçuklular bir çok an'ane

ile birlikte bunu da Türkistan'dap getirmislerdi. Bu yüzden Anadolu'daki ilk

kervansaraylara Ikinci Kiliçarslan (1115-1192) zamaninda raslanmaktadir. Artik

bu baslangiçtan sonra özellikle Konya-Kayseri yolu üzerinde pek çok sayida

kervansaray insa edildi. Böylece kervansaray insa gelenegi, Ortaasya'da dogmus,

Iran'da gelismis ve Anadolu Selçuklulari zamaninda nihaî seklini alarak zirveye

ulasmistir. Türkiye'deki han ve kervansaraylari bir katalog halinde veren bir

esere göre Türkiye sinirlari içinde 112 Selçuklu, 221 de Osmanli kervansarayi

bulunmaktadir.

Kervansaraylarin Ifa ettigi önemli hizmetlerden biri

de kisa bir müddet sonra çevrelerinde bir ticaret merkezi meydana getirmis

olmalariydi. XIII. Asirda Suriye, Irak, Dogu Anadolu, Kayseri ve Sivas

istikametinde ilerleyen yollarin kavsaginda bulunan Karatay Kervansarayi civari,

böyle bir merkezdi. Kervansarayin insasindan sekiz sene sonra orada 15 dükkân ve

kira getiren evlerin bulunmasi, bu ticarî faaliyet hakkinda bize bir fikir

vermektedir.

Bati'nin, para kazanmak gayesiyle ancak XVIII. asrin

ortalarinda (1750, Ingiltere) yaptirabildigi otele karsilik müslümanlar, birer

ictimaî hayir kurulusu olan kervansaraylari vasitasiyle din farki gözetmeden

herkese hizmet edebiliyorlardi. Kervansaraylarin bu hizmetine örnek olmasi

bakimindan Evliya Çelebi'nin, Lüleburgaz'daki Sokullu Mehmed Pasa Kervansarayi

hakkinda verdigi bilgiyi buraya aliyoruz:

Bir bâb-i azîm içre kal'a misâl karsu karsuya yüz

elli ocak han-i kebirdir. Haremli, develekli, ahirli olup sadece ahuru 3000'den

ziyâde hayvan alir. Kapida daima dîbebanlari nigehbânlik ederler. Ba'de'l-asâ

kapuda mehterhâne çalinup kapu sedd olunur. Dîdebanlar, vakiftan kandiller yakup

dibinde yatarlar. Eger nisfu'l-leylde tasradan misafir gelirse kapuyu açip içeri

alirlar. Ma hazar taam getirirler. Amma cihan yikilsa içerden tasra bir âdem

birakmazlar. Sart-i vâkif böyledir. Tâ cümle misafirîn kalktikta yine mehterhâne

dövülüp herkes malindan haberdar olur. Hancilar, dellallar

gibi:

Ey ümmet-i Muhammed! maliniz, caniniz, atiniz,

donunuz tamammidir? diye rica edüp nidâ ederler. Müsafirin cümlesi tamamdir

Hak sahib-i hayrata rahmet eyleye dediklerinde bevvablar, vakt-i safî iki

dervazeleri küsâde eyleyüp yine kapu dibinde Gâfil gitmen, bisât gaib etmen,

herkesi refik etmen, yürün, Allah âsan getire deyü duâ ve nasihat

ederler.

Kervansaraylarin küçüklerine han denir. Vakia eski

büyük kervansaraylara da han dendigi görülmekte ise de umumiyetle bu tabir küçük

kervansaraylar için kullanilir.

Osmanlilar, Iran ve Selçuklu Türklerinde oldugu gibi

hanlarim çok büyük yapmamislardir. Onlar, daha ziyade medrese ve hamamlari da

dahil olmak üzere bunlarin kullanisli olmasi için plâni küçük

tutmuslardir.

Hanlar, ekseriyetle bir büyük avlu etrafinda iki katli

olarak yapilmis bulunan binalardir. Hanin sokak tarafindaki cephesinde büyük bir

kapisi bulunur. Bu kapinin iki tarafinda genellikle bir kahvehane, bir nalbant

ve araba tamircisi bulunur. Kapidan, üstü açik genis bir avluya girilir. Bu

avlunun karsi tarafinda ahirlar ve önünde arabalari koymak için bir sundurma ile

denkleri ve esyayi koymaya mahsus odalar vardir. Bir taraftan tas bir merdivenle

yukaridaki gezinti yerine çikilir. Burasi bir revakla örtülmüstür. Bu gezinti

yerine kapilari açilan odalar vardir ki, yolcu orada yatar. Her odanin bir ocagi

vardir. Bazi hanlarin ortasinda bir sadirvan ve hayvanlari sulamak için yalaklar

oldugu gibi büyük kervansaraylarda küçük bir mescid de bulunur.

Yol güzergâhlarinda yapilan hanlardan baska sehirlerde

yapilan hanlar da vardir. Çünkü, kervanlarin esas hedefi olan sehirlerde,

bunlara daha çok ihtiyaçlari vardir. Bunun için de sehirlerde ihtiyaca göre

irili ufakli pek çok han insa edilirdi. Buralarda yolcular kaldigi gibi herhangi

bir is için sehre gelmis olanlarla bekârlar da birer oda tutmak suretiyle

kalabilirlerdi. Hanlara ne gece ne de gündüz kadinlar yalniz baslarina

giremezlerdi. Ya han kahyasi veya odabasisi, onlara refakat ederek istedikleri

ile görüstürürlerdi.

îdare bakimindan kervansaraylar iki kisma ayrilirdi.

Büyük bir kismi vakifli idi ki, yolcular buralara parasiz alinirdi. Bunlar,

Bati'da hiç bir zaman esine rastlanmayan birer sefkat ve yardim müesseseleriydi.

Kervansaraylardan bir kisminin vakfi yoktu. Oralarda yatip kalkan cüz'î bir

miktar ücret öderdi.

Anadolu'yu âbideler ülkesi haline getiren bu

kervansaraylar, son asirlarda küçülmeye ve sanat degerini kaybetmeye basladilar.

O heybetli tas yapilarin yerine kireç sivali, kerpiç hanlar geçti, Yollar

eminlesip sehirler büyüdükçe onlar da degerini

kaybettiler.HASTAHANE

Temeli, vakiflara dayanan sosyal müesseleremizden biri

de hastahanelerdir. Islâm dünyasinda dâru's-sifa, dâru's-sihha, dâru'l-âfiye,

bîmaristan, bîmarhâne, maristan, dâru't-tib, sifâiyye gibi isimlerle anilirlar.

Islâm tarihinde tipla ilgilenmeyi Hz. Peygamber devrine kadar götürmek

mümkündür. Bilindigi gibi Hz. Peygamber, vahye dayali anlayisi ile insanlari her

konuda ilim sahibi olmaya tesvik ediyordu. Islâm ,maddî oldugu kadar manevî

alanda, baska bir ifade ile hayatin bütün safhalarinda uygulanan bir sistem

olduguna göre Hz. Peygamber'in gayretini sadece ruhanî ve manevî saha ile

sinirlandirmak mümkün degildir. Çünkü o, hastalanan kimseleri, dinlerine

bakmadan doktorlara gönderiyordu. Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd

b. Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman

olmayan Hâris b. Kelde es-Sakafî'den istemisti. Keza hastahâne kurulma isi de

Hz. Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir. Nitekim Hendek Muharebesi esnasinda

yaralilarin Rüfeyde Çadiri denilen bir çadira kaldirilip orada tedavi

edilmelerini istemesi de buna isaret etmektedir. Bu baslangiçtan sonra tam

teskilâtli ilk hastahânenin Hicrî 88 (M 707) tarihinde Sam'da Emevî halifesi

Velid b. Abdülmelik tarafindan tesis edildigi bilinmektedir. Bununla beraber,

Islâm hastahânelerinin en parlak devri daha sonraki Abbasîler döneminde

gerçeklesmistir. Nitekim, Harun Resid'in yapilan her caminin yaninda bir

hastahânenin açilmasi için emir verdigi rivâyet edilmektedir.

Islâm, insan sagligina önem veren, insanin

hastalanmamasi için gereken tedbirlere basvurmasini ve hastalandigi zaman da

tedavi edilmesini emreden bir dindir. Bu bakimdan Müslümanlar, hastalara yardim

etmek ve onlarin sikintilarini gidermek için elinden gelen çabayi sarf etmekten

geri durmadilar. Bu anlayistan hareketle kurulan hastahânelere gelenlerin din,

dil ve irklarina bakmadan onlara tibbî yardimda bulunmayi bir vazife telakkî

ettiler. Hastalar için böyle düsünen Müslümanlar, tabibler için de ayni seyi

uygulamaktan geri kalmadilar. Nitekim XIII. asirda yasayan Ibn Ebî Usaybia

(1203-1270) yazdigi Uyûnu'l-Enba fî Tabakati'l-Etibba adli eserindeMüslüman hükümdarlari, görevlendirip istihdam ettikleri pek

çok Hiristiyan tabibin ismini verir.

Islâm tip tarihinde hastahanelerin egitim bakimindan

da önemi büyüktür. Zira buralar, hem tedavi, hem de egitim yeri vazifesi

görüyorlardi. Nitekim dâru't-tib denilen tip medreseleri ayni zamanda hastalara

sifa dagitan ve hastahâne vazifesi gören birer müessese idiler.

Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî

rahatsizliklarla ilgilenmiyor, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da

ilgileniyorlardi. Yakubî ile Mes'udî, eserlerinde Bagdad yakininda bulunan bir

tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis

edildigini belirtirler. Mes'udî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hizkil akil

hastahanesi, Abbasî halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred

tarafindan ziyaret edilmistir. Demek oluyor ki, adi geçen akil hastahanesi,

simdilik belgelerle isbat edilebilen ve sadece akil hastalarinin tedavisine

tahsis edilmis en eski psikiatrik hastahâne olmak serefine daha lâyiktir. Çünkü

bu müessese, Bati'da ancak XV. asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan

hastahânelerle mukayase edilmeyecek kadar bir öncelige

sahiptir.

Abbasîler döneminde gelisen hastahaneler, daha sonra

hemen hemen her tarafta vakif olarak ortaya çiktilar. Selçuklular zamaninda da

gelismesini devam ettiren bu hastahânelerden Sam, Bagdad, Musul ve Mardin'de

insa edilenleri pek meshurdur. Anadolu'da gerek Selçuklular ve gerekse

Osmanlilar tarafindan da birçok hastaheâne insa edilmistir. Bu cümleden olmak

üzere Kayseri'de Gevher Nesibe (1205), Sivas'ta Izeddin Keykâvus (1217),

Divrigi'de Turan Melik (1228), Çankiri'da Cemaleddin Ferahlâla (1238), Konya'da

Kemâleddin Karatay (1255), Bursa'da Yildrim Bâyezid (1339), Istanbul'da Fatih

(1470), Edirne'de, Bâyezid (1488), Istanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550),

Manisa'da Sultan III. Murad (1591), yine Istanbul'da Sultan Ahmed (1671)

hastahaneler' zikredilebilir. Hastahâneler o kadar çogalmis ve faaliyet sahalari

o kadar genis tutulmustur ki, A. Süheyl Ünver bunlarin isimlerini tek tek

vermekte ve bunlarin vakfiyelerine göre faaliyetlerini anlatip ortaya

koymaktadir.

Osmanli devlet ricalinin, diger ilmî ve sosyal

müesselerde oldugu gibi sihhî müesselerle de yakindan ilgilendikleri, bu sahanin

adamlarini destekleyip koruduklari anlasilmaktadir. Nitekim, daha devletin

kurulus yillarinda ilk Osmanli hastahânesinin Sultan Orhan tarafindan Bursa'da

açildigi bilinmektedir. Böylece devletin tipla olan ilgisi daha o zamanlarda

ortaya çikmis olmaktadir. Bununla beraber, Osmanlilarin, tam teskilâtli

diyebilecegimiz ilk hastahânesi, Bursa'da Hicrî 801 (M. 1399) tarihinde Yildirim

Bâyezid tarafindan sehrin dogusunda ve Uludagin eteginde kurulmustur. 1400

senesi Mayisinda, Bursa kadisi Molla Fenarî Mehmed b. Hamza tarafindan vakfiyesi

tertip edilmis olan bu hastahânede, vazife görmek üzere, Sultan Bâyezid, Memlûk

hükümdari Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabib göndermesini rica etmis, o da

Semseddin Sagîr isminde bir tabib yollarinsti.

Fâtih Sultan Mehmed, Istanbul'da Sahn-i semân ve

Tetimme medreseleri ile Câmi ve imâreti yaptirdiktan sonra bir de hastahâne

yaptirir. Hastahâne Hicrî 875 (M. 1470) yilinda hizmete girer. Vakfiyedeki

kayitlara göre burasi, hastahâne ile hastalara yemek pisirecek imâreti hâvi

olmak üzere iki kisimdi. Hangi din, mezheb ve irka mensub olursa olsun,

hastahaneye hazakat sahibi iki tabib ve yardimcilari ile, hastalarin ilaçlarini

hazirlayan bir eczaci, bir göz hekimi ve bir cerrah tayin edilmesi vâkifin

sartlan arasinda yer almaktadir. Yine vakfiyeye göre tabiplerin her birine günde

yirmi, eczaciya alti,, göz hekimi ile cerraha sekizer akça verilecektir. Bundan

baska, hastalara bakacak hizmetçiler, kâtipler, asçilar, vekilharçlar vs. gibi

hizmetliler sinifinin durumu da en ince teferruatina varincaya kadar vakfiyede

açiklanmistir.

Bu hastahânede, mevcud hastalardan baska, hariçten

ayakta tedavi için gelen fakir hastalar, haftada bir gün muayene edilerek

ihtiyaçlari olan ilaçlar, karsiliksiz olarak kendilerine verilirdi. Günümüzde

oldugu gibi asçilar, tabiblerin isteklerine göre yemek

pisiriyorlardi.

Osmanli diyarinda kurulan önemli hastahânelerden biri

de Kanunî Sultan Süleyman tarafindan tesis edileni idi. 965 (M. 1557) tarihinde

tertip edilen vakfiyeye göre, Süleymaniye dâru's-sifâsi kadrosunda birisi otuz

akça yevmiyeli bashekim olmak üzere digerleri yirmi ve on akça yevmiyeli üç

hekim; biri alti digeri üç akça yevmiyeli iki cerrah ile ayni yevmiyeli iki göz

hekimi ve bir eczaci ile iki eczaci kalfasi, bir vekilharç, bir kâtip, dört

serbetçi (surup yapan) bir kilerci, hastalara hizmet eden ve akil hastalarini

zapteden dört kayyum, iki çamasirci, bir berber ve bir tellâk vardi. Her gün

kullanilacak ilâç için, bashekimin emrine üçyüz akça gibi külliyetli miktarda

bir para verilmisti.

Süleymaniye hastahânesinde akil hastalan için ayri bir

kogus bulunmaktaydi. Her sabah erken saatlerde açilan hastahânede hariçten gelen

hastalar da ögle vaktine kadar muayene edilirlerdi.

Süleymaniye hastahanesinden baska tip medresesine

yirmi akça yevmiyeli bir müderris (profesör) tayin edilmisti ki, bunun vazifesi,

nazarî tip bilgisini ögrenecek olan talebeye ders vermekti.

Islâm dünyasinda ilim ve ibadet birbirinden ayrilmayan

iki unsur olarak kabul edildigi için tip ilmi ve hastahânelerle ilgilenmek bir

emir olarak telâkkî ediliyordu. Hattâ, Emevî halifesi Velid tarafindan Sam'da

kurulan tam teskilâtli ilk hastahaneden önce de tip ilmi câmilerde tedris

ediliyordu. Islâm egitim tarihi ile ugrasanlar, bunu yakindan bilirler. Keza

yine Emevîler döneminde Fustat'ta Zukaku'l-Kanadil adi verilen ve cüzzamlilara

bakan bir hastahâne açilmisti. Bu gelismeler, Islâm dünyasinda tibbî bazi

kesiflere de sebep olmustu. Nitekim kan dolasiminin kesfi, mikrop ve diger bazi

hastaliklara ait ilâçlarin bulunmasi, ilk akla gelenler arasinda zikredilebilir.

Buna karsilik Bati dünyasinda herhangi bir ilaçla tedavi olmak, taniya

güvensizlik olarak kabul ediliyordu. Dinden baska ilâç aramak, mânevî ilaçlardan

baskasini kullanmak, hele hekim olarak, eliyle bir seyler yapmak, cerrah

araçlari kullanmak büyük bir serefsizlikti. Hastalanan veya yaralanan bir

hiristiyan, önce bütün günahlarini itiraf edecek, daha sonra Isa'nin eti diye

kutsal ekmegi yiyecek ve sonra da Allah'a güvenecektir. Batida, hastalarin

alindigi yurtlar XII. asirdan sonra kuruldu. Bu da Haçli seferleri vâsitasiyle

taninan Araplar örnek alinmak suretiyle gerçeklesti. Bununla beraber buralarda

hekim bulunmazdi. Kilisenin anlayisina göre hasta bakimi, iyi etmek için degil,

sadece izdiraplari hafifletmek içindir. Bu hastahânelerin ilklerinden biri ve

zamanindakilerin dediklerine göre en iyisi Paris'teki Hotel-Dieu (Allah'in hani)

idi. Bu hastahânede tugla döseli zeminin üzerine saman yigilmisti. Hastalar bu

samanlarin üzerinde birbirine sokulup yatiyorlardi. Birinin basi, ötekinin

ayaklarina gelecek sekilde siralanmislardi. Ihtiyarlarin yaninda çocuklar, hattâ

kadin ve erkek karmakarisik yatmaktaydi. Bulasici hastaliklari olanlar ile

sadece hafif bir rahatsizligi bulunanlar yan yana yatmaktaydilar. Tifo

hastaligina yakalanmis olan atesler içinde sayiklarken, veremli biri öksürüyor,

deri hastaligi olan da derilerini yirta yirta kasiyip

kanatiyordu.

Bati dünyasindaki hastahâneler bu durumda iken, Islâm

dünyasindaki hastahâneler insani masallar diyarindaki saraylarda yasatiyormus

gibi huzur veriyordu. Sigrid Hunke, Islâm dünyasinin hastahânelerinden birinde

yatan bir hastanin mektubundan bahseder. Gerçekten, bu mektup okundugu zaman,

yukaridaki sözlerimizin günümüz insani için bile bir hikâyeye benzedigini

söylemek pek yanlis olmayacaktir. Ama bütün bunlar, Islâm hastahâneleri için

tabiî olan bir seydi. Bu mektuptan bazi pasajlari almak suretiyle, Islâm

dünyasinin, hastahânelere ne denli ehemmiyet verdigini

anlayabiliriz:

Babacigim, benden para getirmenin lâzim olup

olmadigini soruyorsun. Taburcu edilirsem hastahâneden bana bir kat yeni elbise

ve hemen çalismaya baslamak zorunda kalmayayim diye bes altin verecekler. Onun

için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen

gel. Ben, operasyon salonunun yanindaki ortopedi servisinde yatiyorum. Eger

büyük kapidan girersen, güneydeki revak boyunca yürü. Düstükten sonra beni

getirdikleri poliklinik oradadir. Orada her hastayi önce asistan hekimler ve

ögrenciler muayene eder. Birinin yatmasi gerekmiyorsa reçetesini verirler, o da

hemen yandaki hastahâne eczanesinde ilacini yaptirir. Muayeneden sonra beni

orada kaydettiler. Sonra bashekime götürdüler. Daha sonra da bir hademe beni

erkekler kismina tasidi. Hamama da girdikten sonra tan-i bir hastahâne elbisesi

giydirdiler.

Sonra kütüphaneyi sag tarafta birakir ve bas hekimin

ögrencilere ders verdigi büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki

koridor, kadinlar tarafina gider, onun için sag tarafi tutmalisin, iç

hastaliklari bölümü ile cerrahî kisminin önünden geçmelisin. Eger bir yerden

musikî ya da sarki sesi duyarsan, içeriye bir bak. Belki de ben, iyilesmis

olanlarin toplanti salonundayimdir. Biz orada mûsikî ve kitaplarla

oyalaniriz.

Bas hekim bu sabah, asistan ve bakicilarla viziteye

çiktiginda beni muayene etti, servis hekimine anlamadigim bir seyler not

ettirdi. O da sonradan bana, bir gün sonra ayaga kalkabilecegimi ve çok geçmeden

taburcu olabilecegimi söyledi. Ama canim buradan çikmak istemiyor. Yataklar

yumusak, çarsaflar bembeyaz, battaniyeler yumusak ve kadife gibi. Her odada akar

su var, soguk gecelerde her oda isitiliyor. Hemen her gün midesi kaldiranlara

kümes hayvanlari ve koyun kizartmalari veriliyor... Sen de sonuncu tavugum

kizartilmadan önce gel.

Kitabin müellifi, bu konuda daha fazla bilgi vermekte

ve bu mektupta anlatilan sartlari hiç tereddütsüz o kadar övündügümüz yirminci

yüzyilimiza koyabiliriz demektedir.

Kaynak: Osmanli tarihi

 

 

Buraya ilk defa geliyorsanız ismim Atakan Sönmez ve burası hayatimdegisti.com.Boğaziçi üniversitesi mezunuyum ve Türkiyede ilk Subliminal Telkin Uzmanıyım.tıklayın

Bir site olsa onu bulanların uykuda dinledikleri mp3 ler ile hayatları değişse… Bir site olsa onu bulanlar hipnoz olmadan sadece subliminal mp3 leri yükleyip ve uykuda dinleyerek hayatlarını değiştirseler. Bu fikir 1995 yılında yani 25 yıl önce çıkmıştı. 15 yıl önce ise bu mp3 lerin kişiye engel olan çekirdek inançlara göre hazırlanması yani cekirdekinanc.com fikri oluştu

Hipnoz gibi bir şey mi subliminal mp3 nedir?

Tam olarak değil. Öncelikle size engel olan 0-11 yaş arası oluşan bilinçaltı kayıtlarınız yani çekirdek inançlarınız bulunur. Sonra bu çekirdek inançlarınızın pozitif halleri olumlamalar isminize özel olarak mp3 lerin ve müziğin içine gizlenir. Siz de uykuda ya da uyanıkken bu mp3 leri dinleyerek sonuç alırsınız. Çocukluğunuzda size söylenenlerin tam tersini dinlediğiniz kayıtlarla binlerce kez bilinçaltınıza yerleştirmiş oluruz.

Çekirdek inançların hayatımda engellere neden olduğunu nasıl anlarım?

Hayatınızda hep aynı şeyler tekrar ediyorsa. İlişkilerde hep aynı şeyleri yaşıyorsanız... Aşırı fedakar bir yapınız varsa ve bu sanki göreviniz haline geldiyse. Birilerini kurtarmaya çalışıyorsanız. Paranızın bereketi yoksa sürekli gereksiz harcamalar çıkıyorsa birikim yapamıyorsanız. Hayır demekte zorlanıyorsanız. Odaklanmakta bir şeyleri devam ettirmekte sorun yaşıyorsanız. İlişkilerde mıknatıs gibi sorunlu kişileri çekiyorsanız. İş hayatında iniş çıkışlar sürekli oluyorsa. Ertelemeleriniz fazla ise. Aşırı kontrolcü ve garantici bir yapınız varsa kaygı düzeyiniz yüksekse hep en kötü ihtimali düşünüyorsanız ve şanssızlıkları sorunlu olayları ve sorunlu kişileri hayatınıza çekiyorsanız çocuk yaşta oluşan çekirdek inançlar hayatınızı yönetiyor olabilir.

25. yıla özel şimdi arayanlara 5 dakikalık çekirdek inanç ön tespit ve bir günlük deneme telkin mp3 ücretsizdir. Ön tespitte size engel olan birkaç çekirdek inanç örneği verilir. Atakan Sönmez tarafından yapılır ve bilgi amaçlıdır. +90 5424475050 Türkiye dışındakiler whatsapp tan arayabilir cekirdekinanc.com inceleyiniz.

bluemoon24 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Offline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bookmarks


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER

Serbest Kürsü ve Öğretici Bilgiler OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER Konusunu hayatimdegisti.com Konuğumuz olarak inceliyorsunuz hayatimdegisti.com sitemizde yaşamınızı hemen degistirecek bir cok telkinli hipnoz mp3 vardir tesaduf eseri de buradaysanız mutlaka inceleyiniz üst link TelkinCD tıklayınız Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek, konuyu eksik birakmak ...

ayrıca bu konularda arama yapan konuklarımız var Öğretici Bilgiler telkin cd indir izle İstanbul Öğretici Bilgiler nerededir kimdir Öğretici Bilgiler çekirdek inanç temizliği İzmir bursa Öğretici Bilgiler hipnoz Öğretici Bilgiler olumlama seminerleri eğitimi çaresi tedavisi Öğretici Bilgiler hakkında bilgi bilinçaltı telkin cd telkin mp3 Öğretici Bilgiler kuantum düşünce kitap haberi


WEZ Format +3. Şuan Saat: 07:24 AM.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.